Nübüvvetin Çehresinde Okuduklarımız
Allah, varlık ve eşya ile Kendinin tanınıp bilinmesini dilediği gibi, vahyin lisanıyla da, tekvînî ve tenzîlî emirlerinin iç içe mütalaa edilmesini; gözlerden kalbe akan mânâların, kulaklar yolu ile gelip ruhları saran nefehatla desteklenmesini; zât, sıfât ve esmâsı itibarıyla “min haysü hüve hüve” bir ulûhiyet anlayışının ortaya konmasını ve tabiî buna karşılık da kullarının sorumluluklarını, bu sorumlulukları nasıl yerine getireceklerini, yürüdükleri/yürüyecekleri yolun âdâb ve erkânını, varacakları hedefin vaad ettiklerini talim etmek istemiştir. Evet, gayb-ı mutlakla alâkalı konuların dosdoğru bilinmesi vahyi gerektirdiği gibi, vahiy de zarurî olarak peygamberlik müessesesini iktiza etmektedir. Bu zarurete binaendir ki, Allah, hemen her devri ve bazı dönemler itibarıyla her kıt’ayı ayrı bir peygamberin vücuduyla şereflendirmiş ve Bediüzzaman’ın ifadesiyle: Karıncayı emirsiz, arıyı ya’subsuz bırakmayan Kudret-i Ezeliye, beşeriyeti de hiçbir zaman nebisiz bırakmamıştır.
Allah, bu kâinatları bilerek ve dileyerek yaratmıştır; yaratmış ve haricî vücud giydirerek var ettiği canlı-cansız, kesif-latîf, arzî-semavî her varlık ve her nesneyi değişik hikmetlerle, maslahatlarla donatmış; belli gayelere bağlamış ve belli hedeflere yönlendirmiştir. Ayrıca, farklı bir tecelli dalga boyunda, Kendini, kendi olarak bildirme, bu mânâda varlığından herkesi haberdar etme, hususiyle de şuur sahibi varlıklara, niçin yaratıldıklarını, neye ve nereye namzet olduklarını, sorumluluklarının neden ibaret bulunduğunu duyurma yolunda, esrar-ı ulûhiyet ve nizam-ı ubûdiyete tercüman olmak üzere özel donanımlı bazı kimseleri birer elçi olarak gönderip, bize yarattıklarının renk, desen, şive, âhenk, mânâ ve muhtevasıyla varlığını anlattığı gibi, bu seçkin kimselerle de tenezzülat perdesinden tenzîlî beyanıyla, beşerin idrak, his ve şuur seviyesine göre, aynı zamanda zâtı, sıfatları, esmâsı arasında bulunan sağlam tenasübü de gözeterek ulûhiyet ve rubûbiyetin esrarını, hilkatin gayesini, fıtratın neticesini, insanoğlunun yeryüzündeki konumunu, varacağı son noktanın keyfiyetini ruhlarımıza duyurmak istemiştir.
Ne var ki, Cenâb-ı Hak -her işte pek çok hikmeti vardır ve daire-i rubûbiyeti aynı zamanda pek çok hikmet ve maslahatları da ihtiva etmektedir- bu tenzilî ve teşriî emirlerinde herkesi muhatap almamış, herkesle ayan-beyan konuşmamış, böyle çok önemli ve hususiyet isteyen bir konuda sadece, özel donanımlı ve hayatını kalb ve ruh seviyesinde yaşayabilen müstesna bazı karakterleri seçerek onlarla konuşmuş ve bu yüksek istidat, hârika fıtrat, yüce seciyelerle, yaratılışın gayesini, var olmanın hikmetlerini, dünya ve içindekilerin mânâ ve muhtevasını, ötelerin mahiyetini, ötelerde insanları ebediyetlere ulaştıracak Cennet yollarını, yer yer yürekleri hoplatarak, zaman zaman da öbür âleme iştiyakları şahlandırarak bir baştan bir başa bütün yeryüzünü kendi güzelliklerinin pırıl pırıl bir meşheri ve ebediyetler hesabına da bir ekim-biçim hasat zemini olduğunu vicdanlara duyurup insanları yalnızlıktan, gayesizlikten, vazifesizlikten, hedefsizlikten kurtarmış; onlara bu dünyanın ötelere ait bir bekleme salonu olduğunu anlatmış, var olma ve varlığı duymanın ötesinde müstaid ruhları bir de ebediyet vaadleri ve cemâlini gösterme bişaretiyle sevindirmiştir.
