Mus’ab İbn-i Umeyr
Mus’ab İbn Umeyr, zengin ve aristokrat bir ailenin çocuğuydu. Anne-babası, üzerinde tir tir titriyor bir dediğini iki etmiyorlardı. Bilhassa annesi Hünâs, oğluna gözü gibi bakıyor, dizinin dibinden ayırmak istemiyordu.
Gençlik yıllarına geldiğinde Mus’ab, artık yakışıklı bir delikanlıydı. Bakımlıydı; bir giydiğini ikinci kez giymez, güzel kokular kullanırdı. Hayranlıkla takip edilen biri hâline gelmişti.
Geçtiği sokaklarda pencereler aralanır, onu görüp seyredebilmek için perdeler hareket eder ve arkasından uzun uzun süzülürdü. İtibarlıydı; meclislerde bulunması şeref kabul edilir ve hep hürmet görürdü. Kapılar da, kalpler de kendisine sonuna kadar açıktı.
Derken bir gün, onun da kulağına bir şeyler gelmiş ve içini önlenemez bir merak almıştı. Tarif edemediği bir meraktı bu. Sürpriz bir şekilde bir akşam, kendini İbn Erkam’ın evinde buluverdi. İnsanlığın Emîni orada Kur’ân okuyup sohbet ediyor, dua ve ilticada bulunuyordu. Kulak verdi bir müddet… İnsanın bu sese vurulmaması mümkün değildi. Çok tatlı bir hikmet çağlayanıyla karşı karşıyaydı. Kulağından girenlerin, hücrelerine kadar işlediğini hissediyordu. Kalbinde tatlı bir sızı başlamış, dimağı görüp dinledikleriyle hüşyâr hale gelmişti.
Onun bu durumu, Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) gözünden kaçmadı. Yaklaştı yanına ve elini göğsüne koyup sıvazlamaya başladı. Mübarek ellerin hareketiyle iliklerine kadar imanın işlediğini hissediyordu. Daha oracıkta, yaşının fevkinde bir olgunlukta bir kabul yaşadı Hz. Mus’ab! Akışı değiştirecek bir olgunluktu bu! Kabına sığmıyordu; nur kesilmiş, sevinçten uçuyordu. İnsanların hayranlıkla baktıkları o lüks hayatın kendisine huzur vermediğini, veremeyeceğini şimdi daha iyi anlıyordu. Çünkü, burada her şey yeni ve çok orijinaldi.
Artık Mus’ab da, Bilâller gibi İbn Erkam’ın evinden nebean eden bu tatlı su kaynağına kendini kaptırmış; oraya uğramadan edemiyordu. Bir taraftan Allah Resûlü’nün sözlerindeki letafetle iliklerine kadar huzur soluklarken, diğer yandan da böylesine bir kıymetin farkına varamadıkları –hatta O’na karşı tavır aldıkları– için Mekkelilere kızıyordu. Böyle bir kıymetin kadri bilinmez miydi hiç?
Müslüman olmuştu olmasına, ama bunu ailesine –hele annesine– nasıl anlatacaktı? Zira, ondan çekindiği kadar hiçbir güçten çekinmiyordu. Bütün gücüyle Mekke üstüne gelse endişe duymazdı; ama annesinin vereceği tepki, aklını başından alıyordu. Bu sebeple imanını gizlemeye karar verdi; kimseye bir şey söylemeyecek ve böylelikle annesiyle de karşı karşıya gelmemiş olacaktı.
Ancak o gün için Mekke’de, herhangi bir şeyi gizlemeye imkân yoktu; âdeta herkes Kureyş’in casusu hâline gelmiş; birbirine haber taşıyordu.
Bir gün, İbn Erkam’ın evine girerken Osman İbn Talha görmüştü onu. İkinci defa gördüğünde, Mus’ab namaz kılıyordu. Mus’ab’ın da yeni akıntıya kapıldığında şüphesi kalmamıştı Osman’ın.
İnanamıyordu; onun gibi zengin birisi, nasıl olur da Ammâr gibi, Bilâl gibi, Habbâb gibi fakirlerle beraber oturup kalkabilir; onların arasına katılıp da atalarının geleneğinden, putlardan kopabilirdi? Hemen Mus’ab’ın annesine koştu ve vakit geçirmeden durumu haber verdi. Zira bu gidişe bir çare bulunmalı, akışa ‘dur’ denmeliydi!
Mus’ab’ın yeniden doğduğunu duymayan kalmamıştı artık Mekke’de! Beklediği gibi, annesinin şiddetli tepkisiyle karşılaştı. Bir zamanlar, el üstünden inmeyen Mekke’nin delikanlısı Mus’ab, artık “Allah” deyip, “Peygamber”e hayranlığını ifade ettiği için her gün dayak yiyordu. ‘Onlarla irtibat kurmasın.’ diye kuytu bir yere hapsetmiş ve başına da bir bekçi dikmişlerdi. Aklıyla gönlü Allah Resûlü’nün yanında, ama bedeniyle kendi evinde hapis yaşıyordu artık!..
Evet, annenin istekleri çok önemliydi, ama bir anne de, göz göre göre oğlunun kalbine kilit vurmamalıydı. İncitemezdi onu da… Hakkı vardı üstünde!.. Ancak gönlünün gülüyle irtibatının kesilmesini bir türlü hazmedemiyordu. Tam, “buldum” derken mahrumiyetin ne anlamı vardı?