“Tekfirizm” Vebası ve Efendimiz’in (sas) Duruşu
Dünden bugüne Müslüman toplumların yaşadığı temel problemlerden birisi de tekfirizmdir. Tekfîr etmek, bir Müslümanın, başka bir Müslümanı küfre nispet etmesi yani onu kafir sayması demektir. Kur’ân ve Sünnet’in uyarılarına, tarihte yaşanmış acı tecrübelere rağmen günümüzde hala Müslümanlardan bazı kimse ya da kesimler, sahip oldukları iyi niyet ve düşüncelere rağmen aralarındaki fikir farklılıkları ya da olaylara bakış açılarından kaynaklanan ihtilaflardan dolayı mümin kardeşlerini tekfir edebilmektedir. Bunun sonucunda “Müslümanım!” diyen gruplar, İslam kardeşliğini unutup birbirlerinin canlarını, mallarını ve ırzlarını bile helal sayabilecek noktaya gelebilmektedir.
Bu aşırılık, zamanla birçok psikolojik ve sosyolojik problemleri doğurmuş; fertler ve toplumlar arasında kalıcı düşmanlıkların ortaya çıkmasına hatta anarşi ve terör olaylarına kadar birçok soruna sebebiyet vermiştir. Dolayısıyla farklı fikir ve düşüncelere kapalı, kendi doğrularından başka hakikat tanımayan ve tekfire odaklanmış bu zihniyet, bugün İslam dünyasını hatta insanlığı tehdit eden önemli sorunlardan biri haline gelmiştir. İslam toplumunun birlik ve beraberliğini, geleceğini ipotek altına almış bulunan bu büyük fitnenin temel sebebi Kur’ân ve Sünnet’e bütüncül bakamamanın yanında insanın ihtilafa ve düşmanlığa açık tabiatı, taklit, cehalet, taassup, maddi ve siyasî menfaat düşkünlüğüdür.
Allah Resûlü de Asr-ı Saadet’te bu fitnenin tohumları sayılabilecek hadiselerle karşılaşmış ve bu sorunun çözümünde bize ışık tutacak birtakım temel ölçüler ortaya koymuştur.
Allah Resûlü, Tekfiri Yasaklamıştır!
Karşılıklı tekfirleşme, Müslümanların birlik ve beraberliğine zarar verip onları bölük-pörçük hale getireceği ve aralarına çok ciddi fitne tohumları ekeceği içindir ki Allah Resûlü, müminleri böyle bir yanlışa düşmekten şiddetli bir şekilde nehyetmiştir: “Kim bir kardeşine ‘Ey kafir!’ derse o söz mutlaka ikisinden birine döner. Eğer kendisine böyle denilen kimse öyleyse söz yerini bulmuş olur. Aksi takdirde o lafız söyleyene geri döner.”1 Bundan dolayı mümin, tekfirin bu büyük ve ağır sorumluluğunun bilinciyle hareket etmeli, imanını ve ahiretini koruma adına başkalarına “kafir” dememeye azami derecede dikkat etmelidir.
Bu konuda müminler hitaplarına da özenle seçmeli; şaka ya da ciddi insanlara seslenirken bu ve benzeri manada ifadelerden sakınmalıdır. Zira Allah Resûlü, olumsuz bütün hitapların, insanın kendisine döneceğini bir hadislerinde şöyle beyan buyurur: “Kim bir adamı ‘Ey kâfir!’ diye çağırır veya ona ‘Ey Allah’ın düşmanı!’ şeklinde hitap eder ve şayet o kimse de böyle değilse, bu söz, söyleyenin kendisine döner.”2
Bu konuda insanın ağzından dökülen sözlerin mutlaka bir hüküm ifade edeceğine ve bunun bir sonucunun olacağına dikkat çeken Allah Resûlü, “Bir kimse yemin ederek ‘Ben İslam’dan uzağım’ dese, dediği yalan bile olsa öyle olur. Şayet söylediğinde sadıksa bir daha sağlam/sahih bir şekilde İslam’a giremez.”3 buyurur ve bu husustaki dikkatsizliğin beraberinde getireceği hayati bir tehlikeye işaret eder. Bir defasında Allah Resûlü’nün huzurunda tartışan iki kişiden birisi, diğerine: “Mesele senin dediğin gibiyse o zaman ben Yahudi olayım” demişti. Bu sözü işiten Allah Resûlü, “Vacib oldu!” buyurarak 4 “Yahudi olayım!” sözünü söyleyen kimsenin, gerçekten olay öyle değilse Müslümanlıktan çıkıp bir başka dine girmiş olacağını haber vermişti.