Allah, bütün bu yüce hedefleri, peygamber dediği o müstesna kimselerle gerçekleştirmiş ve onları, varlık ve eşyanın dili, tercümanı, yorumcusu; ibadet, istikamet, ihlâs ve âhiret yurduna ulaştırmanın da yanıltmayan rehberleri kılmıştır. İşte bu üstün fıtratlar, kendi devirlerinde, kendi sorumluluk sahaları içinde sürekli gezip-dolaşmış, hakkı ilan etmiş, onun taleplerini herkese duyurarak mesuliyet alanları içindeki insanlara rehberlikte bulunmuşlardır.
Nebilerin hemen hepsi de -aralarında derece farklılığı mahfuz- birer temiz fıtrat timsali, yüksek ahlâk örneği, iffet ve namus âbidesi, emniyet kahramanı ve sadakat numunesidir. Bunlar, üstün karakterleri, ciddî tavırları, hep güven vaad eden hâlleri, hiç şaşmayan istikametleri, değişmeyen doğrulukları, meleklerinkine denk vefaları, dağlar rasânetindeki metanetleri ve o derinlerden derin kulluk şuurlarıyla hemen her zaman müşârun bi’l-benân (parmakla gösterilen) olmuş örnek insanlardır. Bu insanlar, aynı zamanda, kusursuz görüntü ve suretleri; gören herkese Hakk’ı hatırlatan sîretleri; her zaman fevkalâdeliklere açık hayat sergüzeştleri; karşılarına çıkan ferdî, içtimaî, iktisadî, siyasî, kültürel problemleri bir hamlede çözebilecek kadar üstün istidatları; çevreleri üzerinde olağanüstü müessiriyetleri; harika beyan kabiliyetleri; insan-kâinat-ulûhiyet hakikatleri adına ortaya koydukları birbiriyle mütenasip, mütevâzin ölçüleri; insanların kalbî, ruhî, zihnî, fikrî, hissî bütün latîfelerini tatmin edecek seviyedeki beşerî müktesebat-üstü fevkalâde donanımları; kâinat ve umum eşyanın iç ve dış âhengine vukufla genel muvazeneye riâyetteki basiretli, dengeli tavırlarıyla rubûbiyet âleminin sözcüleri ve tenezzülât-ı ilâhiye perdesinde rabbânî emir ve sırların da aksettirici aynaları mesabesindedirler.
Evet, hemen her nebi, insanları dünya ve ukbâ saadetine ulaştıran yollarda emin bir rehber; gönülleri ilâhî güzelliklere uyarmada gürül gürül bir nâsih; muhataplarının ruhlarına girmede kusursuz bir mürşid; ele aldıkları kimselerin duygularını, düşüncelerini yontup şekillendirmede, şekillendirip yaratılış gayesine bağlamada bir insan sarrafı; kötü huy, fena âdet, kirlenmiş tabiatları söküp atmada ve onların yerlerine yüksek insanî değerleri ikame etmede mükemmel bir terbiyeci.. imanları kavî, Hakk’a güvenleri metin, sundukları mesajların hakkaniyetinden emin; her zaman tereddütsüz ve itminanla konuşabilen; en ifritten hâdiseler karşısında dahi fütursuz, pervasız, fakat mutlaka dirayet ve fetanetle hareket eden; fevkalâde ciddî, olabildiğine kararlı bir halaskârdır. Öyle bir halaskârdır ki, O, arkasına düşenleri asla aldatıp yanıltmamış, arkasına düşenler de böyle bir ittibadan ötürü kat’iyen pişmanlık duymamışlardır. Bu böyledir; zira onlar, duygu ve düşüncelerimizin mantık ve muhakemelerimizin bize kazandırdığı/kazandıracağı müktesebatın çok çok üstünde, en sağlam, en duru lâhûtî natürel bilgilerin en zengin hazinedarları; iman, mârifet, muhabbet, aşk u şevk ve zevk-i ruhanî yolunun en emin rehberleri ve insanları Hakk’a ulaştırmanın da en güvenilir kılavuzlarıdırlar. Hakk’a uyananlar onların âvazıyla uyanmış, mârifet mırıldananların dilleri onların sunduğu kevserlerle çözülmüş, Hak rızasını arayanlar, aradıklarını onların atmosferinde bulmuş, kâinat kitabının esrarını merak edenler, onların ortaya koydukları donelerle bu sırlı kitabı doğru okuyabilmişlerdir.
