Müreysi kuyusu: Uyumayan nifak ve molasız yolculuk

609
Müreysi Kuyusu

Bir tarafta bu gelişmeler olurken diğer yanda ashâbdan bir grup, su getirmek üzere Müreysî kuyusunun başına gitmişti. Müreysî, sığ bir kuyu idi ve ihtiyaçları olan suyu almak için kovalarını suyun içine salan Ensârdan Sinân İbn Veber ile Muhâcirînden Cehcâh İbn Mes’ûd’un ipleri birbirine dolanmış ve aralarında anlaşmazlık baş göstermişti. Kendini tutamayan Hz. Cehcâh, o öfkeyle arkadaşına bir darbe indirmiş ve bunun üzerine başı yarılan Hz. Sinân da:

– Yetişin ey Ensâr topluluğu, diyerek arkadaşlarını yardıma çağırmıştı. Durumun iyice gerildiğini gören Hz. Cehcâh da, aynı çağrıyla Muhâcirîn’e seslenecek ve o da arkadaşlarının kendi yardımına gelmelerini isteyecekti.

Önemli bir hadisenin gerçekleştiğini düşünen Ensâr ve Muhâcir, pür telaş sesin geldiği yere yöneldiler. Ortam çok gergindi; yok yere çıkan küçük bir kıvılcım, büyük bir fitneyi ateşlemek üzereydi. Kılıçlar çekilmiş, saflar da belirginleşmişti. Bunca gelişmeden sonra sanki yeniden eski günlere dönülmüş, yüzyıllar süren savaşları hatırlatan bir uçurumun kenarına gelinmişti.

Durumdan haberdar olan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) derhal olay mahalline geldi. Celallenmişti ve:

– Cahiliyeden kalan bu çağrının anlamı da ne, diye sordu. Anlatılanları dinleyince, yine küçük bir yanlışın büyük bir olaya kapı aralamak üzere olduğunu gördü. Belki de Allah (celle celâluhû), aralarında Resûlullah var iken, uhuvvet adına saflarını perçinlemeyi murat buyurmuştu. Böyle durumlar patlak verecekti ki Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) olaya müdahale edecek ve benzeri durumda Müslüman’ın nasıl davranması gerektiğini fiilen gösterecekti. Şöyle seslendi:

– Artık böyle davranmayı bir kenara bırakın! Çünkü o, kokuşmuş ve köhne bir çağrıdır. Aksine kişi, zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım etsin! Eğer zalim ise, onu zulmünden vazgeçirir; mazlum ise, bu durumda onun yardımcısı olur!

Demek ki her iki tarafın da yardıma ihtiyacı vardı. Onun için Ensâr ve Muhâcirîn gidip kendi adamlarıyla konuşmaya başladılar. Aralarında Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) dururken hislerle hareket etmek doğru değildi. Din nasihatten ibaretti ve şimdi de bu nasihate ihtiyaç vardı. Görüşmeler semere vermiş ve Hz. Sinân da Hz. Cehcâh da yaptıklarına bin pişman olmuşlardı. Hatta başı yarılan Hz. Sinân, hakkından feragat etmiş ve Hz. Cehcâh’ı affettiğini söylemişti. Her şey durulmuş ve mesele yeniden tatlıya bağlanmıştı.

Müreysî kuyusunun başında bunlar olup biterken diğer yanda Abdullah İbn Übeyy İbn Selûl, kendisi gibi on tane yakın arkadaşıyla birlikte oturmuş durum değerlendirmesi yapıyordu. Aralarında, o gün için yaşı henüz küçük olan Zeyd İbn Erkam da bulunuyordu. Öfkeden damarları çıkmış, burnundan soluyordu. O güne kadar biriktirdiği muzmeratını döküyor ve şöyle diyordu:

