Nebevî Değişimin Hususiyetleri
İnsanlık tarihinin gördüğü en köklü değişim, barış eksenli ve tepkisellikten uzak olmanın yanı başında iş bitirici ve derinlikli bir yapı arz etmektedir. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem); inanç haline gelmiş düşünceleri, tavır ve davranışları, toplumun kökleşmiş ve demine-damarına işlemiş yanlış gelenek ve görenekleri; iknâ yöntemi, rıfk ve yumuşak üslupla; şefkat ve merhamet hissi, nâzik davranış ve kibar tavırlar ile kökünden değiştirebilmeye muvaffak olmuştur.1
13 yıl süren Mekke dönemi boyunca müslümanlar, baskı altında “mustaz’af” bir durumda idiler.
Bedir Gazvesi, önceden plânlı değildi ve hiç hesapta olmayan gelişmelerden dolayı vukû bulmuştu.
Uhud Savaşı, bir müdafaa harbiydi.
Hendek Muhâsarası, yine bir savunma savaşıydı.
Hudeybiye Musâlahası, müslümanlar tarafından, müşriklerin İslâmiyet’e saygısızca kastettikleri bir anlaşma olarak algılanmıştı.
Mekke fethi, münferid bir-iki hâdise dışında kan dökülmeden gerçekleşti ve “Varın yolunuza gidin.. Hepiniz hür ve serbestsiniz.” beyanının ilânıyla taçlanmıştı.
İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallahu aleyhi ve sellem), mazlumlara, gasp edilen haklarını insaf ölçüleri içinde âdilâne geri vermiş, yeryüzüne hür olarak gözlerini açmalarına rağmen zorbalar tarafından köleleştirilenlere yitirdikleri hürriyeti iade etmiş, mükerrem olarak yaratılmış insanın gerçek değer ve itibarını ortaya koymuş, “şefkat âbidesi kadın”ı da hak ettiği saygınlığın zirvesine oturtmuştur.
Beri taraftan, ortalığı kasıp kavuran zorbaları ve müstebid ruhların kibir ve çalımlarını en az kayıpla ortadan kaldırmıştır.
Düşünün bir kere… Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem), cahiliye âdetlerinin en kökleşmiş olanlarından olan kan davası ve intikam hissi gibi gelenekleri, insanların ruhlarından söküp atmaya nasıl muktedir olabilmiştir?! Bu husus, insanı derin murakabelere sevk edecek mahiyettedir.
Körü körüne taklit ve en bayağı şeylere boyun eğme almış başını yürüyorken, bunlar yerine hür şuur ve hür bilinci nasıl ikame edebilmiştir?!
Getirmiş olduğu “âb-ı hayat İslâm mesajı”na gönül verenlerin zihinlerinde ve ruhlarında, cahiliye tortusu taşıyan her düşünce ve davranışa karşı psikolojik sınır ve ruhî bariyerler inşa etmede nasıl muvaffak olabilmiştir?!
“Teberrüc-ü câhiliyye”2, “Hamiyyet-i câhiliyye”3, “Hükm-ü câhiliyye”4, “Fahr-ı câhiliyye”5, “Asabiyet-i câhiliyye”6 ve daha nice câhiliye dönemi âdetleri…
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebû Zerr Hazretleri’nin (radiyallahu anh) yaptığı bir davranış üzerine onu şu şekilde uyarmıştır: “Görüyorum ki karşımda, hâlâ cahiliye âdetlerinin kalıntılarını taşıyan bir adam durmakta..!” 7
Rıfk Peygamberi (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ), bir lâhzalığına dahi olsa -neye mâl olursa olsun- putperestlikle ateşkes yapmadı, şartlarını kabule yanaşmadı.. Aksine, insanların zihinlerinde ve duygularında neş’et eden putperestliğin her çeşidini yıkma ve Allah’la kullar arasındaki engelleri bertaraf edip Tevhid’i ikame etme yolunda gecesini gündüzüne kattı…
Kaza Umresini yapmak üzere Mekke’ye girdiğinde, Kabe’nin etrafında üç yüz altmışa yakın put diziliydi.. Rahmet Peygamberi (sallallahu aleyhi ve sellem) bu putları hemen yıkmamıştır. Zîrâ, bu putlara gönül verenler için bunların yenisini hattâ daha iyisini yapmak çok da zor bir iş değildi. Dahası bu insanlar, böyle bir imkâna sahiptiler.