Nebiler maddî-mânevî terakkinin pirleri, aklî ve ruhî kemalât yolunun öncüleri, dinî hayat gibi dünyevî bütün nizamların, intizamların da mimarları ve üstadlarıdırlar. Onlar sayesinde insanoğlu biyolojik bir canlı seviyesinden hakikî insan olmanın ayrı bir unvanı sayılan “ahsen-i takvîm” mertebesine ulaşmış; onlar vasıtasıyla kendini keşfederek, varlıklar arasındaki konumunu kavrayabilmiş; onların rehberliğinde, evliyâ, asfiyâ, ebrar, mukarrabîn.. gibi aşkın kimselerin hayat seviyelerindeki enginliği duyup tadabilmiş.. ve yine onların talim, irşad ve iş’arlarıyla dünyayı hakikî çehresiyle görüp değerlendirebilmiş ve onu bir laboratuvar, bir kimyahane, bir eczahane, mükemmel bir saray, muhteşem bir meşher gibi değerlendirebilmiştir. Evet, Bediüzzaman’ın da ifade ettiği gibi; Allah, enbiyâya ittiba edilmesini emretmekle insanları, onların mânevî derinlikleriyle tanıştırıp bu feyyaz kaynaktan istifade edebilme imkânıyla şereflendirmenin yanında, peygamberliklerinin emare ve nişanları sayılan mucizelerinin değişik perdelerden tecellileriyle de, insanoğluna maddî terakki yollarını göstermiş, hiç olmazsa konuyla alâkalı bir kısım iş’arlarda bulunmuş ve hassas, mütecessis ruhların çağrışım sistemlerini harekete geçirerek, bunların hayallerinde teknolojik gelişmelere kapılar aralamış ve onlar arasında beyin fırtınalarının oluşmasına zemin hazırlamıştır.
Hazreti Nuh’un, nübüvvet tersanesinde inşa ettiği mucizevî gemisi.. Hazreti İbrahim’in, en yüksek hararetlere karşı amyant ve daha ötesinin mukavemetini tedayi ettiren “hasbiyallah” tezgâhından çıkmış ateş dokunmaz gömleği.. Hazreti Yusuf’un, ızdırar derecesine varan evkat cetveli arayışına mucizevârî lütfedilen mahiyeti meçhul saati.. Hazreti Musa’nın, modern sondaj aletlerini ve santrifüjleri çağrıştıran o harika asâsı.. Hazreti Davud’un, demir çelik sanayiini tedâi ettiren, demiri eritip, şekillendirip farklı kalıplara ifrağ etme mucizesi.. Hazreti Süleyman’ın, Belkıs’ın tahtını, resim, şekil, ses, belki de bütün çevre aksesuarıyla celbetmesinin düşündürdüğü modern çağların televizyon, internet ve daha ötesindeki harikaları hatırlatan, âdiyat-üstü tasarrufu.. ve yine bu yüce Nebi’nin, iki aylık mesafeyi bir günde kat’etmesiyle, bugünkü uçak teknolojisini çağrıştıran fevkalâdeden seyr ü seyahati.. keza onun, metafizik âlemlere müdahaleyi işaretleyen, cin, ifrit ve şeytanları teshiri hâdisesiyle, günümüzdeki ruhlarla alâkalı çalışmaların nihaî sınırlarına kapı aralayan madde ve fizik ötesi icraatı.. ayrıca, kuş, karınca ve diğer hayvanların dillerini veya anlaşma kodlarını öğrenme tekniklerini gösteren, hatta ona teşvik eden “mantıku’l-hayvânât” vak’ası.. Hazreti İsa’nın, cansız nesnelere hayat üfleme, anadan doğma körlerin gözlerini açma, abraşı iyileştirme ve ölüleri ihya etme gibi mucizeleriyle modern tıp ve modern gen biliminin hâlihazırdaki durumlarının çok ötesinde insanı düşündüren hârika muâleceleri ve nihayet İnsanlığın İftihar Tablosu’nun bütün bunların hepsine denk yüzlerce mucizesi.. tekvînî emirler itibarıyla birer işaret, iş’ar, hatırlatma ve tedâîdir ve hemen hepsi de, bu müstesna insanların değişik alanlardaki hususiyetlerinin ele alınıp değerlendirilmesine birer çağrı mesabesindedir.