– Vallahi, ömrümde böyle bir gün görmedim. Vallahi de bunların bir gün başıma geleceğini biliyordum! Ancak kavmim bana baskın geldi; beni başlarına kral yapsalardı ya! Şimdi baksanıza, kendi ülkemizde bize üstünlük sağlayıp, üstünlüğümüzü de yok sayarak bizi hor ve hakir görüyorlar! Vallahi, bizimle şu Kureyş çapulcularının durumu ancak, “Besle kargayı oysun gözünü”1 vecizesinde anlatılan gibidir. Vallahi, Cehcâh’ın çağrısını duyacağım ana kadar, böyle bir karşı duruşun olacağından ümidimi kesmiş ve bunu duyamadan öleceğimi düşünmeye başlamıştım. Ne yazık ki, şimdi ben yaşıyorum; ancak bu çağrıya cevap verecek güç bulamıyorum. Şu da bir gerçek ki, hele bir Medine’ye dönelim; işte o zaman aziz olan, zelil olanı oradan çıkaracaktır!

Bunları söyledikten sonra yanındaki arkadaşlarına dönecek ve onlara da şöyle seslenecekti:

– Aslında bunu siz kendiniz yaptınız; onları siz kendi ülkenize kabul ettiniz ve onlar da gelip ülkenize yerleştiler. Mallarınızdan onlara pay ayırdınız ve artık onlar imkân sahibi oldular! Vallahi de, onlara kucak açıp da mallarınızla onları desteklemiş olmasaydınız onlar, bugün burada değil başka yerlerde olacaklardı. Bakın şimdi, yaptıklarınıza da rıza göstermiyor ve sizleri oklarına hedef hâline getiriyorlar. Hâlbuki sizler, O’nun için savaştınız ve çocuklarınızı O’nun uğrunda yetim bıraktınız! Bu durumda sizler sürekli azalırken onlar hep çoğaldılar!

İbn Selûl, ortamı müsait bulmuş fırsat avcılığı yapıyordu. Onun tüyler ürperten bu sözlerini duyan Zeyd İbn Erkam, koşar adımlarla Efendimiz’in huzuruna geldi ve duyduklarını teker teker anlatmaya başladı. Allah Resûlü, dinlediklerinden hoşlanmamıştı; yüzünün rengi değişti. Belki de, nifak adına mayalanan yaranın erken patlamasından endişeleniyor ve ashâbı arasında yeni bir tatsızlık çıkmasını da istemiyordu. Önce:

– Ey delikanlı! Ona olan kızgınlığınla böyle duyduğunu sanmış olmayasın, diye Hz. Zeyd’e seslendi. Hz. Zeyd kendinden emindi ve:

– Hayır yâ Resûlallah! Vallahi de bunları ondan duydum, diye tekrarlıyordu. Resûl-ü Kibriyâ Hazretleri tekrar Zeyd’e döndü:

– Yanlış duymuş olmayasın, dedi.

– Vallahi de hayır yâ Resûlallah, diyordu. Bu sefer de:

– Belki bunu söyleyen o değil de bir başkasıdır; sen karıştırmış olmayasın, dedi. Metanetinden zerre kadar şaşmayan Hz. Zeyd yine:

– Vallahi de hayır yâ Resûlallah, diye tekrarlıyordu. Hz. Zeyd’in duydukları demek ki doğruydu.

Zeyd İbn Erkam’ın anlattıklarını duyan ve anlatılanlara Resûlullah’ın üzüldüğünü gören ashâb da duruma müdahale etmek istemiş, bilhassa Ensâr:

– Nasıl oluyor da sen, kavminin efendisi aleyhinde oluyor ve bile bile onun söylemediği şeyi ona isnat etmek suretiyle haksızlık edebiliyorsun! Bu hareketinle sen, hem zulmetmiş hem de akrabalık haklarını hiçe saymış oluyorsun, diyerek Hz. Zeyd’i kınayıp tevbih ediyordu. Çaresiz Zeyd:

– Vallahi de ben, bunların hepsini ondan duydum, diyor ve kendini savunmaya çalışıyordu. Kendisini sıkıştıranları ikna için de şunları söyleyecekti:

– Vallahi de benim için Hazreç arasında, Abdullah İbn Übeyy İbn Selûl kadar sevimli bir adam yoktu. Ancak ben, bu sözleri babamdan bile işitmiş olsaydım, hiç tereddüt etmez ve doğruca Resûlullah’a gelip anlatırdım. Ümit ediyorum ki Allah (celle celâluhû), çok geçmeden Nebisine, söylediklerimi doğrulayacak bir vahiy indirir!

