Hazreti Habbâb’ın Alacağı

358

Bu günlerde bir insanın Müslüman olduğunu açıklaması, başına gelecek kötülüklere açıktan davetiye çıkarması anlamına geliyordu. Onun için birçok sahabenin Müslüman olduğunu Kureyşhenüz bilmiyordu. Yedi kişi hariç, diğer Müslümanlar kendilerini gizlemek zorunda hissetmişlerdi. Bunlar, Allah Resûlü Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Ebû Bekir, Ammâr İbn Yâsir ve onun annesi Sümeyye, Süheyb İbn Sinân, Bilâl-i Habeşî ve Mikdâd İbn Esved idi.[1]

Habbâb İbnü’l-Erett, aslen hür bir insandı; henüz küçük yaşlarda iken bulunduğu yerde bir saldırı gerçekleşmiş ve o da, akrabalarıyla birlikte esir alınmış, daha sonra da Mekke’ye getirilerek köle diye satılmıştı. Ümmü Enmâr adında Huzâa kabilesinden bir kadının kölesi olarak hayatını devam ettirirken Efendiler Efendisi ile tanışmış ve daha ilk günlerde Müslüman olmuştu.

Sahipsiz olduğu için, başta efendileri olmak üzere müşriklerin hiddetine muhatap olacak ve her daim şiddet soluklayacaktı. Kızgın güneş altında işkenceye tâbi tutuluyor, akla hayale gelmedik hakaretlere maruz bırakılıyordu.[2]

Habbâb İbnü’l-Erett’in, Âs İbn Vâil’den alacağı vardı ve Âs ibn Vâil bir türlü vermeye yanaşmıyordu. Borcunu tahsil etmek için yanına her gittiğinde:

– Muhammed’i ve dinini inkar etmediğin sürece sana borcunu ödemem, diyor ve hakkı olanı talep ettiğinde bile bunu, dinsizliği adına malzeme olarak kullanıyordu. Yine böyle bir gün Hz. Habbâb:

– Sen ölüp gitsen de, haşir meydanında haşrolacağın zamana kadar asla O’nu inkar edecek değilim, demiş ve nasılsa alacağını tahsil edeceği bir günü hatırlatmıştı ona. Ancak bu inceliği anlamak için insanda akıl ve vicdan olmalıydı. Belki zekaları vardı; ama şeytan gibi tek taraflı çalışıyordu. Onun için Habbâb’a döndü ve:

– Hani ben, öldükten sonra dirileceğim ya, sana olan borcumu o gün öderim; çünkü o gün benim, birçok çocuğum ve malım olacak, diye alay etmeye başladı.[3]

Bu, semayı titretecek bir hadiseydi ve çok geçmeden huzur-u risalette yine Cibril beliriverdi. Getirdiği ayetle Allah (celle celâluhû), mü’minlerin kuvve-i maneviyesini takviye ediyor ve Âs gibi küstahların akıbetlerinden haber veriyordu.[4]

Belki Habbâb İbnü’l-Erett, o gün bir nebze rahat nefes almıştı; ama toplumda başka bir dayanağı olmadığı için başka bir gün yine Efendiler Efendisi’nin huzuruna gelecek ve halini yine O’na arz edecekti. Zira, canını dişine takarak çalışıyordu; toplumda artı bir katma değere sahipti; ama yalnızlığını bilen Kureyş’in hedefi olmaktan bir türlü kurtulamıyordu. Küçücük bir kulübesi vardı; ateşin karşısında sabahtan akşama kadar demir döver, kılıç ve kalkan yapardı. Akşam olup da kulübesinin kapısından adımını atar atmaz karşısında Kureyş’ten bir başka ateşle karşılaşır ve hep ıstırap yudumlardı. Hele bir gün, Müslüman olduğunu duyan efendisi çıkıp gelmiş ve iyice hırpaladıktan sonra el ve kolunu bağlayarak kızgın demirleri vücuduna basmış, bayılıncaya kadar işkence etmişti. Canını zor kurtarmıştı; çaresiz huzura gelmiş ve Allah Resûlü’ne şunları söylüyordu:

– Bizim için nusret talebinde bulunmaz mısın yâ Resûlallah! Ellerini açıp da bize dua etmez misin ey Allah’ın Resûlü?