Nebi, Allah’tan gelmesi itibarıyla zarurî bilgiler cümlesinden sayılan malûmatı olduğu gibi alıp kavrayan, sonra da onu, özüne ters hiçbir şey bulaştırmadan başkalarına aktarabilen aşkın, rabbânî bir kabiliyet ve istidattır. Düz insan ve diğer varlıklarda sevk-i ilâhî ile hayat ve üreme faaliyetlerinin –bu aşağıdan bir benzetme– zarurîliği ne ise, nübüvvetle serfiraz ruhların –latîfe-i rabbâniye, his, şuur ve irade halitasından ibaret olan vicdan mekanizmalarıyla görüp gözetmelerinin, teşhis ve tesbitte bulunmalarının, ihtiyaca göre içtihad etmelerinin kıymet ve değeri mahfuz– vazife ve sorumlulukları da, âdeta böyle bir tabiîlik çerçevesinde cereyan etmektedir. Evet onlar, Hak’tan aldıkları mesajları iç donanımları itibarıyla tabiatlarının bir yanı gibi duyar, fıtratlarının gereği gibi de ulaştıracakları kimselere ulaştırırlar; ulaştırır ve durup dinlenmeden her zaman emrolundukları gibi hareket ederler. Hareket ederken de, ihtiyac-ı fıtrîlerini yerine getiriyormuşçasına herhangi bir beklentiye girmezler.
Enbiyâ-yı İzâm’ın, ilâhî seçme ve rabbânî tavzif ve onların iç donanımları iktiranına bağlı ifa ettikleri hizmet ve faaliyetlerinin, o temiz vicdanlara ait ef’âl-i zaruriye türünden bir hamle ve hareket şeklinde yorumlanması büyük çoğunluğun görüşü. Bu görüşe göre nübüvvet, iç donanım adına her rüknü kendi varoluş gayesine yönelmiş –buna tam inkişaf etmiş de diyebiliriz– vicdanın yanında selim fıtrat, müstakim tabiat, mahiyet itibarıyla da onu arızasız aksettirmeye müsait reşha gibi ruhlara ilâhî bir atıyye, bir mevhibe, nebi de, bu mukaddes mevhibe ve atıyyenin özel temsilcisidir. Bu itibarla nübüvvete, beşer idrakiyle anlaşılmaz şeyleri anlama, kavrama ve kırmadan, inkisara uğratmadan ikinci derecedeki muhataplara intikal ettirme de denmiştir. İşte bu açıdan da o, mebde ve müntehânın birleşik noktası sayılmıştır. Yani Allah, dilediği kimseleri يُؤْتي الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَۤاءُ وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا “O istediğine hikmet verir; kime de hikmet bahşedilmişse, ona pek çok hayır verilmiş demektir.”1 fehvâsınca, bir kısım yüce paye ve mansıpla serfiraz kılmış; sonra da bu seçkin şahsiyetler vasıtasıyla “esrâr-ı ulûhiyet” ve “esrâr-ı rubûbiyet”ini başka vicdanlara duyurmuş, onları da aydınlatmıştır…
Allah’ın, böyle iç donanımlı, masûn ve mâsûm yüksek karakterleri insanlığa göndermesi, takılıp yollarda kalma, şaşkınlığa düşüp zayi olma durumunda bulunan bizlere, yaratılıp vücuda mazhar olma nimeti kadar, hatta ondan da önemli ayrı bir ikramdır; evet var olma bir ihsan, var olduktan sonra bütün kâinat ve hâdiselerin bir elçi vasıtasıyla izahı, yorumlanması, yorumlanıp uhrevî ve ilâhî derinliklerinin ortaya çıkarılması ise ayrı bir lütuf ve ikramdır. Kirlenmemiş, saf her insan tabiatı ve körelmemiş her vicdan, farklı seviyede de olsa, bu izah ve yorumları değerlendirmek suretiyle ruhanîleri imrendirebilecek seviyeler üstü seviyeye ulaşabilir ve ulaşmıştır. Buna mukabil, kibir, zulüm, inhiraf ve körü körüne taklit kıskacında yaşayanlar ise, var olma lütfunu sezemedikleri gibi, ikinci ihsan ve ikram konusunda da –şart-ı âdi planında iradelerine bağlı olarak– kendi körlük, sağırlık ve kalbsizliklerine takılıp kalmış ve “Ona bir melek indirilseydi de, O’nunla beraber o da inzarda bulunsaydı.”2 diyerek temerrüt göstermiş ve bütün bütün ufuklarını karartmışlardır.