Mümini Tekfir Etmek, Cinayettir!
Allah Resûlü, bir mümine lanet okumayı ve onu küfürle itham etmeyi canına kastetmekle eşdeğer tutmuştur: “… Kim bir mümini lanetlerse onu öldürmüş gibidir. Kim bir mümini küfre nispet ederse onu öldürmüş gibidir.”5 Zira bu durum, Müslümanın ictimaî hayatta ölüme mahkum edilmesidir. Bundan dolayıdır ki Müslümanı aşağılamak bile fasıklık olarak ifade edilmiştir: “Müslümanla savaşmak küfür, ona sövmek de fasıklıktır.”6 Bir Müslümanı tekfir etmek, onun dini kimliği üzerinden şahsiyetini yaralayıp zarar vereceğinden dolayı bunu da Allah Resûlü şu beyanıyla haram kılmıştır: “Müslümanın kanı, malı ve şahsiyeti diğer Müslümana haramdır.”7
Müslümanı tekfir etmemek, imanın özündendir!
Bir insan, mümin ve Müslüman olduğunu beyan ediyorsa bir başkasının onun hata, isyan ve günahlarına bakıp kendisini tekfir etmesi Allah Resûlü tarafından net bir şekilde yasaklanmıştır: “Üç şey imanın aslındandır: ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ diyeni tekfir etmeyip dilini korumak. Günahlarından dolayı bir mümini tekfir etmemek. Bir de böyle bir kimseyi İslâm dairesinin dışında saymamak…”8 Hatta hadiste geçen “… İmanın aslındandır!” ifadesinden de anlaşılacağı üzere bir mümini tekfir etmemek, insanın imanındaki derinliğinin ve şuurunun göstergesidir.
Kalpte olan bilenemeyeceğinden dolayı zahire bakıp mümin tekfir edilemez!
Hz. Üsâme İbn-i Zeyd, hicretin 8. yılı, Gâlib İbn-i Abdullah komutasındaki 200 kişilik bir seferde yer almıştı. Yola çıkan birlik, sabah vaktinde gideceği yere ulaşmış ve düşmanı hezimete uğratmıştı. Bu arada Hz. Üsame de mübareze yaptığı Mirdâs İbn-i Lehîk’i tam yenmek üzereyken, o, “La ilahe illallah” diyerek Müslüman olduğunu açıklamıştı. Bir an duraksayan Hz. Üsame, adamın can korkusuyla Müslümanlığa girdiğine ve samimi olmadığına karar vermiş ve onu öldürmüştü. Medine’ye dönünce yaşadığı bu olayı, Peygamberimiz’e haber vermişti. Duydukları karşısında celallenen Allah Resûlü, “Ey Üsame! Sen, ‘La ilahe illallah’ diyen bir adamı mı öldürdün?” diye sormuş; o da, “Ya Resûlallah! O bu sözü, canını kurtarmak için söylemişti.” cevabını vermişti. Bunun üzerine Allah Resûlü, kıyamete kadar gelecek bütün müminlere uyarı niteliğinde şöyle buyurmuştu: “Onun, Müslümanlığında samimi olup-olmadığına dair kalbini mi yarıp baktın? La ilahe illellah diyen bir kimseyle kıyamet günü senin halin nice olur?” Efendimiz, bu cümleyi peş peşe o kadar tekrar etmişti ki Hz. Üsame, O’nun bu tehalükü karşısında, yaptığı hatanın büyüklüğünün farkına varmış ve “Keşke daha önce değil de bugün Müslüman olsaydım!” diyerek pişmanlığını dile getirmişti.9
Üstelik bu olay üzerine “Ey iman edenler! Yeryüzünde Allah yolunda sefere çıktığınız zaman, son derece dikkatli davranın. Size selam verene, dünya hayatının geçici ve az bir menfaatini elde etmek için: ‘Sen mümin değilsin’ demeyin! Unutmayın ki Allah’ın katında birçok ganimetler vardır. Önceden siz de öyle idiniz. Allah size lütfetti de imanla şereflendiniz. Öyleyse iyi anlayın, dinleyin ve çok dikkatli davranın. Muhakkak ki Allah, yaptığınız her şeyden haberdardır.”10 ayeti inmiş ve bütün müminler, bu konuda çok hassas olmaya davet edilmişti. Ayrıca bu ayetle “zanna dayalı niyet okumalarla” ya da “maddi bir menfaate dayalı çıkar düşüncesiyle”, insanları tekfir etmenin ve dalaletle suçlamanın büyük bir günah olduğu hükme bağlanmıştı.
