Seçkin Toplum ve Özellikleri (2)
Âl-i İmrân sûresinin 110. ayetinin sonunda, seçkin fert ve toplumun, insanları iyiliğe yönlendirme ve kötülüklerden uzaklaştırma vasıflarının yanında bir üçüncü vasfı daha zikredilir: “Ve yine siz Allah’a, meleklerine, O’nun gönderdiği bütün kitaplara ve elçilerine gerektiği gibi inanırsınız…”1
Dolayısıyla seçkin toplum, sağlam bir iman ve samimiyetle sadece Allah’a inanan ve ibadet eden; sırf Allah’ın rızasını esas alan ve hâlis bir tevhit anlayışıyla ibadeti sadece Allah’a has kılan bir cemaattir. Bu anlamda Fatiha Sûresi onun İslamî inanç ve aksiyon hayatının özetidir: “Bütün hamdler, övgüler âlemlerin Rabbi Allah’adır. O, Rahmân’dır, Rahîm’dir. Din gününün/hesap gününün tek hâkimidir. Sadece Sana kulluk ederiz ve sadece senden yardım dileriz. Bizi doğru yola, Sana doğru varan yola ilet. Nimet verdiklerinin yoluna, gazaba uğrayanların ve sapıtanların yoluna değil!”
Fatiha sûresi, seçkin toplumların inanç, ibadet ve ahlak anlayışlarının temel özelliklerini verir. Fatiha ile dua ederken “Ben” yerine niçin “Biz” dediklerinin farkında ve bütün insanlığı sevgi ve merhametle kucaklama sorumluluklarının şuurundadırlar. Bir taraftan onlar, imanlarına ve kulluk anlayışlarına dayalı iyiliği yaşarken diğer taraftan başkalarına da iyiliği sevdirme ve insan kardeşlerini kötülüklerden uzaklaştırıp iyiliğe yaklaştırma faaliyetlerini sâlih amel olarak bilir ve bu vazifeyi de büyük bir kulluk bilinciyle, sırf Allah için yerine getirirler. Zira onlar, iman ve sâlih amelin yanında Hakk’ı ve sabrı tavsiye etmeyen ve Hakk’ın ve sabrın canlı birer şahidi/örneği haline gelmeyenlerin hüsrana uğrayacağını bilir2 ve ona göre bu hususta gevşeklik göstermezler.
Kur’an, “…O, sizi, seçti…” buyurarak ümmet-i Muhammed’in seçilmişliğini ifade etmeden önce halisâne ibadet u taata özellikle vurgu yapar: “Ey iman edenler! Allah’ın huzurunda rükûya eğilin, secdeye kapanın ve yalnızca Rabbinize ibadet edin ve bir de, daima iyi/güzel davranışlar ortaya koyun ki, dünyada ve ahirette kurtuluşa eresiniz.”3 Buna göre cihattan/hizmetten önce Allah’a kulluk gelir. Zira iman ve ibadete ait Allah’a karşı sorumluluklarını yerine getirmeyenlerin cihat/hizmet ideali olmayacağı gibi seçkinlik iddiaları da boştur.
