Tuzak Teklifler ve Efendimiz’in Din ve Vicdan Hürriyeti Açılımı
Allah Resûlü, Kâbe’yi tavaf ediyordu. Bu esnada Mekkeli müşriklerin ileri gelenlerinden Velîd İbn-i Muğîre, Âs İbn-i Vâil, Esved İbn-i Abdilmuttalib ve Ümeyye İbn-i Halef de metâf alanına girmiş ve O’na yaklaşmaya başlamışlardı. Genel tavırlarından yeni bir teklifte bulunacakları da belliydi. Nitekim O’nu durdurmuş ve konuşmak istedikleri bir mesele olduğunu söylemişlerdi. Allah Resûlü “Buyurun! Sizi dinliyorum!” deyince aralarından söz alan Velîd konuşmaya başladı: “Ey Muhammed! Gel, aramızda ortak bir yol bulalım. Biz senin taptığına tapalım, sen de bizim taptıklarımıza tap. Böylece sen de biz de bütün işlerimizde ortak oluruz. Getirdiklerin hayırlı şeyler ise biz de o hayırdan istifade etmiş oluruz. Eğer bizim inançlarımız daha hayırlı ise sen de payını almış olursun!”
Teklif Karşısında Allah Resûlü’nün Duruşu
Allah Resûlü’nü iman davasından bir şekilde vazgeçirmeye çalışan Mekkeli müşrikler, kendilerine göre çok isabetli bir çözüm üretmişlerdi. Artık Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm), bu tekliflerini ortada bırakamazdı. Zira ortaya üzerinde uzlaşılabilecek her iki tarafı da memnun edecek “makul” bir öneri de bulunmuşlardı. Ancak sonuç hiç bekledikleri gibi olmadı. İslam’ın sadece Allah’a ibadet ilkesinden taviz koparmak için sinsice planlarla yanaşan bu insî şeytanlara karşı Allah Resûlü, yine tebliğ öncelikli yaklaştı. Onların bu teklifini, Rabbini onlara tanıtmaya bir fırsat ve vesile olarak değerlendirdi ve kendilerine şu ayetleri okuyarak cevap verdi:
“Her şeyi yaratan Allah’tır. Her şey O’nun tasarruf ve yönetimindedir. Göklerin ve yerin hazinelerinin anahtarları O’nun nezdindedir. Allah’ın ayetlerini inkâr edenler var ya işte asıl hüsrana, en büyük kayba uğrayanlar onlardır. Ey cahil topluluk! Böyle iken siz hangi akılla/mantıkla Allah’tan başkasına ibadet etmemi teklif ediyorsunuz? Halbuki bana da benden önceki peygamberlere de şu gerçek vahyolunmuştur ki: ‘İyi dikkat et! Allah’a ortak koşarsan yaptığın bütün makbul ameller boşa gider ve sen ahirette kaybedenlerden olursun. Bilakis, sen yalnız Allah’a kulluk et ve O’na şükredenlerden ol! Fakat onlar Allah’ın kudret ve azametini hakkıyla takdir edemediler, O’na layık tazimi gösteremediler. Halbuki bütün bir dünya kıyamet günü O’nun avucunda, gökler alemi de bükülmüş olarak elinin içindedir. Böyle bir azamet ve hakimiyet sahibi olan Allah, sizin uydurduğunuz ortaklardan münezzehtir.”1 “Elbet ben, hele de Rabbim’den bana hakikatin apaçık delilleri ulaşmışken, Allah’tan başka yalvarıp yakardıklarınıza kulluk etmekten kesin olarak menedildim. Ben kendimi Alemlerin Rabbine teslim etmekle emrolunmuş bulunmaktayım ve zaten daha önce de asla şirke bulaşmadım.”2
Cebraîl Yeni Bir Sûreyle Geliyor!