Dolayısıyla bir kimse İslam’ın selamını veriyor, kelime-i tevhidi söylüyor ve Müslüman olduğunu belirtiyorsa savaş ortamında dahi olsa kafir sayılıp öldürülemez, teslim alınır ve korunur. Böyle birisine şüphe üzerine asla kafir ve düşman muamelesi yapılamaz. “Şüphe ya da makul şüphe!” iddialarıyla canına ve malına zarar verilemez.
Elimi Kesen Düşman, Korkudan “Müslüman Oldum” Dese!
Bir gün Hz. Mikdad, Efendimiz’e yaklaşmış ve “Ya Resûlallah! Ben bir kafir ile karşılaşsam ve onunla savaşsam, o da kılıcıyla vurup elimi kesse, sonra da bir ağacın arkasına sığınarak, korktuğundan dolayı ‘Ben Müslüman oldum.’ dese, onu öldürebilir miyim?” diye sormuştu. Efendimiz, “Hayır! Onu öldüremezsin!” cevabını vermişti. Maksadının tam anlaşılmadığını düşünen Hz. Mikdad, “Ya Resûlallah! O, elimi kestikten sonra bu sözü söylediğine göre sırf canını korumak için kelime-i şehadet getirdiği belli. Yine de ben, onu öldüremem mi?” diye tekrar sordu. Bunun üzerine Efendimiz, “Hayır! Asla öldüremezsin! Şayet onu öldürürsen, o, senin öldürmenden önceki yerine geçer (o Müslüman olarak ölür), sen de onun, o Müslüman olmadan önceki konumuna düşersin (küfre girmiş olursun).” buyurdu.11
Dolayısıyla bir Müslüman, cephede savaştığı kimse “Ben Müslüman oldum!” dediğinde ona dokunamıyorsa hatta onu öldürdüğünde kendisine kısas uygulanması gerekiyorsa normal şartlar altında asla “Ben, Müslümanım!” diyen bir şahsa “Hayır değilsin!” diyerek dokunamaz.
Herkesi, İmanıyla Başbaşa Bırakın!
Asr-ı saadette yaşanan şu hadise de Efendimiz’in tekfir hususundaki hassasiyetini gösteren önemli bir delildir: Furat İbn-i Hayyan, Ebu Süfyan’ın casuslarından birisiydi. Peygamberimiz onun takip edilip yakalanmasını ve cezalandırılmasını istemişti. Ancak Furat’ın, Ensar’dan sözleşmeli bir kardeşi vardı. Ondan eman almış ve Medine’ye gelmiş geziyordu. Üstelik Ensar’dan bir topluluğa uğramış ve “Ben, Müslümanım” demişti. Vakit kaybetmeden bu bilgiler Efendimiz’e ulaştırılınca O şöyle buyurmuştu: “Sizden bazı kimseleri, imanıyla baş başa bıraktığımız gibi onu da imanıyla baş başa bırakırız.”12 Böylece Allah Resûlü, “Ben Müslümanım!” diyen hiçbir kimseye dokunulamayacağını bildirmiş ve fiili uygulamalarıyla da bunu teyit etmişti.
Sonuç
İnsanlar, “Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed, O’nun kulu ve Resûlü’dür” dedikleri sürece asla tekfir edilemezler. Ehl-i kıbleyi tekfir edenler, Cenâb-ı Hakk’ın zimmetini çiğnemiş olurlar: “Kim, kıblemize döner, namazımızı kılar, kestiğimiz hayvanın etinden yerse bu kimse Allah ve Resûlü’nün zimmeti altındadır. Allah’ın zimmetini çiğnemeyiniz!”13
Ehl-i Sünnet alimlerinin ortak kanaati ile: “Hata ile bin kafiri İslam’a sokmak, hataen bir Müslümanı, İslam’dan çıkarmaktan daha hayırlıdır.” Dolayısıyla tekfir, tehlikeli bir yol; susup dilini korumak, hükmü ve hesabı Allah’a bırakmak ise tamamen mahzursuz bir güzergahtır.