Ensâr’ın Teşebbüsleri

Efendimiz’in beyanlarını işitip de Zeyd İbn Erkam’ın anlattıklarını duyan bir grup Ensâr, soluğu Abdullah İbn Übeyy İbn Selûl’ün yanında aldılar. Aralarından Evs İbn Havlî:

– Ey Ebâ Hubâb, diye seslendi. Şâyet bunları gerçekten söylemiş isen, boşuna inkâr etme; git ve olup bitenleri Resûlullah’a anlat ki sana istiğfarda bulunsun! Yoksa, hakkında vahiy gelir ve senin yalanını ortaya çıkarıverir! Eğer gerçekten bunları söylememişsen, o zaman yine O’na git ve özür dileyip bunları söylemediğine dair yemin et!’

Daha Evs sözünü bitirmemişti ki İbn Selûl:

– Vallahi’l-Azîm, bunları asla ben söylemedim diyerek yerinden kalktı ve hızlı adımlarla Allah Resûlü’nün yanına geldi. Açığını kapatacak ve hakkında oluşan menfi havayı düzeltmeye çalışacaktı. Onun gelişini görünce Efendiler Efendisi daha erken davrandı ve:

– Ey İbn Übeyy! Şâyet bu sözler sana aitse tevbe et, buyurdu.

Perdeyi yırtmıştı bir kere ve Allah adına yeminler vererek:

– Zeyd’in söylediklerini ben söylemedim; hatta böyle bir mevzuyu hiç konuşmadım, diyerek yeminler etmeye başladı.

Allah’ın sevgili kulu Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), her fırsatta aleyhte kumpas kuran böyle bir fıtrata bile sert davranmayacak ve aradaki perdeyi zedelemeyecekti. Bu sırada Efendimiz’in yanında bulunan ashâbdan birisi, İbn Selûl’ü de rahatlatacak şu cümleyi söyleyiverdi:

– Belki de o çocuk yanılmış ve adamın söylediklerini zihninde tam tutamamış olabilir!

Her şeye rağmen Allah Resûlü, insanlara şefkatle muamele ediyor, ne türlü dümenler çevirdiklerini bile bile hatalarını yüzlerine vurmuyordu.

Hz. Ömer’in Teklifi ve Yola Çıkış

Duydukları karşısında deli divane olan Hz. Ömer, olup bitenleri hâlâ hazmedememişti; hazmedilecek gibi de değildi! Ortalıkta bir dolabın döndüğü kesindi ve bu tezgâh, Hz. Ömer gibi insanları derinden yaralamıştı. Onun için, çizgiyi aşanlara hadleri bildirilmeli ve bir daha böyle bir boşboğazlık yapmalarına imkân tanınmamalıydı. Kılıcını kaptığı gibi Allah Resûlü’nün yanına geldi. Bu sırada Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bir ağacın gölgesinde oturmuş, sırtına masaj yaptırıyordu. Daha önce görmediği bir manzaraydı bu. Endişeyle sordu:

– Yâ Resûlallah! Yoksa sırtınızda bir ağrı mı var?

– Dün gece deve, Beni sırtından attı, buyurdu.

– Yâ Resûlallah, diye söze başladı Hz. Ömer. Bana müsaade etseniz de şu İbn Übeyy’in boynunu vursam!

– Bunu gerçekten yapar mısın, diye mukabele etti Allah Resûlü.

– Evet, diyordu Hz. Ömer. Seni hak beyanla gönderene and olsun ki yaparım!