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem), Kabe’nin dört bir yanını saran bu putlara, Mekke’yi fethedeceği âna kadar dokunmamış ve onları yıkmaya teşebbüs etmemiştir. Zîrâ Mekke’nin fethiyle, civar bölge insanlarının neredeyse tamamı Allah Resulü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) ve O’nun kutlu mesajına boyun eğmişti. Putların bir fayda sağlamayacağı yönünde, ma’şerî vicdanlarda ve her bir insanın ruhunda köklü bir kanaatin neşv ü nemâ bulmasına muvaffak olmuştu. Bu kanaat öylesine yayılmıştı ki, artık açıktan seslendirilir olmuştu.
Nitekim İslâm ışığı karşısında hezimet yaşayan karanlık düşünce müntesipleri, inançlarını şöyle kritik etmeye başladılar: “Şayet bu putlardan bir fayda gelseydi, onların sâdık kulları olan bizleri yüzüstü bırakmaz ve perişan olmamıza fırsat vermezlerdi!”
Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) tükenmez sabrının erişilmez sınırlarını, Mekke döneminde putperestlerle “birlikte yaşama” gayretinde açıkça görmekteyiz. Mekke müşriklerinin gerek Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) karşı, gerekse kadın-erkek demeden bütün ashabına yönelik her türlü engellemeleri, ezânın her türlüsünü tattırmaları, kin ve nefretin her çeşidini kusmalarına rağmen, onların bu haddini aşan tavırları ve tecavüzleri karşısında Sabır Kahramanı Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), tahammül etme ve vicdan genişliğini sergileme konusunda bütün vesileleri sonuna kadar kullanmıştır.
Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) tabiatının bir yanı olan bu sabrı ve vicdan vüs’ati, Medine’ye göçtükten sonra da devam etti. Nitekim Yesrib’te ikamet eden Yahudiler, Evs ve Hazrec kabilelerine mensup müşrik Araplar, münafıklar ve imanın kalplerine henüz tam olarak oturmadığı bazı kimseler, Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürüyeceği âna kadar varlıklarını devam ettirmişlerdir.
Nezaket ve âlî edebin mücessem timsali olan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), kendilerini rencide edecek nice muamelelere maruz kalmıştır. Nitekim Hicret’in dokuzuncu senesinde nâzil olan Hucurât Sûresi’nde, Allah Resulü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) karşı sû-i edepten sakınmayı, sesini Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) sesinden daha fazla yükseltmeyi, kötü lâkaplar takmayı, başkalarını hor ve hakir görmeyi, sû-i zanda bulunmayı nehyettikten sonra şu hususa mealen vurguda bulunmuştur:
“Bedeviler “iman ettik!” dediler. De ki: “Siz iman etmediniz, lâkin “İslâm olduk, size inkıyad ettik!” deyiniz. Zira iman kalplerinize henüz girmiş değildir. Eğer Allah’a ve Resulüne itaat ederseniz, O sizin emeklerinizden hiçbir şeyin mükâfatını eksiltmez, Yaptığınızı zayi etmez. Bilesiniz ki Allah Gafûr ve Rahîmdir (mağfireti, merhamet ve ihsanı boldur).” (Hucurât:14).
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), her şeye rağmen, inancı ve milliyeti ne olursa olsun, çevresiyle dâima iyi münasebet içerisinde olmuştur. Nitekim ruhunun ufkuna yürümeye yakın bir zamanda, mübarek zırhını, ehl-i beytine satın aldığı yiyecek karşılığında bir Yahudi’ye rehin bıraktığı ortaya çıkmıştı. Böyle bir durumda Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) için satın alma bir hayırdı ve ihtiyacını gidermekti. Beri taraftan ona bu yiyeceği satan Yahudi’nin satışı da Yahudi’ye kâr getiriyordu. Haddizatında “birlikte yaşama”nın temelinde “karşılıklı fayda ve maslahat”ların temini yatmaktadır. Zîrâ taraflardan biri ihtiyacını giderdiği anda, karşı tarafın da ihtiyacını gidermiş olabileceğini idrak etmek, birlik içinde yaşamanın (teâyüş) temelini oluşturur.