Seçkin Toplum İnsanlığa Örnek ve Şahittir
Seçkin bir topluluk olmanın bir gereği de tüm insanlığa gönderilen bu dini, evrensel yaşayarak onun hakikatlerine tam şahitlik ve tercümanlık yapabilmek; bu konuda iyi örnek olmaktır. Bu evrensel sorumluluk ayette açıkça ifade edilir:
Şahit, davacı ile davalı arasında ortada, tarafsız, adil ve yalnızca gerçeği söyleyen, sözü dinlenir ve sözüne itibar edilir kimse demektir. Bundan dolayı gerek hareket ve davranışları bakımından gerek diğer halleri bakımından örnek alınan kimselere de “şahit” denilir. İşte Cenab-ı Hak, Muhammed ümmetini insanlar arasında böyle hakşinas, doğru sözlü, adil, dürüst ve iyi ahlak sahibi, ilim ve irfan ile seçkin, şahitlik yapmaya layık, merkezî bir cazibeyi ve imameti haiz, önder bir cemaat yapmak ve tam manasıyla adil ve hakim bir ümmet teşkil etmek için, Hz. Muhammed Mustafa’nın gölgesinde ve çevresinde insanları sırat-ı mustakime hidayet buyurmuştur. Bu açıdan Müslümanlar şuna buna uyuntu olup uydu birer toplum olmamalı bilakis başka milletlere numûne-i imtisal ve merci olmaları gerekir.4
Bu misyonun hakkını veren ashab-ı kiram ve arkadan onu takip eden nesiller gittikleri yerlerdeki kavimlerin teveccüh ve güvenini kazanarak hak konusunda şahitliği/önderliği haiz güçlü ve büyük bir ümmet oldular. İşte ey Müslümanlar! Resûl size şahit/örnek olduğu gibi siz de insanlara şahit/örnek olmalısınız.” Zira “Gerçekten de Allah Resûlünün hayatında sizin için en güzel örnekler vardır…”5 ayetinin de delalet ettiği gibi siz, O’nu, söz ve davranışlarınızda kendinize şahit tutar, imam ve önder olarak kabul eder; bir örnek, bir numûne-i imtisal edinirseniz ve O’nun gösterdiği sırat-ı mustakîm üzerinde giderseniz, bu sayede bütün insanlar sizin arkanızdan gelir ve sizi örnek alır, hakkın ortaya çıkması için size ve sözünüze başvururlar.6 Dolayısıyla ümmetin bu vazifeyi hakkıyla eda etmesi Kur’an ve Sünnet’e bağlı yaşamasına vabestedir. Aksi takdirde seçilmişlik kuşağında kaybetmeye mahkûm olur.
Allah Resûlü, bu ümmete ve bütün bir insanlığa hem Hakk’ın varlığının/birliğinin canlı şahidi hem de yaşayan Kur’ân olarak İslamî hakikatlerin en güzel örneğidir. Doğru ve yanlışın, güzel ve çirkinin belirlenmesinde, isabetli fikir ve davranışların tespitinde, günah ve sevabın bilinmesinde yegâne ölçü O’dur. İslâm’ın hak bir din oluşunun şahidi O’dur ve bu hususlarda en güzel örnekler de O’nun hayatındadır. Ancak burada O’nun seçkinliği ve vazifesi kadar bu ümmetin de bir seçilmişliği ve misyonu vardır. Bu ümmet de aynı şekilde bütün insanlığa hem şahit hem de en iyi ve en güzel örnek olma noktasında seçilmiş yani vazifelidir. Bu da ancak bunun şuurunda olmakla; Resûlüllah’ın ve ashabının izinde; insanlığa iman, ahlak, muamelât, adalet ve hakkaniyette hem örnek olma hem de içinde yaşadıkları topluma fiili rehberlik yapmalarıyla mümkündür.
Bu rehberlik de sadece teorik ve pasif bir örneklik olarak anlaşılmamalıdır. Zira gerçek şahitlik/örneklik; iyi ve güzel işlerde topluma liderlik yapmak, sosyal bünyede meydana gelen ve gelebilecek olan problemlerin giderilmesine/tedavisine aktif olarak katılmak, sosyal değişimleri gözetleyerek insanlığı tehdit eden maddî-manevî tehlikelere karşı önlemler almak ve büyük bir sorumluluk duygusuyla onlarla birlikte mücadele etmektir. Bunun içindir ki ayet-i kerime, tebliğden sonra ümmetin tanıklık/gözetim ve denetim misyonunu başta Allah Resûlü’ne, sonra O’nun üzerinden bütün bir ümmete yükler. Buna göre -durum ne olursa olsun- toplumu/insanlığı ilgilendiren olaylara, içtimaî değişim ve gelişmelere tamamen duyarsız ve ilgisiz kalmak şahitlik vazifesinden kaçmaktır. Böyle bir yaklaşım, büyük bir sorumsuzluktur ve toplumları helake götüren sebeplerdendir.
Gayret Olursa Seçkinliği Koruma da Zor Değildir
Yukarıdaki âyet-i kerime, Müslümanların, İslâm’ı yaşama ve yaşatma adına seçilmişliğini, şahitlik/örneklik mesuliyetlerini ifade etmekle birlikte sözü bu vazifenin zor olmadığı noktasına getirmesi ve bir prensip koyması da üzerinde durulması gerekli önemli noktadır: “O, size din konusunda hiçbir güçlük/zorluk yüklemez.”7 Zira Allah kulları için kolaylık ister, zorluk istemez.8 Aslında bu ilke ile, bir taraftan dinin emirlerinde rahmet ve kolaylığın esas olduğu; cihad/hizmet yükü, şahitlik/şehitlik sorumluluğu zahiren zor gözükse de hakikatte zahmetin değil rahmetin ta kendisi olduğu belirtilirken diğer taraftan bu vazifelerin edasının müminin seçkinliğini de koruyacağına işaret edilir.
