Hicret Diyarında Ölme

248

 

Mina’dan Ayrılık

Bugün, “nefr-i âhir” veya “nefr-i sâni” denilen bayramın dördüncü ve son günü. Aynı zamanda bugün, teşrik tekbirlerinin de son günü. Yine bugün, şeytan taşlama ameliyesinden sonra hac menâsikinin son bulacağı ve dönüş için Minâ’dan ayrılığın başlayacağı gün. Onun için diğer günlerden farklı olarak bugün cemerâta, sabah namazından sonra çıkıldı ve ardından Minâ’daki kalabalık, yönünü yine Mekke’ye çevirdi; Bekke vadisine doğru akan dupduru bir cemaat vardı Allah Resûlü’nün arkasında.

Bu yolculuk, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashâbını, Medine’den gelirken konakladıkları ve “terviye” gününe kadar da ârâm eyledikleri Muhassab’daki Ebtah’a getirdi. Buraya gelineceğinin haberini bir gün önceden veren Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebtah’ta kalacağını anlayan Ebû Râfi’ Hazretleri, önceden gitmiş ve Resûlullah’ın içinde kalacağı çadırı çoktan kurmuştu.
Ebtah’a özel ilgi gösteren ve Mekke yerine burada konaklamayı özellikle tercih eden Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), bugünün öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını da Ebtah’ta kıldırdı.

Allah’ın Hakiki Dostları ve Dokuz Büyük Günah

İlk defa buluştuğu ve yaklaşık on gündür beraber olduğu ashâbından ayrılacağı vakit yaklaşmıştı. Bugünden itibaren insanlar, yavaş yavaş memleketlerine dönecek ve bir daha da onların birçoğuyla dünyada buluşamayacaktı. Onun için, bu demleri değerlendirmek istiyor ve fırsat buldukça onlara hem hitâb hem de dua ediyordu.
Allah’a hamd ü senâ ile başladığı konuşmasında yine vedalaşma, yine vazifeyi hatırlatma vardı. “Allah (celle celâlühü), sözlerimi ezberleyen ve sonra da onu duymamış olanlara ulaştıran kişinin yüzünüzü aydınlatsın!” diyordu. Bunun anlamı açıktı; baştan beri yaşanılanları nazara aldığımızda bu, “Benimle birlikte yaşadığınız bu günleri ve bu süre içinde size söylenilenleri iyi belleyin ve onları, gittiğiniz beldeye götürdüğünüz gibi aynı zamanda yeryüzündeki her ev ve çadıra ulaştırın!” demekti.
“Dikkat edin!” diyerek sürdürdüğü hitâbına şöyle devam etti:

“Muhakkak ki Allah’ın namaz kılan dostları; kendilerine farz kılınan beş vakit namazı ikame eden; orucun kendi üzerinde Allah hakkı olduğunu bilerek ve mükafatını Allah’tan bekleyerek Ramazan orucunu tutan; karşılığını Allah’tan umarak malının zekâtını veren ve Allah’ın kendisine yasakladığı büyük günahlardan içtinap eden kimselerdir.”

Namazı, Ramazan orucunu ve zekâtı biliyorlardı; bunlar, yıllardır yaşadıkları ve hayatlarıyla bütünleştirdikleri birer ibadetti. Ancak onlarla birlikte zikredilen Nebevî beyanın sonundaki ayrıntı dikkat çekiciydi ve birisi sordu: “Ey Allah’ın Resûlü! Nedir o büyük olan günahlar?”

Resûlullah’ın cevabı şöyleydi:

“Onlar dokuz tanedir: Allah’a şirk koşmak, haksız yere mü’min bir canı katletmek, savaş meydanından firar edip kaçmak, yetimin malını haksız olarak yemek, faiz yemek, temiz ve iffetli kadınlara iftirada bulunmak, Müslüman valideynlere itaatsizlik etmek ve hayattayken veya öldükten sonra kıbleniz Beytu’l-Haram’a hürmetsizlik etmek.”

Bu cevabı verdikten sonra Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), hedef haline getirilmesi gereken bu hususları, yeniden hatırlattı ve şu müjdeyi verdi:
“Şayet bir adam namazını ikame eder, zekâtını verir ve bu büyük günahları işlemeden ölürse, ona, kapılarının altından olduğu bir yurtta Nebî ile birlikte olmak vardır!”

Hazreti Âişe’nin Umresi

Muhassab’da bir miktar dinlenmek için çadırına geldi. Orada boynu bükük vaziyette Âişe Validemiz’i gördü. “Yâ Resûlallah!” diyordu. “Arkadaşlarım hem hac hem de umre yapmış olarak dönecekler! Halbuki ben, (umre ile hacca birlikte niyet ettiğim halde hastalığım sebebiyle) sadece hac yapmış olarak dönüyorum! Böyle olur mu?”
Bilindiği üzere bundan dokuz gün önce Serif’te ay hali vuku bulan Hazreti Âişe’ye (radıyallahü anhâ) Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Umreni feshet, saçını çözüp tara ve hac için telbiye getir!” buyurmuştu. Minâ’da bulunduğu sırada hayzı biten ve “ifâza” tavafını da yapan Annemiz, belli ki bu fırsatı kaçırmak istememiş ve gelirken niyet ettiği üzere hac yanında bir de umre yapmayı arzu etmişti.