Kendisi gibi düşünmeyenleri, insanlar nezdinde itibarsızlaştırmak ve bitirmek için tekfiri, siyasi, sosyal ve psikolojik bir silah olarak kullanmak, büyük bir vebal, zulüm, cinayet, Kur’ân ve Sünnet’e başkaldırıdır. Din ve dini kavramların istismarı, hiçbir şekilde caiz değildir.
Müslümanlar arasında tekfir vebasını yayanlar, bu konuda işlenecek olan maddi manevi cinayetlerin müsebbibi olacaklarından bütün günahlara da ortak sayılırlar.
Tekfir fitnesi, ümmetin vahdetini parçalamış, Müslüman toplumları birbirine düşürüp zaafa uğratmış ve sonuçta İslam toplumuna düşmanlarının veremeyeceği kadar zarar vermiş; Müslüman toplumların birbirinin düşmanı haline gelmesinde ciddi bir rol oynamıştır.
Tekfirin sebebiyet verdiği tefrika, İslam düşmanlarının bu coğrafyayı istediği gibi kolayca şekillendirmesine zemin hazırlamış ve bu toplumların daha hızlı sömürgeleşmesine neden olmuştur. Dolayısıyla Müslüman toplumlar, kendinden olmayanı “tekfir ve tadlîl” vebasından kurtulmadıkça yüzyıllardır içinde sürüklendiği ve çıkmak için debelendikçe daha da battığı tefrika girdabından kurtulamayacaktır.
Tekfir, İslam’ın getirdiği inanç ve düşünce hürriyetini, sulh, sevgi ve müsamaha anlayışını dinamitlediği gibi onun kardeşlik ve ötekine bakışla ilgili koyduğu prensiplere de ciddi zarar vermiş ve vermektedir. Müslümanlar, beraberinde bin bir sıkıntı getiren bu problemden bir an önce kurtulmalı ve enerjilerini, insanları dinden çıkarmak için değil dine davet için kullanmalıdırlar. Zira bütün peygamberlerin yolu budur.
Not: Bu konunun kapsamına giren insanları nifaka nispet edip münafıklıkla itham etme ayrıca ele alınıp incelenecektir!
Yazar: Dr. Selim Koç
Sitemizin yazarlarından Selim Koç, 1987 yılında Uludağ Ünv. İlahiyat Fakültesinde lisans eğitimini tamamladı. 1992. yılında aynı fakültede hadis ilimlerinde yüksek lisansını bitiren yazarımız, 2002 yılında Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde Tefsir alanında doktorasını tamamladı. Yazar, aynı yıllarda Tefsir, hadis, fıkıh, kelam ve tasavvuf alanlarında özel dersler almaya da devam etti. Yıllardır siyer alanında da okumalar yapan ve makaleler kaleme alan yazarımız sekiz yıldır sitemizde düzenli olarak yazmaktadır. Yazarımız, 1,5 yıl kadar Mekke ve Medine’de ikamet etmiş ve Allah Resûlünün hayatıyla ilgili pek çok mekanlara gitmiş ve özel araştırma ve incelemelerde de bulunmuştur.
Dipnot:
- Buharî, Edeb 73; Müslim, İman 111 (60); Ebu Davud, Sünnet 16; Tirmizî, İman 16
- Buharî, Edeb 44; Müslim, İman 112
- Ebu Davud, Eymân ve’n-Nuzur 9; Nesâî, Eymân ve’n-Nuzur 8 (3772); İbn Mâce, Keffârât 3
- İbn-i Mâce, Keffârât 3 (2099)
- Buhari (6047); Müslim (110); Ebu Davud, Eymân ve’n-Nuzur 9 (3257); Tirmizî, İman 16 (2636)
- Buharî, (48); Müslim (64); Tirmizi, İman 15 (2634, 2635)
- Müslim, Birr 10 (2564); Ebu Davud, Edeb 40 (4882); Tirmizi, Birr 18 (1927)
- Ebu Davud, Cihad 35 (2532); Beyhâkî, es-Sünenü’l-Kübra, II/189
- Buharî, Meğâzî 45 (4269); Müslim, İman 158 (96); Ebu Davut, Cihad 104 (2644); İbn Sa’d, Tabakât, II/119
- Nisa, 4/94
- Buharî, Diyât 1; Müslim, İman 155
- Ebu Davud, Cihad 109 (2652)
- Buharî, Salât (393)
[…] denilen kimse öyleyse söz yerini bulmuş olur. Aksi takdirde o lafız söyleyene geri döner.”1 Bundan dolayı mümin, tekfirin bu büyük ve ağır sorumluluğunun bilinciyle hareket etmeli, […]