Onun neyi yapıp neyi yapamayacağını Allah Resûlü de biliyordu. Allah Resûlünde hafif bir temayülü hissetseydi, daha sormadan İbn Übeyy’in işini bitiriverirdi. Ancak mesele, kılıçla çözülecek cinsten değildi. İbn Übeyy’i lider gören ve onun arkasından giden çok insan vardı. Uhud’dan ayrıldıkları günü herkes hatırlıyordu. Aynı zamanda bu adamlar, perde arkasından ne türlü entrika çevirirlerse çevirsinler dış görünüş itibarıyla Müslüman olduklarını söylüyor ve Allah Resûlü’nün arkasında namaza duruyorlardı. Öyleyse başkalarını da etkileyecek fevrî bir adımdan kaçınmak gerekiyordu. Onun için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Ömer’e şunu söyledi:

– O zaman Yesrib’de, şu anda kendilerine emretsem onu öldürecek birçok kimse bu işe karşı çıkar ve burun kırıp kazan kaldırırlar!

İbn Übeyy’in kellesine gözünü diken Hz. Ömer:

– Yâ Resûlallah, diye bir kez daha seslendi. O zaman Abbâd İbn Bişr’e2 emretseniz de şu adamın başını bari o getiriverse!

Şefkat peygamberi (sallallahu aleyhi ve sellem), bundan da hoşlanmamıştı. Zira O, inhiraf ettiklerinde insanlara büyük cezalar veren değil, her zaman onlara hayat bahşetmek için gönderilmiş bir peygamberdi. Onun için döndü Hz. Ömer’e ve:

– Hayır, dedi. O zaman da insanlar, Muhammed arkadaşlarını öldürüyor diye dedikodu ederler!

Efendimiz’in getirdiği din, dengeyi telkin ediyordu ve anlaşılan Allah Resûlü, İbn Übeyy konusunda da re’yini dengeden yana kullanıyordu. Öyleyse Hz. Ömer’e geri adım atmak düşerdi.

Hz. Ömer geri adım atmıştı ama İbn Übeyy’in söyledikleri, insanların ağzına pelesenk olmuş dolaşıp duruyordu. Buna bir çözüm bulunmalıydı ve Hz. Ömer,

– Öyleyse insanlara emretsen de yola çıksalar, teklifinde bulundu. O ana kadar bütün tekliflerine olumsuz cevap veren Efendiler Efendisi bu sefer:

– İşte bak bu olur, buyurdu.

Bunun üzerine Müreysî kuyusunun başından Hz. Ömer’in gür sesi yankılanmaya başladı. Hz. Ömer’in bu çıkışı, ashâbı bir anlık tereddüde sevketmişti; zira günün orta vakti ve bu kadar güneş altında yola çıkmak Resûlullah’ın âdeti değildi. Çok geçmeden Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) de, Kasvâ’nın üzerinde görülüverdi; demek gerçekten de yola revan olunuyordu!

Efendiler Efendisi’nin yanına yaklaşan Evs’in efendisi Sa’d İbn Ubâde,3 Allah Resûlü’ne selam verdikten sonra:

– Yâ Resûlallah, diye seslendi. Bugün öyle bir saatte yola çıktınız ki daha önceleri hiç bu vakitte hareket etmezdiniz; bunun sebebi nedir?

Efendimiz ona döndü ve:

– Arkadaşınızın söyledikleri sana ulaşmadı sanırım, buyurdu. Gerçekten de duymamıştı ve Hz. Sa’d:

– Hangi arkadaşımızın yâ Resûlallah, diye sordu.

– İbn Übeyy, dedi Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem). Medi­ne’ye dönünce, aziz olanın zelil olanı oradan çıkaracağını sanıyor!

Hz. Sa’d, feraset sahibi bir liderdi. Kıvrak zekâsıyla hemen şunları söyledi Allah Resûlü’ne:

– Yâ Resûlallah! İstersen onu Sen çıkarırsın; çünkü Aziz olan Sensin, zelil ise şüphesiz o! Zaten izzet, Allah, Resûlullah ve mü’minler için söz konusudur. Ancak yâ Resûlallah! Sen yine de ona yumuşak davran! Çünkü Allah Seni buraya getirdiğinde kavmi onu, inci boncuk giysilerle, taç giydirip başlarına lider yapmaya hazırlanıyordu. Tacındaki kıymetli taşların hepsi tamamlanmış, sadece Yûşa’ adındaki bir Yahudi ‘hayır’ diyerek elindeki taşı vermemişti; lider olabilmesi için elindeki kıymetli taşa olan ihtiyaçlarını biliyor ve yüksek bir bedel istiyordu. İşte tam bu sırada Allah (celle celâluhû) Seni gönderdi ve o da, bu sebeple Senin, ona ait mülkü gasbettiğini düşünüyor!