Onun ibadet arzusuyla söylediği bu cümlelerini duyan ve hâlden anlayan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), “Öyleyse sen, Ten’im’e git ve oradan umreye niyetlen!” buyurdu. Gecenin bu vakti yalnız göndermemek için de kardeşi Abdurrahmân’ı yanına çağırdı. “Kız kardeşinle Harem bölgesinden çık. O umre için telbiye getirsin! Sonra da umrenizi yapıp buraya gelirsiniz; ben, sizi burada bekliyor olacağım!” diyerek ablası Âişe’yi alıp Ten’im’e götürmesini ve oradan ihrama niyet ederek umre yapmalarını emretti. Yanından ayrılmadan önce onlara şunu söyledi:
“Yapacağın umre, harcama miktarına veya çekeceğin zahmete göredir!”

Bunun üzerine Hazreti Abdurrahmân, Âişe Validemiz’i bineğinin arkasına bindirdi ve birlikte Ten’im’e gittiler.

Hazreti Sa’d İbn-i Ebî Vakkâs’ı Ziyaret

Ardından kendisine, Sa’d İbn-i Ebî Vakkâs’ın hastalandığını haber verdiler. Şiddetli baş ağrısı yaşadığı ve artık bu hastalıktan kurtulamayacağını düşündüğünü söylüyorlardı. Hiç vakit kaybetmeden çıktı ve çadırına gelerek, aynı zamanda anne tarafından yakın akrabası olan ve bu yönüyle kendisine “dayı” dediği Hazreti Sa’d’ı ziyaret etti.

Vefanın mücessem halini karşısında gören Hazreti Sa’d, çok duygulanmış, sevinç-hüzün arasında gidip gelen duygular yaşıyor ve ağlıyordu. Nasıl ağlamasın ki Allah’ın Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), bunca işin arasında kendisini ziyarete geliyordu! “Ölümden başka çare yok!” diye düşündüğü hastalığını bile unutmuştu. Böyle bir saâdet ayağına geldiğine göre içini arz etmeyi düşündü ve sözü hicrete getirdi:
“Yâ Resûlallah! Ne acı ki kendisinden hicret edip ayrıldığım bir yerde öleceğim!”
Şimdi anlaşılmıştı; Hazreti Sa’d, ölümden korkmuyor, hicret ederek kendisinden ayrıldığı beldede ruhunu teslim edeceğinden endişe duyuyordu!

Eski günleri gözünün önünden geçercesine Hazreti Sa’d’a bakan Habîb-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem), mübarek elini alnına koydu; kendisini Mekke’nin ilk yıllarından itibaren sinesine basan dayısı Hazreti Sa’d’ı teselli ediyordu: “Hayır! İnşaallah burada ölmeyeceksin!” Bir taraftan şefkat dolu bakışlarla onu süzerken diğer yandan da yüzünden aşağıya doğru mübarek eliyle Hazreti Sa’d’ı sıvazlıyordu. Bu tablo dostun, dostla halveti adına dünyanın görebileceği en güzel örnekti!

Hastalığın bir realitesi vardı ve önce bu realiteyi ortaya koydu; sebeplere riayet adına rehberlik yaptı ve “Sen, kalbinden hasta bir adamsın! Sakîflilerin kardeşi Hâris İbn-i Kelede, doktorluğu iyi bir adamdır; Medine acvesinden yedi tane hurma alıp onları çekirdekleriyle birlikte ezsin ve macun yapsın! Sonra da onları sana içirsin!” buyurdu. Bu arada ashâbdan bazıları hemen çıkmış ve Sakîfli hekim Hâris İbn-i Kelede’yi çağırmaya gitmişlerdi.

Resûlullah’ın bu mualecesine şahit olanlarda tereddüt kalmamıştı; Allah’ın izniyle O’nun eli değen insan şifa bulurdu. Ancak Hazreti Sa’d’ı endişelendiren husus, önünde duran Sa’d İbn-i Havle örneğiydi. Habeşistan ve sonrasında Medine’ye hicret etmiş, üstelik Bedir ashabından olduğu halde memleketi olan Mekke’de vefat etmişti. Allah için hicret edenin, eski beldesine yeniden dönüşüne Resûlullah’ın sıcak bakmadığını biliyordu ve kendisini de onun gibi bir âkıbetin beklediğinden korkuyordu. “Yâ Resûlallah!” dedi. “Hicret edip ayrıldığım bu yerde, ben de Sa’d İbn-i Havle’nin öldüğü gibi öleceğim diye korkuyorum! Benim şifa bulmam için Allah’a dua eder misin? İnsanın hicret edip ayrılmış bulunduğu bir yerde ölmesi mekruh mudur?”

Onun bu samimi duruşuna, “Evet!” diyerek cevap verdi Habîbullah (sallallahu aleyhi ve sellem). Sonra da ona şöyle dua etti:

“Allah’ım! Sa’d’a şifa ver!”