Allah Resûlü’nün verdiği cevap açık ve netti. Ancak onlar bunu bir türlü anlamıyor ya da anlamak istemiyorlardı. O’nu azıcık da olsa şirke bulaştırmak ve bununla Müslüman toplumun ve İslam’a yakın duranların zihinlerini karıştırmak, yeni bir fitne çıkarmak istiyorlardı. Onun için aldıkları bu cevap karşısında memnun kalmadılar. Ancak yine de pes etmemişlerdi. Çok geçmeden tekliflerini yeniden revize edip gündeme getirdiler: “O zaman ya Muhammed! Gel, bir sene biz senin ilahına tapalım bir sene boyunca da sen bizim ilahlarımıza tap. Bunu da yapmazsan o zaman en azından gel, sen bizim ilahlarımızdan birine el sür ve tazimde bulun ki biz de seni tasdik edelim.”
Allah Resûlü, kendisine yapılan bu tekliflere gerekli ve yeterli cevabı vermişti. Ancak o esnada Cebrail de (aleyhisselam) inmiş ve kendisine müstakil bir sûre getirmişti. Gelen vahiy hem geçmişi özetliyor hem gelecekte de onlarla aynı inanç ve ibadet çizgisinde bulunamayacağını ifade ediyor hem de onlara yeni bir teklif de bulunuyordu: “(Ey Resûlüm! Onlara) de ki: ‘Ey (Allah’tan gelen gerçekleri duymayan/anlamayan ve onları örtbas etmek isteyen) inkarcılar! Ben, sizin taptıklarınıza asla ibadet etmem. Siz de benim ibadet ettiğime ibadet etmiyorsunuz. (O halde boşuna ümitlenmeyin!); Ben de sizin taptıklarınıza asla ibadet edecek değilim. (Zaten bu inkârcı tavrınızdan, inadınızdan, kibir ve gururunuzdan da vazgeçmedikçe) siz de benim ibadet ettiğime ibadet etmezsiniz. O halde (gelin! Aramızda yeni bir karara varalım.) Sizin dininiz size, benim dinim bana ait (olsun.)“3 Ancak onlar, içinde din ve vicdan hürriyetini de barındıran böyle bir teklifi hem beklemiyorlardı hem de bu hiç işlerine gelmemişti. Allah Resûlü’ne cevaben bir şey diyemeden sessizce yanından ayrılmışlardı.
Allah Resûlü’nden Sağlam Duruş ve Tevhit Dersi
Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), onların bu teklifleri karşısında sağlam bir duruş sergilemiş ve bu ayetlerle onlara tam bir ihlas ve tevhit dersi vermiş adeta şöyle seslenmişti: “Ben bir Müslümanım. Bir elime ayı, bir elime güneşi de verseniz, sizin taptığınız ve beni de kulluğuna çağırdığınız o sahte ilahlara asla ibadet etmeyi düşünmem. Nitekim siz de benim kulluk ettiğim sonsuz ilim, hikmet, kudret ve merhamet sahibi, eşi ve benzeri, ortağı bulunmayan, âlemlerin yegâne Mâlik’i, Rabb’i, yöneticisi ve ilahı olan O zat-ı zülcelâle ibadet etmezsiniz. O halde boş yere kendinizi yormayın ve benden bu hususta taviz koparabileceğiniz vehmine kapılmayın. Sizin de bildiğiniz gibi Ben, taptıklarınıza geçmişte de tapmadım, tapmıyorum ve ebediyen de tapacak değilim. Siz de bu küfür ve inhirafınızda devam ettiğiniz sürece asla benim kul olduğum Allah’a kulluk yapmazsınız. Zira size göre dinî, içtimaî, iktisadî ve idarî alanlarda Allah’tan başka sözü dinlenecek ve kendisine kulluk yapılacak nice ortaklar/putlar var. Halbuki