Yine Kur’ân’da bu hususta temel ölçü “Allah hiç kimseye, gücünün üstünde bir sorumluluk yüklemez!…”9 ilkesidir. Bilakis din bütün emir, tavsiye ve nehiyleriyle hem kolay hem de insanı kemâle erdiren, onun dünya ve ukba saadetini de garanti altına alan ve insanın takatini aşmayan ilahî kanunlar bütünüdür. Üstelik bu din, insanlığın atası Hz. Âdem’e vahyedilmiş ve her kavme gönderilen peygamberler ve kitaplar ile insanlık tarihine mal edilmiş köklü, sağlam ve dosdoğru bir yoldur. Beşeriyet tarihi boyunca değişmeyen bu ilahi sistemin temel prensipleri, geçmişi bugüne ve geleceğe bağlayan; insanlığı bir vücudun azaları gibi birbirleriyle kaynaştıran, dinin de hayatın da merkezine tevhit kadar adaleti yerleştiren, ferdi, toplumu ve topyekûn insanlığı maddî-manevî yapısıyla koruyan hakikatlerdir.
Allah Resûlü de ashabının ve onlara en güzel şekilde tabi olanların üstünlüğünü dile getirdiği bir hadislerinde, ümmetin de seçkinliğini koruyabilmesi ve bu konuda zorlanmaması için dikkat etmesi gerekli dört hususa dikkat çeker: “İnsanların en hayırlıları benim asrımda yaşayanlardır. Sonra bunları takip edenler, daha sonra da onları takip edenlerdir.” Bu sonuncuları takiben öyle insanlar gelir ki, kendilerinden şahitlik istenmediği halde şahitlikte bulunurlar, onlar ihanet içindedirler, güvenilmezler. Adaklarda bulunurlar fakat bunu yerine getirmezler. Aralarında şişmanlık zuhur eder. Bir de kendilerinden yemin talep edilmeden yemin ederler.”10
Burada dikkat edilirse fert ve toplumları zora sokan ve sonunda seçkinliklerini kaybettirdiği belirtilen dört davranış da adalet ve şahitlikle ilgilidir. Çünkü “kendisinden istenmediği halde şahitlik yapan” kimse başkasının hakkına girilmesine yani zulme uğratılmasına sebebiyet verir, adaleti yaralar/yok eder. Böyle bir kimse hem kendine hem de topluma ihanet ederek zulme girer. İkinci olarak, “Adak da bulunup onu yerine getirmeyen” kimseler de söz verip sözlerinde durmadıklarından ötürü adaletten ayrılıp Rabb’lerine karşı zulme girmiş olur ve bu sebeple örneklik/şahitlik salahiyetlerini de kaybederler.
Üçüncü olarak Allah Resûlü,”Aralarında şişmanlık zuhur eder.” sözüyle de sosyal hayatta gelir dağılımındaki adaletsizliğe dikkat çeker. Toplumun bir kesimi, çok ve haksız kazançla müreffeh bir hayat yaşarken diğer bir kesiminin yokluğa/açlığa mahkûm edilmesinin zulüm olduğunu belirtir. Bu açıdan gelir dağılımında adaleti tesis edememiş bir toplum, adaletin tahtına zulmü oturtmuş bir toplumdur ve böyle bir topluluk ruh ve ahlak yapısıyla insanlığa örnek, Hak davanın da kudsî şahitleri olamaz.
Son olarak hadiste üzerinde durulan “İstenmeden yemin ederler!” maddesi de doğrudan adaletle ilgilidir. Zira yalan yere ya da menfaat karşılığında yapılan yeminler fert ve toplumların hayatında adaleti yok eder, zulmü ikame eder. Zira ister çarşı-pazar hayatının içinde isterse mahkeme salonlarında yapılan yeminler, karar verme noktasında bulunan muhatapları ya da hakimleri yanıltır. Şahitlerin doğru olmadığı ve rahatlıkla yemin edebildikleri bir millet adalet vasfını kaybedeceği gibi örneklik liyakatini de kaybeder.