Oğul Abdullah’ın Hassasiyeti

Hz. Ömer’in Efendimiz’e gelerek söylediklerini duyan İbn Übeyy’in oğlu Abdullah,4 Allah Resûlü’nün yanına gelmişti; her hâlinden hüzün damlıyordu. Babasının küstahlıkları karşısında eriyip mum olmuştu ama elinden bir şey gelmiyordu. Rengi atmıştı. Çaresizdi; mahcup bir eda ile:

– Yâ Resûlallah, diye seslendi. Her hâlinden niyeti ve hayatî bir karar verdiği anlaşılıyordu. Bir müddet yutkunduktan sonra, kendini topladı ve insanın kanını donduracak şu cümleleri sıralamaya başladı:

– Senin hakkında söylediklerinden dolayı şâyet babamı öldürecek olursan, o işi bana bırak; vallahi de ben, daha Sen şu oturduğun yerden kalkmadan onun başını buraya getiriveririm! Gerçi, Hazreç de bilir ki, anne babasına iyilik konusunda onlar arasında benden daha ileri olan kimse yoktur; şu zamandan bu yana onun yemeklerini hep ben hazırlar, içeceğini de hep ben takdim ederim! Ben şundan korkuyorum yâ Resûlallah; şâyet onu benden başkasına emrederek öldürtürsen, babamın katili gözümün önünde ve insanlar arasında dolaşırken nefsim buna dayanamaz ve ben de belki bir gün kendimi kaybedip onu öldürür ve Cehennem’e girerim! Elbetteki Senin affın daha değerli, lütfun da daha büyüktür!

Onun bu teklifine karşılık Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem):

– Ey Abdullah, dedi. Ben, ne senin babanı öldürmeyi murad ettim, ne de bunu emrettim; bilâkis o bizim aramızda olduğu sürece biz ona hep ihsanla muamele edip iyilik düşünürüz!

Rahat bir nefes almıştı Hz. Abdullah. Aksi hâlde, anne ve babasına bu kadar düşkün olmasına rağmen neredeyse baba katili olacaktı. Şimdi ise, Şefkat Nebisinin engin rahmetine şahit olmuş ve peş peşe gelebilecek zincirleme endişelerinden sıyrılmıştı. Babası bu kadar gündeme gelmişken Efendimiz’i de bilgilendirmek istedi:

– Yâ Resûlallah, diye başladı söze. Şu Medine ahalisi babamı, başlarına lider yapmak için omuz omuza verip anlaşmışlardı. İşte tam bu sırada Allah (celle celâluhû), Seni buraya getirdi; bu sebeple Allah onu alçaltırken Senin vesilenle bizi kıymetler üstüne çıkardı. İşte şu anda onun etrafında öyle insanlar dolaşıyor ve daha önce gerçekleştiremedikleri işleri elde edebilmek için onu tahrik edip duruyorlar!

Sa’d İbn Ubâde’nin ifadelerinden farksızdı Hz. Abdullah’ın sözleri. Ortada, tam ‘buldum’ derken umduğunu kaybeden bir adamın psikolojisi vardı ve böylesine zeminlerde, bu psikolojiyi kullanmak isteyen insanların türemesi olağandı. Demek ki bazı meseleleri zaman çözecekti.

Atîk vadisine gelindiğinde Hz. Abdullah, ordunun önüne geçecek ve babası gelinceye kadar yolunu bekleyecekti. Nihâyet onu gördüğünde devesinin yularından tutup çöktürecek ve ayağa kalkmaması için de ön ayaklarına basarak babasının karşısında dikilecekti. Beklemediği bir hareketle karşılaşan İbn Selûl:

– Ne yapmak istiyorsun ey e… oğlu, diye kendisine hakaret edince de ona şunları söyleyecekti:

– Allah’a yemin olsun ki, Resûlullah sana izin vermedikçe Medine’ye giremezsin! Böylece, kimin aziz, kimin de zelil olduğunu anlayıp görmüş olursun!