Benim ilahım birdir. O’nun eşi, dengi, benzeri, ortağı, yardımcısı yoktur. Allah, Samed’dir. Her şey O’na muhtaçtır, fakat O, hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç değildir. Bütün canlıları besleyen, terbiye eden, yöneten ve yönlendiren, Kendisine kulluk yapılmaya layık tek Zât O’dur.”4 Nitekim bu sûre, İhlas sûresinin muhtevasıyla çok irtibatlı olduğundan dolayıdır ki ikisine birden “İhlâseyn” de denilmiştir. Allah Resûlü’nün, bu iki sureyi sabah ve akşam namazlarının sünnetlerinde, vitir ve tavaf namazında sıkça okuması da bunu göstermektedir.5
Allah Resûlü’nden, Din ve Vicdan Hürriyeti Teklifi
Allah Resûlü, kendisine bu teklifi yapanlara bu ayetleri okuyup son mesajını verirken “(Öyleyse gelin!) Sizin dininiz size, Benim dinim Bana ait olsun.” buyurmuştu. Bu aslında onlara yeni bir teklifti. Zira bu ifade, o güne kadar Mekke’de hiç kimsenin seslendirmediği çok önemli bir hususu içinde barındırıyordu: Din ve vicdan hürriyeti. Allah Resûlü bu ayetle onlara “Gelin! Birbirimize dini inanç ve pratiklerimizi dayatmayalım. Herkesin, dinî inançlarını özgürce yaşamasına müsaade edelim. Herkes, birbirlerinin temel dinî ve insanî hak ve hürriyetlerine saygılı olsun. Bu anlamda Mekke’yi din ve vicdan hürriyetinin beşiği haline getirelim. Kimse inançlarından dolayı baskıya maruz kalmasın. Bu şehri birlikte, dinî özgürlükler açısından bütün toplumlara örnek bir merkeze dönüştürelim.” teklifinde bulunmuştu.
Her defasında onlar bu tür isteklerle geldiklerinde Allah Resûlü de bu teklifini yeniliyordu. Zira farklı zamanlarda nazil olan ayetler, Allah Resûlü’ne “din ve vicdan hürriyeti” ilkesinin yerleştirilmesi adına telkinlerde bulunuyordu:
“Buna rağmen yine de seni yalanlayıp kaba kuvvet ve zorbalıkla sesini kısmaya kalkışırlarsa, o zaman onlara de ki: ‘Bakın, ben hiç kimseyi iman etmesi için zorlamıyorum, siz de bizim inancımıza müdahale etmeyin. Öyle ya, benim yaptıklarım bana, sizin yaptıklarınız da size aittir. Eğer ben bir yalancıysam, bunun sonuçlarına katlanacak olan benim; yok eğer sizler hakikati inkâr eden kimselerseniz, bunun zararı da bana değil, sizlere dokunacaktır. Çünkü siz benim yaptıklarımdan sorumlu olmadığınız gibi, ben de sizin yapıp-ettiklerinizden sorumlu değilim.”6 “…Ey İnsanlar! Eğer benim dinimden herhangi bir şüphe içindeyseniz, şunu bilin ki ben sizin Allah’tan başka taptıklarınıza ibadet etmem. Ben ancak (sizin de benim de) canımı alacak olan Allah’a kulluk ederim. Zira bana, müminlerden olmam emredildi.”7 “De ki: ‘Bizim işlediğimiz herhangi bir suçtan, siz sorguya çekilecek değilsiniz; biz de sizin yaptıklarınızdan sorguya çekilmeyeceğiz.’ Ve De ki: ‘Kaldı ki Rabbimiz hepimizi bir araya toplayacak, sonra aramızda en doğru bir şekilde hükmünü verecektir. Çünkü O, hükmünü adaletle verip gerçeği ortaya çıkaran ve her şeyi hakkıyla bilendir.”8