Sonuç
Kur’ân’da zikredilen hayırlı/seçkin ümmetin farklı vasıfları esas alındığında, seçme ve seçilme de, maddi unsurların ya da etnik kimliklerin değil, iman, salih amel, iyiliğe teşvik, kötülüklerden uzaklaştırma, insanları hakka/hayra davet etme, insanlara güzel örnek olma ve gerek ferdi gerekse içtimaî hayatta adalet sahibi olma ve adaleti hakim kılma gibi vasıfların öne çıkarıldığı görülür. Buna göre insanlığa örnek olarak gösterilen en hayırlı ümmet, sahabilerden muhacir ve Ensârı, sonra ise onlara en güzel şekilde ittiba eden ümmet-i Muhammed’i içine alır. Hac sûresinde belirtildiği gibi “Müslüman” isminin, Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e kadar bütün inananlara verilen ortak isim olduğu nazar-ı itibare alındığında ise, hayırlı/örnek/seçkin ümmet nitelemesinin bu misyonu hakkıyla eda eden geçmiş asırlardaki bütün Müslüman ümmetleri de içine alacağı düşünülmelidir.
Onun için bu ümmet, üstünlüğünü; Kur’ân ve Sünnet’i hayata taşımasından, sahip olduğu ilim, iman ve ahlaktan, içtimâî ilişkilerindeki adalet duygusundan; söz, tavır ve davranışlarındaki dengeli halinden, bütün insanlığı kucaklayabilen vicdan genişliğinden ve bir emniyet insanı olarak içinde yaşadığı toplumla uyumlu oluşundan; kısacası hayatın her alanında vasatı yani “istikamet çizgisini” yakalamasından alır. Ancak bugün bu özellikler ümmetin çoğunda görülmese de Allah Resûlü’nün, “Ümmetimden bir topluluk, hakkı yaşamaya ve onu hakkıyla temsile devam edecektir. Onlar -her ne pahasına olursa olsun- Hakkı temsil için mücadele ederlerken Allah’ın emri de gelecektir. Onları mağlup etmek ve hüsrana uğratmak isteyenler de onlara zarar veremeyecektir.”11 beyanında dikkat çektiği üzere hakkı hakkıyla temsil eden Rabbanîler/kudsîler kıyamete kadar varlığını sürdürecektir.
Kur’ân ve Sünnet, seçkin/hayırlı olmayı sadece belli bir nesepten gelmeye, mücerret bir gruba mensubiyete, dünyevî bir statüye ya da etnik bir yapıya üye olmaya bağlamaz. Bilakis onu imanî, İslâmî, ahlakî, insanî ve içtimâî belli değerlere ve onların yaşanmasına/yaşatılmasına ve her halükârda müdafasına bağlar. Önemli olan Allah Resûlü’nün yukarıda bahsettiği hakkı temsil eden grup içerisinde yer alıp son nefese kadar seçkinliği koruyabilmek ve rızay-ı ilahi çizgisinde bir hayat yaşayabilmektir. Aksi takdirde kim ve hangi grup olursa olsun, geçmiş ve bugünkü diğer ümmetlerden farklı ve üstün olduklarını; ümmet olarak seçkin kılındıklarını ve bir nevi garanti altında olduklarını iddia etmelerinin Hak katında bir anlam ve değeri yoktur. Onlar sadece seçkinlik hülyalarıyla kendilerini aldatan, aldanmış seçkinlerdir.
Yazar: Dr. Selim Koç
Dipnot:
- Âl-i İmrân Sûresi, 3/110
- Bkz. Asr Sûresi, 103/1-3
- Hac Sûresi, 22/77
- Bkz. Elmalılı Hamdi Yazır, İlgili ayetin tefsirinde
- Ahzab Sûresi, 33/21
- Bkz. Elmalılı Hamdi yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İlgili ayetin tefsirinde
- Hac Sûresi, 22/78
- Bkz. Bakara Sûresi, 2/185
- Bakara Sûresi, 2/286
- Buharî, Fedâilu’l-Ashab 1; Müslim, Fedâilu’s-Sahabe 52/214 (2535, 2536)
- Buharî, Menâkıb 28 (3639, 3640); Müslim, İmâret 53/170-174 (1920-1924)