Peygamber göndermek ve gönderilecek şahsı belirlemek Allah’a ait umûr-u âliyedendir. Bu itibarla da, O’na bakan her iş ve icraat “Her işte hikmeti vardır / Abes fiil işlemez Allah.” (İbrahim Hakkı) mantığına bağlanmalı ve sonra da aklın idrak ufku ölçüsünde O’nun hikmetleri aranmalıdır. Aslında, gönderilecek elçinin bizden biri olması; hayat buutları itibarıyla duyduklarımızı duyması, bizim hoşlandıklarımızdan zevk alabilmesi, her türlü elem ve lezzetlerimizi paylaşabilmesi, zaruret saydıklarımızı ve ihtiyaçlarımızı ruhunda hissedebilmesi, hedef kitle ve muhataplarının yüklenmesi gerekli olan sorumlulukları onun da yüklenmesi, arkasından gidecek kimseler için taklit, daha doğrusu ittiba edilir olması.. hâsılı, her zaman Hak mesajlarının semavîliği içinde arzîliğini de temsil edebilmesi gibi önemli hikmet ve maslahatlardan söz etmek mümkündür; ama biz yine de, “Bu işin iç yüzünü ancak Allah bilir.”3 der, فَلِلّٰهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ hakikatine4 inkıyadımızı yeniler ve o “Alîm u Hakîm” karşısında sükûtu en büyük hikmet sayarak, dilimizi kalbimize bağlayıp temkin murakabesine dalmayı yeğleriz.
Ancak, bütün bu hususiyetlerine rağmen unutulmaması gerekli olan bir şey daha var ki o da, enbiyâ ve mürselîn-i kiram efendilerimizin de tıpkı bizim gibi birer beşer olmalarıdır. Evet onlar da bizim gibi beşerdirler; en önemli vasıfları iman ve ubûdiyet; seçilmelerine esas teşkil eden vazifeleri de, bu inanç ve ibadet anlayışlarını başkalarına da duyurup, onlarla Cenâb-ı Hak arasındaki engelleri bertaraf etmek olan birer beşer. Dağları-taşları altına çevirmek, ırmakların akışını değiştirmek, kuru çölleri yemyeşil cennetler hâline getirmek, nehirleri yarıp ortasından geçmek ve gökten yemek indirmek, peygamberlerin vazifeleri değildir. Gerçi bu zâtların nübüvvet davalarına bağlı olarak yine onların eliyle bu ve buna benzer pek çok kevnî mucizelerinin var olduğunu ifade eden de yine Kur’ân’dır. Ama, bütün bu hârikalar, bir yandan o mümtaz kimselerin hâlisane kulluklarına, vazife şuurlarına, Hak karşısındaki duruşlarına birer ücret-i âcile ve özel lütuf; diğer yandan da, onların ümmetlerinde itminan hâsıl etmeye matuf hususî birer teveccüh olup, tamamen meşîet ve ilâhî irade ile ortaya konmuş rabbânî iltifatlardır.
