Ümmü Ma’bed ve Süt Mucizesi (3 Rebiülevvel Hicrî 1)
Bugün hicret yolculuğunun üçüncü günü (3 Rebiülevvel Çarşamba Hicrî 1). Sevr’den hareket ettikten sonra yaklaşık yüz otuz kilometre mesafe alan Allah Resûlü ve beraberindekiler, Ümmü Ma’bed’in çadırının bulunduğu yere ulaşmışlardı. Ümmü Ma’bed, yaşlı bir kadındı; Huzâaoğulları yurdunda bulunan çadırının önünde oturur, yoldan geçen yolculara ve kervanlara yemek satardı.
Hicret yolcuları da Ümmü Ma’bed’den, satın almak için yiyecek bir şeyler istediler. Ancak, olacak ya, o gün için kadının yanında satın alınabilecek bir şey yoktu; zira, uzun zamandır yağmur yağmamış ve bu sebeple de yeşillikler kuruyup yok olmuştu, büyük bir kıtlık yaşıyorlardı.
Bu arada Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), çadırın kenarında duran koyunu göstererek:
– Ey Ümmü Ma’bed! Şu koyunun hali ne, burada niye duruyor, diye sordu.
– Açlıktan tâkati kalmadığı için sürüyle birlikte gidemedi zavallı, diyordu acıyarak.
– Onun sütü var mıdır, diye ikinci kez sordu Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem).
– O, ayakta zor duruyor; sütü nasıl olsun, diye garipsiyordu kadın. Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Onu sağmama izin verir misin, dedi. İmkânsızı istiyordu. Derisi sırtına yapışmış ve gününün çoğunu yatarak geçiren bir koyundan hiç süt çıkar mıydı? Onun için:
– Anam-babam Sana kurban olsun; şayet onda bir damla süt bulabilirsen sağ tabii ki, diyordu, gülerek!
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), artık koyunun sahibinden de izin de almış; yanına giderek dua etmeye başlamıştı. Allah’ın adını veriyor ve sütsüz memelere süt vermesi için Rabbine yalvarıyor, bunu yaparken bir taraftan da, büzüşen memelerini sıvazlıyordu. Bu arada Ümmü Ma’bed, beyhûde çaba olarak gördüğü bu hareketlere bir anlam verememesine rağmen olacakları uzaktan seyrediyordu.
Birdenbire, koyun canlanmaya başlamış ve ayağa kalkmıştı; o da ne, memeler süt doluyordu! Bunu gören Efendimiz de, hemen bir kap istemiş ve süt taşan memeleri mübarek elleriyle tutarak bu kaba sütü sağmaya başlamıştı. Sanki, az önceki o kuru memeler, bitip tükenme bilmeyen bir süt pınarına bağlanmıştı ve onlardan bol süt geliyordu.
Kovadaki sütten, önce şaşkın bakışlarla meseleyi çözmeye çalışan Ümmü Ma’bed’e takdim etti Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem). Belki de, gördüklerinin birer hayal değil, gerçeğin ta kendisi olduğunu göstermek istiyordu. Aldı ve kana kana içti Ümmü Ma’bed. Ardından, aylardır karınları doymayan çoluk-çocuğuna da verdi ve onlar da içtiler doyuncaya kadar. Evdeki en son kişi de içip süte doyunca Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), sağma işine yeniden döndü ve kovayı dolduruncaya kadar da devam etti bu işleme.
Artık herkes doymuş ve üstüne üstlük bir kova süt de artmıştı. Vakit, ayrılık vaktiydi. Aslında onun gibi birisine başka bir şey anlatmaya gerek yoktu. Kısa bir davetin ardından Ümmü Ma’bed, oracıkta Müslüman oluverdi.
Akşam olup da kocası Ebû Ma’bed, bütün gün otlatmaya çalıştığı halde bir türlü karınlarını doyuramadığı koyunlarıyla birlikte eve gelince, kovadaki sütü görecek ve:
– Ey Ümmü Ma’bed! Bu süt dolu kova da neyin nesi? Koyunlar burada değildi; kaldı ki, burada olsalar da hiçbirinde süt yok, diyecekti.
Gözü önünde yaşanılanlara şahit olan büyük kadın, tane tane konuşuyordu ve:
– Allah’a yemin olsun ki bugün, buraya çok mübarek birileri geldiler, diye başladı ve yaşadıklarını anlattı teker teker…
Ebû Ma’bed de heyecanlanmıştı:
– Bana biraz tarif edebilir misin, diyordu. Belli ki, bir yerlerle bağlantı kurmuştu. Adeta Efendimiz’in fotoğrafını çekmişçesine anlatmaya başladı Ümmü Ma’bed:
– Nur yüzlü bir adamdı; güzel ve parlak bir yüzü vardı. Yaratılışı güzel ve şekil itibariyle de vücudu düzdü. Ne göbeği öne çıkmış ve karnı büyümüştü ne de başı küçük ve kusurluydu; orta büyüklükte, güzel mi güzel ve mutedil bir vücut yapısı vardı. Gözleri siyah, göz kenarları da uzundu. Sesinde kadife gibi bir yumuşaklık vardı. Omuzları geniş, sakalı da sıktı. Kaşları, uzaktan dikkat çekecek kadar belirgin duruyordu. Sükût buyurduğunda üzerinde bir vakar, konuştuğunda ise meclisinde insibağ hakimdi; Allah’ın adını anarak konuşmasına başlıyor ve hep O’nu yücelterek devam ediyordu. Uzaktan bakıldığında, insanların en güzel ve alımlısıydı; yakınına yaklaşıldığında ise cemal ve ihsanın kemalini temsil ediyordu. Konuşmaları, tane tane ve kulak tırmalamayacak şekilde, ne az ne de çoktu. Mantığı, şiir gibi akıp gidiyordu. Ne, herkesten üstte kalacak kadar çok uzun boylu ne de insanlar arasında seçilmeyecek kadar kısa idi; görünüş itibariyle sanki O, iki dal arasında duran üçüncü bir dal gibiydi. Üç kişi arasında altın gibi parlıyordu ve görünüş itibariyle onların en güzeli idi. Arkadaşları, etrafında pervane gibi dönüyorlar; bir beyanı olduğunda ona kulak veriyor, O’ndan bir emir sudûr edince de koşarak bu emrini yerine getiriyorlardı. Etrafında dört dönüyor ve her arzusunu yerine getirmek için de, hiçbir isteksizlik emaresi göstermeden ve gönülden isteyerek koşturuyor, adeta birbirleriyle yarışıyorlardı.
Ebû Ma’bed’in gözleri dört açılmış, sanki yuvasından çıkacak gibi olmuştu; meğer evde yokken hanesine saadet güneşi gelip konmuş da haberi yoktu. Hanesine teşrif eden misafirini bu kadar tafsille ve detaylı bir tarifle kendisine aktaran hanımına heyecanla:
– Vallahi de bu, şu bize bahsedilen Kureyş’in adamı olmasın, dedi ve arkasından da şunları söylemeye başladı:
– Ne kadar isterdim, ben de O’na yetişeyim ve O’nunla arkadaş olayım! Şayet bir gün buna muktedir olursam, Mekke’de duracak ve avazım çıktığı kadar bağırıp dünyaya O’nun faziletini anlatacağım! Önemli değil; insanlar bu sesin nereden geldiğini bilmesinler. Çünkü, önemli olan sesin sahibi değil, sesin anlattıklarıdır.
Bunu dedikten sonra Ebû Ma’bed duracak ve duygularını şiirin kalıplarına dökerek Efendimiz’i anlatmaya başlayacaktı.