Aslında Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem), Refîk-i A’lâ’yla (celle celâluhu) mülâki olduğu bu son demlerinde böyle bir uygulaması, kendinden sonraki nesillere “pratik bir ders” hüviyeti taşımaktadır. Bu dersle, İslâm’ın merkezi ve ilk dönemdeki başkenti mesabesindeki Medine-i Münevvere’nin “çoğulcu”luğa açık ve herkese kucak açan bir yer olması yönünde bir arzu ortaya konmuş oluyordu. Böyle olmalı ki bütün bir insanlık, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) komşularıyla ve dindaşı olmayan vatandaşlarıyla muâmelesindeki üslûbunu açıkça görebilsinler.
İslâm idaresi, asırlar boyunca, sözünün geçtiği topraklarda farklı grup, hizip ve mezhepleri, içtimâî dokusu içinde muhafaza etme konusunda azamî gayret göstermiştir. Bunun da ötesinde, bu farklı etnik unsurların ve inanç gruplarının kimliklerini ve akidelerini değiştirme istikametinde hiçbir baskı uygulamamıştır. Şu kadar var ki onları Ebedî Mesaj’a muttali kılma konusundaki yükümlülüğünü yerine getirmek için de “en güzel şekilde mücadele (muamelelerin en iyisi)”den8 de geri durmamıştır.
Bu eşsiz doku ve bî-hemtâ kumaş; siyasetin beslediği, cehaletin güttüğü, taassubun kışkırttığı ve dar görüşün alevlendirdiği darbelerle yırtılınca, komşular arasında çatışma ve çarpışmalar baş göstermiş oldu.Böylece insanlar, hasım dahi olsa komşuluk münasebetinin iyi tutulması gerektiğine dâir Peygamber tavsiyesini unuttular. Oysaki -yukarıda bahsi geçen hâdisede de görüldüğü üzere- Sünnet-i Seniyye’de, bizler için üsve-i hasene (ideal örnek) olan Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) Yahudi komşusuyla muâmelesi gözler önüne serilmekteydi.
Çarpışma ve çatışma ortamında, şuur seviyesi ve aklın aktifleştirilme düzeyi asgariye iner. Bunun tabiî bir neticesi olarak insanlar, başkaları hakkında sû-i zanda bulunmaya başlarlar. Derken en kötü ihtimale göre hazırlıklar yapılır; böylece en ilkel ve ibtidâî bilince teslim olurlar.
Akıllı kimseler çok iyi bilirler ki, çatışma durumları geçicidir ve savaşın olağanüstü hâli sona erdiğinde, dönülebilir bir “hâl”den ibarettir. Sonrasında ise insanlar, ortak maslahatlar üzerinde yoğunlaşır, birlikte yaşama yollarını araştırır ve yan yana yerleşmelerin sebeplerine tevessül ederler.
Bu yüzdendir ki sahabe-i kiramdan Amr b. el-Âs Hazretleri (radiyallahu anh), Rumların bu yönünü şu sözleriyle övmüştür:
“أَسْرَعُ النَّاسِ إِفَاقَةً بَعْدَ مُصِيبَةٍ”
“Rumlar, insanlar arasında, maruz kaldıkları bir musibetten sonra, en kısa sürede kendini toparlayan ve ilk toslamayı atlatan kimselerdir.”
Hz. Amr (radiyallahu anh), bu tespitinde, Rumlarda mevcut “kolektif akıl” meziyetine dikkatleri çekmektedir. Bu hasletin bir neticesi olarak onların, gerilim ânlarını, savaş durumlarını ve tıkanıklık hâllerini çok kısa sürede aşıp, diyalog ortamlarına ve ortak payda arayışlarına yöneldiklerini belirtmektedir. İşin doğrusu onların bu hasletini günümüz Avrupa’sında da görmek mümkündür. Nitekim Avrupa milletlerinin, 1. ve 2. Dünya Savaşlarının patlak vermesinden çok kısa bir süre sonra, koca koca müesseselerle küreselliğe, Avrupa pazarında, sonra da Avrupa Birliği’nde birlik sağlamaya yöneldikleri bilinmektedir.