Onu ilk defa bu hâlde görüp de hâlini garipseyen, garipseyip de:

– Babana karşı bunları nasıl yapabiliyorsun, diyerek engel olmak isteyenlere cevap bile verme ihtiyacını hissetmiyordu. Çünkü ona göre baba İbn Selûl, daha fazlasını hak etmişti.

Nihâyet onun bu tavrı, Resûlullah’a da aktarıldı:

– Abdullah İbn Abdullah İbn Übeyy İbn Selûl, Sen izin vermedikçe babasının Medine’ye girmesine izin vermiyor, diyorlardı. Babayla oğulun karşı karşıya gelmesine gönlü razı olmayan Allah Resûlü, haberi alır almaz hemen yanlarına geldi. Hâlâ Hz. Abdullah’ın ayağı, devenin ön ayaklarının üzerindeydi ve babasına karşı dimdik duruyor, onun bu çıkışına mukabil baba İbn Selûl:

– Şüphe yok ki ben, çocuklardan bile zelilim; hatta kadınlardan bile alçağım, deyip duruyordu.

Onları bu hâlde bulan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Abdullah’a döndü ve:

– Babanı serbest bırak, buyurdu ve ancak bu emir üzerine Hz. Abdullah, baba İbn Selûl’ün devesini serbest bırakacak ve babasının Medine’ye girmesine izin verecekti.

Cibril-i Emîn’in Haberi

Efendiler Efendisi çoktan yola revan olmuş, devesini hızlandırmak için de ‘hal hal’ diye seslenerek yol alıyordu. İbn Übeyy’in söylediklerini kendisine aktaran genç Zeyd de, O’na yetişerek jest ve mimiklerindeki manayı okumak için sürekli vech-i mübareklerini temaşa ediyor, bir vahiy gelip de kendisini Allah’ın doğrulamasını murad ediyordu.

Derken Zeyd İbn Erkam’ın arzuladığı an gelmişti; Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) boncuk boncuk ter döküyordu. Daha dikkatlice Allah Resûlü’nün yüzüne baktı; vahyin ağırlığından iki büklüm hâle gelen Efendimiz’e vahiy hâli arız olmuş, üzerine çöken ağırlığın altında buram buram terliyordu. Üzerine bindiği deve neredeyse yere çökecek gibiydi. İçini bir inşirah kaplamıştı Zeyd İbn Erkam’ın; vahiy geliyordu! Gelen bu vahyin, kendisini doğrulayacak olan beyanı ihtiva edeceğini umuyor ve sonucunu merak ederek heyecan duyuyordu.

Vahiy hâli geçmiş ve Resûlullah biraz önceki sıklet hâlinden kurtulmuştu. O da ne, yanına doğru geliyordu; yaklaştı ve devesinin üzerindeki Zeyd’in kulaklarından tutarak yukarı doğru çekti. O kadar ki, oturduğu yerden yukarıya doğru kalkmak zorunda kalmıştı. Ardından da:

– Kulakların seni yanıltmamış ey delikanlı, dedi. Çünkü Allah (celle celâluhû), senin sözünü doğrulayacak vahyi indirdi!

Abdullah İbn Übeyy İbn Selûl’ün bu çıkışının ardından, münafıkların iç yapılarını ortaya koyup da nifak düşüncesinin tezahürlerini teker teker deşifre eden Münâfikûn sûresi gelmişti. Bundan böyle Abdullah İbn Übeyy İbn Selûl’den bir söz sadır olunca ilk önce kendi kavmi onu kınar ve yaptığının yanlış olduğunu söyleyerek azarlardı. Gelişmeleri yakından takip eden Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), kendi kavminin bile İbn Übeyy’e karşı olan tutumlarını görünce Hz. Ömer’e şöyle seslenecekti:

– Gelişmeleri nasıl buluyorsun ey Ömer? Ne dersin; şâyet sen Bana, ‘Onu öldür.’ dediğinde o gün eğer onu öldürmüş olsaydım, kim bilir bugün kaç kişi gürültü koparıyor olacaktı!