Evet, peygamberlik davasına iktiran etme çerçevesinde Allah, onların eliyle taşı-toprağı altına, kömürü elmasa çevirerek ve yine onların soluklarıyla ölüleri ihya ederek –ki bunların hiçbiri, Cenâb-ı Hakk’ın hususî inayetiyle, münkir ruhlara iman hakikatini duyurmasından, küfre kilitlenmiş tabiatları yumuşatarak Kendini onlara hissettirmesinden ve mürde gönüllere hayat üflemesinden daha harika değildir– onların peygamberliklerini kabul yolunda bir lütuf tecellisi, ümitlerini de yakîne sevk etme adına bir ihsan esintisidir. Tabir-i diğerle, Allah’ın yaratmasıyla meydana gelen bu harika hâdiseler tamamen nebiyi teyit ve teselliye, muhataplarını da iz’an ve teslime matuf nübüvvetin temel yörüngesi sayılmayan tâlî vak’alardandır.
Bir kere daha hatırlatmakta yarar görüyoruz: Peygamberlerin asıl vazifeleri, insanların Allah’a ulaşmalarına engel ve ondan uzaklaşmalarına vesile sayılan kibir, zulüm, inhiraf, ataları taklit, nefis ve cismaniyetin tesirinde kalma… gibi fena huy ve fena hasletlerden onların arınmalarını temin; tevazu, haddini bilme, düşünce istikameti, hakka taraftarlık, kalbî ve ruhî hayata yönelme… gibi güzel huy ve güzel evsafa da uyarma; uyarıp onlara konumlarını ve mesuliyetlerini hatırlatma, Yaradan’la münasebetlerinde saygılı, yaratılanlara karşı da şefkatli olmayı öğretme; ebed için yaratılmış bulunan ve ebediyetten başka da hiçbir şeyle tatmin olmayan insanların gönül gözlerini sonsuzun güzelliklerine çevirme; doğru-yanlış, yararlı-zararlı, güzel-çirkin, hak-bâtıl, bâki-fâni… gibi bütün insanları alâkadar eden hususları önyargısız hemen umum akılların anlayabileceği ve bozulmamış vicdanların kabullenebileceği biçimde anlatarak onların yanılmalarını önleme; hidayet ve dalâleti, Hak nezdindeki çerçeveleriyle vaz’ u tesbitte bulunarak Hakk’a ermenin sonsuz güzelliklerini, sapıp gitmenin de korkunç çirkinliklerini ruhlara duyurma; heva ve hevesin belirlediği biçimde değil, Cenâb-ı Hakk’ın istediği şekilde bir ulûhiyet ve rubûbiyet akidesini talim etme; her işi Hak rızasına bağlama ve o ufka ulaştıran yolları gösterme; ötede münkirlerin cezalandırılacaklarını ve mü’minlerin de Naîm cennetleriyle mükâfatlandırılacaklarını bildirme… gibi icmalî hususlardan ibarettir.
Peygamberlerden, onların vazife alanlarının dışında bir şey beklemek, peygamberliği bilememe ve peygamberlere karşı da apaçık bir saygısızlıktır. Nebilerden, onların vazife alanlarının dışında herhangi bir istek ve beklentisi olanlara karşı Kur’ân’ın cevabı gayet nettir: “De ki: Ben size Allah’ın hazineleri benim yanımda (da, ben de onlara mâlikim) demiyorum. Aslında ben gaybı da bilmem; (ayrıca) ben size melek olduğumu da söylemiyorum. Ben, bana vahyedilene uyuyor ve ona bağlı hareket ediyorum.”5 Evet, nebiler sadece Allah’ın vahyine tâbidirler ve bütün himmetleriyle onu en iyi şekilde seslendirmeye, yorumlamaya ve temsile çalışırlar. Bildikleri, söyledikleri, yaptıkları ve yapılmasını istedikleri hemen her şey, Cenâb-ı Alîm u Hakîm’in özel bir üslûpla onlara duyurduğu mesajların tebliğ ve temsilinden ibarettir. Farklı bir ifadeyle onlar, ilâhî mesajlar karşısında ve bir “menhelü’l-azbi’l-mevrûd” olan vahiy kaynağı başında âdeta birer tevzî, taksim ve tebliğ memuru mesabesindedirler. Vahyin muhkematına tevfikan yer yer bir kısım yorum ve içtihatlarda bulunsalar da, yine de her şeyi ilm-i muhitin plan ve çerçevesine göre ifadelendirmeye çalışır ve her hareketlerinde murad ve marziyat-ı ilâhiyeyi gözetirler.