Hatta Kur’ân, Medine döneminde bile benzeri tekliflerde bulunanlara karşı asla taviz vermediği gibi taşkınlık yapıp haddi aşan kimseler karşısında Müslümanlara, üsluplarını bozmamayı, sulh çizgisini korumayı ve herkesi kendi konumunda kabul etmeyi ders vermişti: “(Kâmil Müminler), ‘Boş ve yararsız olan sözü/manasız teklifi’ işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve: ‘Bizim yapıp-ettiklerimiz bizim, sizin yapıp ettikleriniz sizindir; size selam olsun, biz sadece cahillerin düştüğü yanlışa düşmek istemeyiz.’ derler.”9
Müşrikler bu teklife cevab-ı sevap vermese de Kur’ân, Allah Resûlü’ne doğru bildiği yolda emin adımlarla yürümesini telkin etmiş, onlarla faydasız tartışmaya girmemesini öğütlemişti: “(Ey Nebim!) O halde sen durmadan herkesi Hakka davet et ve sana emredildiği tarzda dosdoğru ol! Sakın onların keyiflerine/tekliflerine uyma ve şöyle de: ‘Allah hangi kitabı indirmişse ben ona inandım. Hem bana, aranızda adaletle davranmam emri verildi. Allah bizim de sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimizin sorumluluğu bize, sizinkilerin ki ise size aittir. Bizimle sizin aranızda tartışmaya gerek yoktur. (Nasıl olsa)Allah (ahiret günü)bizi bir araya getirip-toplayacaktır. (Sonuçta)hepimiz O’nun huzuruna götürüleceğiz (O herkesin hesabını bizzat görecektir.)“10
Dinde Zorlama Kabul Edilemez!
Allah Resûlü, Mekke’de daha ilk günlerden itibaren müşrikleri davet ettiği din ve vicdan hürriyeti uygulamasını, Medine’de de aynen devam ettirmişti. Zira Kur’ân’ın beyanları Medenî ayetlerde de bu istikamette nazil olmuştu. Bu hususta nazil olan son ayette durum çok net ve açıktı: “Dinde zorlama yoktur. Doğru yol sapkınlıktan, hak batıldan ayrılıp belli olmuştur. Artık kim tağûtu (yani Allah’ın yerine konan putları ve emsallerini)reddedip Allah’a iman ederse, işte o, kopması mümkün olmayan sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah her şeyi işitir, bilir.”11
Dolayısıyla O, davet metodolojisinde hak ve hakikati bütün gerçekliğiyle izah ederken muhataplarının akıl, mantık ve duygularına birlikte hitap ediyor, sonuçta tercihi onların hür iradelerine bırakıyordu. Kimseye inanması için baskı yapmıyor yapılmasına da müsaade etmiyordu. Zira din, ilim, iman, ahlak ve salih amelden oluşan bir bütündü. Bir kimseye zorla bilgi verilebilir fakat zorla iman ahlak ve salih amel kazandırılamazdı. İman, kalbin hür olarak tasdiki ve o istikamette insanın gönülden isteyerek inancına göre şekillenmesiydi. Nitekim İslam itikadına göre baskı karşısında iman edenin imanı makbul olmadığı gibi onun bu sözlerine güvenmek de mümkün değildir. Bu yönüyle dinin özü ihlas yani Allah rızası için samimâne inanmak ve yaşamaktır. Kur’ân’ın bu hususta Allah Resûlü’ne emri açıktır:“Bana, din ve ibadetimi yalnız Allah’a has kılarak gönülden O’na kulluk etmem emredildi.”12