Hz. Ömer teslimiyet insanıydı ve hiç tereddüt etmeden:

– Bir kez daha anladım ki, yümün ve bereket yönüyle Resûlul­lah’ın her işi benimkinden büyüktür!

Molasız Yolculuk ve Müsâbaka

Vahiy gelmiş ve işin iç yüzünü ortaya koyarak İbn Selûl’ün muzmeratını ortaya döküvermişti. Buna rağmen dur durak bilmeden bir taraftan yolculuk devam ediyordu. O günün akşamı olmuştu ama Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) durmaya niyeti yoktu. Gecenin karanlığında da yol alınıyor ve dinlenmek için bir türlü mola verilmiyordu. Ertesi günün sabahı olmasına rağmen yine yola devam ediliyordu. Nihâyet ertesi günün öğle güneşi dayanılmaz noktaya ulaşınca istirahat emri verilecekti. Böylelikle Allah Resûlü, nifak adına ortaya çıkan bir problemin insanlar arasında konuşularak derinleşmesini önlemiş ve yolculukla insanları meşgul etmiş oluyordu. Anlaşılan, çözümü zamana bağlı bir meselede gereksiz yere konuşularak zaman kaybı yaşamaktansa bitevî yol alınarak zaman kazanmayı tercih ediyordu. O kadar bitkin düşmüşlerdi ki yorgunluktan birbirlerini göremez hâle gelmişlerdi. Mola verilir verilmez de, her biri bir kenara uzanacak ve olduğu yerde istirahate çekilecekti.

Bu yolculuk sırasında Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), atlarla develer arasında müsâbaka yapılmasını istemiş, kendisi de bu yarışa bizzat katılmıştı. Belki de bu, uzun ve yorucu olacak bir yolculuğu böylesine farklı aktivitelerle zevkli hâle getirmek içindi. Efendimiz’in üzerinde bulunduğu deve Kasvâ diğer develeri geride bırakmış, atı da bu müsâbakada Kasvâ ile atbaşı gelmişti.5

Yazar: Dr. Reşit Haylamaz/EFENDİMİZ isimli kitabından alınmıştır.

Dipnot:

  1. Türkçemizde, “Besle kargayı oysun gözünü” şeklinde kullanılan bu deyim Araplar arasında, “Besle köpeğini yesin seni” şeklindedir ve İbn Übey de, Efendimiz’i kastederek bu deyimi kullanmıştır. Daha kolay anlaşılması için biz, metin içinde bu ifadeyi Türkçe mantığıyla ifade etmeyi uygun bulduk.
  2. Başka bir rivâyette, ‘Muhammed İbn Mesleme’ye emretseniz de’ şeklindedir. Bkz. Vâkıdî, Meğâzî, 1/415, 421; Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 4/349

  3. Bu sahabînin, Üseyd İbn Hudayr olduğu da söylenmektedir. Bkz. Vâkıdî, Meğâzî, 1/415; Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 4/350
  4. Hz. Abdullah’ın adı Hubâb idi; Müslüman olunca onun ismini Allah Resûlü (s.a.s.), ‘Abdullah’ diye değiştirmiş ve bundan sonra hep bu ad ile anılır olmuştu. Evin büyüğü Hz. Abdullah olduğu için baba İbn Selûl hep, Ebû Hubâb lâkabıyla çağrılırdı. Bkz. . İbn Sa’d, Tabakât, 3/541; İbn Abdilberr, İstîâb, 3/940; İbn Hacer, el-İsâbe, 4/155 (4787)
  5. O gün Efendimiz’in yanında, Lizâz ve Zarib olmak üzere iki tane at bulunuyordu. O gün, Ebû Üseyd es-Sâidî’nin bindiği Zarib, atlar arasında ipi ilk göğüsleyen olmuş, Hz. Bilâl’in bindiği deve de ilk önce hedefe ulaşmıştı. Bkz. Vâkıdî, Meğâzî, 1/426; Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 4/353
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.