Onlar, hayatlarını her zaman vahyin gölgesinde devam ettirir; bütün faaliyetlerinde sadece ve sadece Hakk’ın hoşnutluğunu arar; her halükârda Cenâb-ı Mürşid’in belirlediği yolda yürür; hareket ve faaliyetlerinin neticesini Allah’a havale eder ve gayretlerinin semeresini de ötelerin tâ öbür ucuna bırakırlar. Onlar ve onlara gönülden ittiba edenler, hiçbir zaman dünya sevdasına, makam mansıp arzusuna kapılmaz; her hareket ve her davranışlarını takva duygusuna bağlar; vahye uyma basiretini hidayetin kendisi sayar, bütün aklî, ruhî, kalbî ve hissî melekeleriyle bu aydınlık şehraha yönelir, o yolda yürümeyi kurtulmanın da, kurtarmanın da teminatı görür ve hayatlarını böyle bir görmeye ve böyle bir bilmeye bağlarlar.
Esasen, insan aklı, insan mantık ve muhakemesi –bunların hepsini tek bir şey kabul etmek de mümkündür– nübüvvet ve onun vaad ettiklerini kabullenip, bu feyyaz kaynaktan tam yararlanabildiği müddetçe, bir yandan kendi alanının serhaddine ulaşma yoluna girerken, diğer yandan da başkalarını aldatan birer vasıta durumuna düşmekten kurtulmuş olur/olacaktır. Her şeyden evvel, böyle davranmada, bütün varlık ve eşyaya hükmeden sonsuz kudret ve muhit ilme teslim olma gibi bir husus söz konusudur. İsterseniz siz buna, akıl ve mantık ürünlerini, akılla, mantıkla elde edilen değişik projeleri ve farklı alanlardaki araştırmaları, tecrübeleri, yani bütün arzî olanları semavîleştirmek, arazî olanlarda da cevherin ruhunu aksettirmek için her şeyi vahye test ettirme de diyebilirsiniz. Aslında aklı yaratan da Allah’tır, ona vahiy ile derinleşme yolunu gösteren de… Allah, akılla insanların gözünü açmış, vahiyle de aklın doğru görüp, doğru düşünmesini sağlayarak, ona daha geniş bir muhakeme alanı hazırlamıştır; hazırlamış ve o kuşatıcı beyanıyla insanlar üzerinde bağlayıcı hüccetini ikame etmiştir. Tabir-i diğerle Allah, bütünü birden kucaklayan vahiy müessesesini, her zaman dağınık ve birbirinden kopuk bir durum arz eden akıl ve muhakemenin farklı yollarını birleştirecek ve bunların mukayese ürünlerini de test edebilecek bir laboratuvar hâline getirmiştir.
İşte, bütün bu mülâhazalara binaendir ki biz, her biri kendi çağında emin, tecrübeli ve yürüdüğü yolları bütün değişik hususiyetleriyle bilen Enbiyâ-yı İzâm Efendilerimize (alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalâtü vetteslîmât) uyulmadan, emniyetle yol alınamayacağı ve oldukça karmaşık görünen bu hayatın falsosuz yaşanamayacağı kanaatindeyiz. Keza, vahyin, insan aklını değişik hezeyanlardan koruyan bir iksir ve peygamberlerin de bu iksiri yerinde kullanan hâzık birer hekim olduklarına inanıyoruz. Evet, bu seçkin kimseler, insan aklını değişik sapma noktalarına karşı sıyânet eden; ona, yüksek, lâhutî ve fizikî hedeflerin üstünde fizik ötesi ufuklar açan aydınlık birer mürşiddirler. Bu mürşidlere el veren akıl, mantık ve muhakeme, aynı zamanda kendi serhadlerine ulaşmayı da garanti etmiş sayılırlar. Biz, nübüvvet ve vahye inananlar, aklı, mantığı ve bu melekelerin ürünlerini takdirle karşılamanın yanında, bunların asla vahyin boşluğunu dolduramayacaklarına ve onun sâdık ve kusursuz tebliğcilerinin yerini alamayacaklarına inancımız da tamdır.