Allah Resûlü de tebliğ ve davet vazifesinde hiç kimseyi inanması için zorlamamış hatta ashabına da böyle bir şeye müsaade etmemiştir: Hicretten önce, çocukları doğduktan sonra yaşamayan Ensâr’dan bazı aileler, çocukları yaşarsa onları ehl-i kitabın dinine girmek üzere adardı. Bu sebeple Ensâr çocuklarının bir kısmı Yahudi ve hristiyanlık dinine girmişti. Ensâr’dan bu tür çocukları olanlar “Biz vaktiyle bunların dinlerini, bizim dinimizden daha üstün görürdük ve çocuklarımızı onun için o yola sevk ederdik. Madem ki şimdi İslam geldi, her halde bizim bunları almamız ve Müslümanlığa girmeye zorlamamız hakkımızdır.” demeye başladılar. Hatta Husayn adında Ensar’dan birinin iki oğlu, Sâlim İbn-i Avfoğulları’nın yanındaydı. Şam tüccarlarının da telkiniyle Hristiyanlığa girmişlerdi. Babaları onları yakalamış ve “Vallahi, Müslüman olmadan sizi bırakmam!” diye sıkıştırmıştı. Onlar da bu durumdan rahatsız olmuş ve durumu Resûlüllah’a sormak için huzura gelmişlerdi. Baba, haklı olarak “Ey Allah’ın Resûlü! Bunlar benim ciğerparelerim! Onlar ateşe doğru giderken ben seyirci kalamam!” demişti. Vakayı dinleyen Allah Resûlü’ne ise “Artık dinde zorlama yoktur. Doğru yol, sapkınlıktan, hak yol batıl yoldan kesin çizgilerle ayrılmıştır.” ayeti nazil olmuş ve O da “Onları kendi tercihleriyle baş başa bırak!” buyurmuştu.13 Zira Kur’ân’ın beyanıyla “… Size Rabbinizden, hakikatin ta kendisi olan Kur’an geldi! Artık dileyen ona iman etsin, dileyen inkâr etsin…”14 deyip meseleyi hür iradelere bırakmak temel ölçü olarak alınmalıydı.
Kur’ân, son peygamber olarak Allah Resûlü’ne tebliğde yol gösterirken “O halde (Resûlüm!) sen onlara öğüt ver/irşada devam et. Çünkü senin görevin sadece öğüt verip düşündürmektir. Yoksa sen onların üzerinde zorlayıcı olarak görevli değilsin.”15 buyurmuş ve vazifesinin baskı değil sadece tebliğ ve irşat olduğunu kendisine talim buyurmuştur. Dolayısıyla O’nun sünnetine tabi olan ümmetinin de tebliğ, davet ve eğitim adına kıyamete kadar takip edeceği yol da baskı değil hak ve hürriyetlere saygı, din ve vicdan özgürlüğü, sevgi, şefkat, mülâyemet, merhamet ve adalet olmalıdır. Aksi takdirde dinî tebliğ ve eğitimde yöntem olarak zorlama ve baskıyı kullananlar sonunda İslam’a ve İslâmî değerlere karşı nefretin oluşmasına sebebiyet vereceklerdir ki bu da hem dine hem de insanlığa hizmet değil büyük bir zarardır.
Yazar: Dr. Selim Koç
Dipnot:
- Zümer Sûresi, 39/62-67
- Mümin Sûresi, 40/66
- Kâfirûn Sûresi, 109/1-6
- Bkz. İhlas Sûresi,112/1-4
- Bkz. Müslim, Salâtu’l-Müsafirîn 15/98 (726); Tirmizî, Salât 192 (417); İbn-i Mâce, İkâmetu’s-salât 102 (1148, 1149)
- Yunus Sûresi, 10/41
- Yunus Sûresi, 10/104
- Sebe’ Sûresi, 34/25, 26
- Kasas Sûresi, 28/55
- Şûra Sûresi, 42/15
- Bakara Sûresi, 3/256
- Zümer Sûresi, 39/11. Ayrıca bkz. Mü’min Sûresi, 40/14; Beyyine Sûresi 98/5
- Bkz. Kurtûbî, Âlûsî ve İbn Âşûr, Bakara 256. ayetinin tefsirleri.
- Kehf Sûresi, 18/29
- Ğâşiye Sûresi, 88/21,22