Selmân-ı Fârisî’nin Efendimiz’le (sas) buluşması (9 Rebiülevvel Hicrî 1)

320

Medine’de, O’nun gelişini heyecanla bekleyenlerden biri de, Selmân-ı Fârisî idi. İran topraklarından çıkmış; gerçek dini bulma adına önce Şam’a, daha sonra da sırasıyla Musul, Nusaybin ve Ammûriye’ye gelerek hakikat arayışını devam ettirmişti. Her uğradığı yer, onu aradığına bir miktar daha yaklaştırıyordu. En son Ammûriye’de yanında kaldığı papazın:

– Buralarda, bizim gibi seni emanet edebileceğim kimse kalmadı; fakat, İbrahim’in hanif dini üzere gelecek olan bir Nebi’nin gölgesi üzerimize düşmek üzere. O’nun hicret edeceği yer, hurma ağaçlarıyla doludur. O’nun, gizli kalmayacak üç alâmeti vardır; iki kürek kemiği arasında risalet mührü vardır, hediye kabul edip ondan yer, ama O asla sadaka kabul etmez ve ona el sürmez. Şayet gücün yetiyorsa sen git ve O’nu bekle, diyerek kendisini yönlendirmesiyle yola koyulmuş, Medine’ye gelip beklemeye niyet etmişti.

Bunun için önce, o tarafa gidecek bir kervan bulmak gerekiyordu. Çok geçmeden bu kervanı da bulmuştu. Kendisini de götürmeleri karşılığında, bütün mal-mülkünü vermeyi teklif etti; kabul etmişlerdi.

Derken, gelecek bir Nebi’nin yolunu gözlemek üzere yeni bir yolculuk başlamıştı. Ancak yolda, bir ihanetle karşılaşacak ve fazlasıyla bedelini ödediği halde, bir de esir edilip köle diye bir Yahudi’ye satılacaktı. Gerçi, onun için önemli olan, tarifi verilen adrese gelebilmekti. Şimdi ise, köle de olsa, hurma ağaçlarının arasında, Medine’deydi.

İşte, Efendimiz’in Kuba’ya teşrif ettiği gün Selmân, her zamanki gibi yine ağacın tepesinde hurma toplamakla meşguldü. Bir ara, kendilerine doğru koşarak birisinin geldiğini gördü. Efendisinin amcaoğluydu bu. Gelişindeki telaş, önemli bir olayı haber veriyordu; belli ki yeni bir gelişme vardı. Bir taraftan koşup gelirken diğer yandan da:

–Ey falan, ey falan, diye sesleniyordu.

Efendisi de telaşlanmıştı. Onu bu kadar koşturan sebep ne ola­bi­lirdi ki?..

Nihayet yanlarına geldi. Nefes nefese kalmıştı… Kendini to­par­la­ma­ya çalıştı ve ekledi:

– Allah, Gayleoğullarını kahretsin. Biraz önce onlara uğ­ra­mıştım. Herkes Mekke’den gelen ve Nebi olduğunu söy­ledikleri bir adamın başında toplanmış, heyecanla O’na kulak veriyorlar!

İnanılacak gibi değildi. Allah nelere kâdirdi! Yıl­lar­ca bekleyip yolunda emeklediği Zât, hürriyetini kaybettiği yer­de Selmân’ın ayağına geliyordu. Heyecandan diz­le­rinin bağı çözülmüştü âdeta. O kızgın güneşin altında, buz gibi ter dökmeye başladı; bir taraftan da kış soğuğunda donmuşçasına titriyordu. O kadar ki, kendisiyle birlikte sallanan ağaçtan efendisinin üzerine düşecek gibi olmuştu.

Bekleyemezdi. Hızla ağaçtan indi ve efendisinin amcaoğluna yöneldi:

– Ne diyorsun?.. Neden bahsediyorsun sen?.. Nasıl bir haber bu, diyecekti ki, yüzüne inen şiddetli bir tokatla sarsıldı. Köleye insan olarak bakmıyorlardı ki… Onun bu heyecanı sahibini kızdırmış ve şiddetli bir tokat savurmuştu Selmân’ın yüzüne… Bir taraftan da:

– Sana ne bu işten, diye çıkışıyordu Selmân’a. “Git işinin başına!” diye de eklemişti.

Çaresizdi Selmân. Çıktı tekrar hurma ağacına ve işini görmeye çalıştı. Elleri hurma dallarında dolaşırken hayalen Efendiler Efendisi’nin huzurunda, Ammûriyeli şeyhinin verdiği alâmetlerin, Kuba’ya gelen Zât’ta olup olmadığını sınamaya çalışıyordu.

O gün, akşam olmak bilmiyordu. Nihayet gün batar batmaz bir şeyler toplayıp aldı eline ve doğruca tarif edilen yere gitti.

Medine’ye ay doğmuştu; Beklenen Nebi karşısında duruyordu. Yıllarca yanlarında ömür tükettiği papazlara hiç mi hiç ben­ze­mi­yordu. Kuba, O’nun nuruyla ışıl ışıldı. Yanında bulunanlarla sohbet ediyordu. Elindekileri koydu ortaya:

– Size sadaka niyetiyle bunları ben topladım. Bildiğim kadarıyla Sen, salih bir kişisin. Yanında ihtiyaç sahibi ar­kadaşla­rın da var. Ve bugün sizin, buna daha çok ihti­ya­cı­nız var!

Dikkatle bakıyordu Selmân… Elini sürmemişti Allah Resûlü (sal­lal­la­hu aleyhi ve sellem). Ashabına döndü ve:

– Allah’ın adıyla yiyin, buyurdu.

Selman’ın derdi başkaydı. Onun aklında Ammûriyyeli şeyhinin sözleri vardı ve adresin doğruluğunu anlamaya çalışıyordu. Evet, sadaka yemiyordu… Öyleyse ilk işaret tamamdı. Dudaklarından şunlar döküldü:

– Vallahi de bu bir; sadaka yemiyor!

Ve geri döndü. Ertesi gün yine bir şeyler toplamıştı. Aldı yanına ve doğruca huzura geldi. Bu sefer, ne yapacağını çok iyi biliyordu:

– Gördüğüm kadarıyla Sen sadaka yemiyorsun. Senin kerem ve güven veren halin benim çok hoşuma gitti. Ve, Sa­na sadaka değil, bu sefer hediye getirdim, dedi.

Eline aldı Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve kendisi de, ashabı da yedi ondan.
Vakit tamam gibiydi… İçindeki heyecanı gizleyemiyordu Sel­mân. Dudaklarından şunlar döküldü:

– İşte, bu da iki; hediye kabul edip ondan yiyor.1

Artık Selmân, sadece zorunlu olarak efendisinin yanında bulunduğu zamanlarda Allah Resûlü’nden ayrılacak, onun dışında kalan bütün zamanlarını Efendiler Efendisi’yle birlikte geçirmeye çalışacaktı.


Dipnot:

  1. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/441 (23788); İbnü’l-Esîr, Üsüdü’l-Ğâbe, 2/511, 512
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.