Avrupa milletlerinde hâl böyleyken, Arap kabilelerinde durum bunun tam tersine işlemektedir. Nitekim öç alma ve kan davaları sebebiyle bu kabileler, eski düşmanlıklarını sürdürmektedirler. Dahası yeni genç nesil, bu düşmanlığı tevarüs etmekte ve bunun gereğini yapma baskısı yaşamaktadır. Arap kabileleri, düşmanlık duygularının -çok eskiye dayansa da- hikâyelerinde işleme ve şiirlerinde ele alma neticesinde, sanki dün vükû bulmuş gibi capcanlı kalmasını sağlamaktadır.
Bazen de kan dökme sevdası ve öfke hissi, bir düşünceye, bir mezhebe yahut da hizipçilik ve partizanlık kisvesine bürünür. Netice itibariyle de böyle bir yola, siyasî bir partiye veya düşünce ekolüne intisap hissinin güçlüğü, diğer insanlarla iyi münasebetleri ezer geçer. İşin doğrusu bu durum gerek İslâm’ı yaşama gayreti içinde olanlar, gerekse lâik kesim mensupları arasında çokça görülmektedir. Bu realite ise düşüncenin, bahsi geçen menfî eğilim ve akımı sağa-sola yönlendirebildiği söylense bile, bu kötü hasletleri kesinlikle ıslaha muvaffak olamadığının en güzel göstergesidir.
Dipnotlar
1. Bir hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) Hz. Âişe Vâlidemiz’e hitaben şöyle buyurduğu nakledilir: “Yâ Âişe, bilesin ki Cenab-ı Allah, kullarına rıfk ile muamele eden ‘Refîk’tir. Zorbalığa, şiddete ve daha başka menfî yollara başvuranlara bahşetmediği neticeleri, yumuşak huy ve tatlı üslûbu tercih edenlere lütfeder.” (Müslim, Birr ve Sıla 23) (Mütercim)
2. Teberrüc; vakara halel getirecek şekilde süslenmek ve takı takmak manalarına gelir. Bu husus, şu âyet-i kerimeyle nehyedilmiştir: “Hem vakarla evinizde durun da, daha önceki Cahiliye döneminde olduğu gibi süslenip dışarı çıkmayın”. (Ahzab:33) (M)
3. Hamiyyet; tarafgirlik, tutuculuk ve hiddetle öfkelenmek anlamlarına gelir. Bu vasıfla ittisaf, şu ayet-i kerimeyle yasaklanmıştır: “Kâfirlerin kalplerine taassubu, Cahiliye taassup ve tarafgirliğini yerleştirdikleri o sırada, Allah da Resulünün ve müminlerin gönüllerine huzur ve güven duygusu verdi, takvâ kelimesini onlara yoldaş etti. Zaten onlar bu söze pek lâyık ve ehil idiler. Allah her şeyi hakkıyla bilir.” (Fetih:26) (M)
4. Hükm-ü câhiliyye; câhiliye devrinin İslam kriterleriyle bağdaşmayan değer yargıları manasına gelir. Bu özellik, şu âyet-i kerimede zikredilmiştir: “Yoksa Cahiliye devrinin hükmünü mü istiyorlar? Fakat kesin olarak iman eden insanlar için, Allah’tan daha güzel, daha doğru bir hâkim bulunabilir mi?” (Mâide:50) (M)
6. Asabiyyet-i câhiliyye; câhiliyye döneminde sıkça görülen “kendi akraba, vatan, din ve milliyetini aşırı derecede kayırma gayreti, şovenlik” uygulamasıdır. İslamiyetin bu hususu yasakladığını gösteren birçok âyet ve hadis mevcuttur. (M)
7. Efendimizin Ebu Zerr hazretlerini bu şekilde uyarmasının temelinde, Hz. Ebu Zerr ile Bilal-i Habeşî hazretleri arasında geçen bir hadise yatmaktadır. Bir gün Ebû Zerr (radiyallahu anh), Bilal-i Habeşî hazretlerine hitaben: “Ey siyah kadının oğlu!” demişti. Bilal (r.a.) de gelip Allah Resûlü’ne şikâyette bulununca Allah Resûlü Ebû Zerr’e karşı gadaplanmış: “Ey Ebu Zerr! Bilal’i nasıl olur da annesinden dolayı kınarsın! Sende hâlâ cahiliye emâresi var.” sözüyle ona tevbihte bulunmuştu. (Buhârî, iman 22, edeb 44; Müslim, eymân 38-39). (M)
8. Bkz: Nahl:125. (M)
Yazar: Yeni Ümit Dergisi’nden alınmıştır.