Onların acınacak bu halini Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) de zaten görüp duruyordu, ama elde başka bir çare bulunmuyordu. Ancak biliyordu ki, böylesine çetin şartlar içinden geçerken metin durmak gerekiyordu. Hem, benzeri sıkıntıları yaşayanlar, sadece kendilerinden ibaret de değildi. Cibril-i Emîn’in getirdiği ayetlerde de konu dile getiriliyor ve öncekilerin başına gelenler başa gelip de yaşanmadan cennetin kolay olmadığı anlatılıyordu.[5] Belki de Allah, uzun soluklu bir davayı ilk temsil edenlerde, sabır ve sebat ağırlıklı bir duruşu talep ediyor ve davasına ilk sahip çıkanları da, yarının daha büyük sıkıntılarını tereddütsüz ve kolayca göğüsleyebilmeleri için şimdiden hazırlıyor, imtihan üstüne imtihandan geçiriyordu. Bunun için Efendiler Efendisi:

– Sizden öncekiler arasında öyleleri vardı ki, diye başladı sözlerine. Yüzünün rengi değişmiş ve adeta pembeleşmişti. Ardından da şöyle devam etti:

– Sırf iman ettiğinden dolayı alınır ve demir testere ile başından ikiye biçilirdi, ama bu bile onun dininden taviz vermesine sebep olamazdı. Sonra demir taraklarla etleri kemiklerinden parça parça ayrılırdı; yine de yerinde sebat eder ve dininden taviz vermezdi. Aynı şekilde yere hendekler kazılır ve içine ateşler yakılırdı; ardından da diri diri içine atılır ve cayır cayır yakılırdı. Bütün bunlar, onu dininden döndürmeye yetmezdi.

Bunları anlatırken Resûl-ü Kibriyâ, adeta zaman ve mekan üstü bir konuma gelmişti ve öncekilerin hâlini adeta müşahede ederek anlatıyordu. Bunlar, geçmişten bir tabloydu. Kıymetli ve büyük olan nimetler, öyle küçük gayretlerle elde edilemezdi. Ne cennet ucuzdu ne de cehennem lüzumsuz… Birileri, lüzumsuz olmayan için, burada yatırım yaparken mü’minler, kıymeti bîpaha olan cennet ve cemalullah için bazı zorluklara tahammül etmeliydi. Ancak bu, sürekli karşılaşılan bir husus da değildi. Onun için işin burasında Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), yüzünü istikbale çevirecek ve teselli bekleyen yüzlere şunları söyleyecekti:

– Vallahi de Allah, bu işi hitama erdirecek ve nurunu tamamlayacaktır. Ta ki bir kadın, tek başına San’â’dan yola çıkacak ve Hadremevt’e kadar gidecek ve bu yolculuğu boyunca Allah’tan başka hiç kimseden korkmayacaktır. Ancak sizler, acele ediyorsunuz.[6]

San’â? Hadremevt?.. O gün için, bırakın bir kadını; kervanlarla giden nice güçlü erkeğin bile yolu kesilir ve elinde-avucunda ne varsa alınırdı. Ama bunları, Allah’ın Resûlü söylüyorsa mutlaka gerçekleşir ve böylesine huzurlu bir dünya yeniden kurulurdu. Dolayısıyla Hz. Habbâb gibi sahabeler, sıkıntılı günlerinde dişlerini sıkmaları gerektiğini öğrenmiş; böylesine bir dünyayı inşa için daha fazla gayret göstermenin gerekliliğine bir kez daha azmetmişlerdi.


Dipnotlar:
[1] İbn Hibbân, Sahîh, 15/558 (7083); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/404 (3832)
[2] Bkz. İbnü’l-Esîr, Üsüdü’l-Ğâbe, 2/102; İbn Sa’d, Tabakât, 3/164, 165; İbn Hacer, İsâbe, 2/258
[3] İbn Sa’d, Tabakât, 3/164, 165
[4] Bkz. Meryem, 18/77, 78
[5] Bkz. İbn Hibbân, Sahîh, 7/156 (2897)
[6] Bkz. Buhâri, Sahîh, 3/1322 (3416). O gün Efendiler Efendisi’nden bunları dinleyen bir sahabe, yıllar sonra yemin edecek ve gerçekten de böylesine huzur tüten bir iklimi yaşadığını ifade ederek Rabbine hamd edecektir.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.