Nebevî duayı duyan Hazreti Sa’d’ın yüzü gülmeye başlamıştı. Allah’ın en sevgili kulu, baş ucunda dikilmiş kendisine dua ediyordu! Bundan daha büyük bir bahtiyarlık olamazdı. Ancak bu da içindeki ateşi söndürmemişti ve yeniden “Yâ Resûlallah!” dedi. “Şimdi arkadaşlarım buradan gidecekler, ben de hicret edip çıkmış olduğum bir yurtta ölecek ve onlardan geride mi kalacağım?”

Ardından gayb-bîn gözüyle istikbâle nazar edip “Hayır!” buyurdu. “Öyle zannettiğin gibi sen geride kalmayacaksın! Allah’ın rızasını hedeflediğin, senin dereceni artıracak ve seni yükseltecek salih ameller işleyeceksin! Umarım ki sen, bugünlerde ölmeyecek ve çok yaşayacaksın! Öyle ki Müslümanlara büyük hizmetin, başkalarına ise zararın dokunacaktır!”

Arkasından da, mübarek ellerini açtı ve “Allah’ım!” dedi. “Sa’d’a şifa ver ve onun hicretini tamamla! Allah’ım ashabımın hicretlerini tamamla! Onları gerisin geriye çevirme!”

Şimdi Hazreti Sa’d, tam bir itmi’nân halindeydi. Hastalığından şifa bulacak, hicret için çıkıp terk ettiği beldesinde ölmeyecek ve üstelik uzun bir ömür sürerek İslâm adına büyük işler yapacaktı! Saâdetin en büyüğünü yaşamaktaydı ve ölümü düşündüğü demlerde Allah’ın lutfettiği bu sevinci, yine Allah için bir adım atarak taçlandırmak istedi. “Yâ Resûlallah!” dedi. “Bilindiği üzere benim bir hayli servetim var. Üstelik, vâris olarak sadece bir kızım var! Servetimin tamamını Allah yolunda tasadduk edip yoksullara dağıtayım!”

Malının tamamını Allah yolunda vakfetmek isteyen Hazreti Sa’d’e, Fahr-i Âlem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Hayır!” karşılığını verdi. Halbuki bundan bir yıl öncesinde Tebûk’e giderken malının tamamını getiren Hazreti Ebû Bekir’i geri çevirmemiş, yarısını getiren Hazreti Ömer’i tebrik etmiş ve neredeyse ordunun üçte birisini finanse eden Hazreti Osmân’a ne iltifatlar yağdırmıştı! Anlaşılan, yapılan işin yere ve zamana göre bir kıymeti vardı. Zira o gün, Müslümanların temel hak ve hürriyetlerini muhafaza adına devrin en güçlü devletlerinden birine, Doğu Roma’ya karşı cepheye gidiliyordu ve buna çok ihtiyaç vardı. Şimdi ise durum daha farklıydı ve onun için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Hayır!” buyurdu. Cevap “Hayır!” şeklinde olsa da kapının kapanmadığı ortadaydı ve Hazreti Sa’d devam etti:

“Öyleyse üçte ikisini tasadduk edeyim?” Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), yine “Hayır!” buyurdu ve kabul etmedi. Bunun üzerine Hazreti Sa’d, “Öyleyse üçte birini?” dedi. Bunu söylerken duruşunda, “Artık bunu da geri çevirme!” der gibi bir hâli vardı. Habîb-i Kibriyâ Hazretleri, “Hadi üçte bir olabilir ama aslında o da çok!” dedi. Ancak bu vesileyle Hazreti Sa’d’ın şahsında herkese diyecekleri vardı:

“Şu bir hakikat ki vârislerini muhtaç bırakmaman, onları başkasına el-avuç açtırmandan daha hayırlıdır! Muhakkak ki sen Allah rızası için yapacağın bir tasaddukla da ecir ve sevaba nâil olursun. Servetinden harcadığın herşey, senin için sadaka olur. Aileni geçindirmen, senin için bir sadaka, ev halkını geçindirmen de bir sadakadır. Hatta hanımının ağzına koyduğun lokmada bile senin için ecir vardır!”
Bu arada Hazreti Sa’d’ı tedavi edecek olan doktor Hâris İbn-i Kelede de gelmişti; Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ona, “Sa’d’ı hurmalarla tedavi et; vallahi ben, onun bunlarla iyileşeceğini ümit ediyorum!” buyurdu ve ardından, “Yanında, acve hurmalarından var mı?” diye sordu. “Evet, var!” diyen Hâris İbn-i Kelede, çoktan işe başlamıştı; önce hurmaları süt ile karıştırıp pişirdi ve ardından tereyağı ile karıştırıp zenginleştirdi ve sonra da Hazreti Sa’d’a içirdi.

İşin manevi boyutundan sonra esbâba tevessül adına yapılması gerekenler de yapılmış ve ayrılık vakti gelmişti. Hazreti Sa’d’ın yanından ayrılırken Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ashâbdan birisinin kulağına eğilmiş ve Allah’ın takdiri farklı olur da burada vefat ederse onu Mekke’ye gömmemelerini tavsiye etmişti.
Bu arada, haccın bittiğini düşünüp de memleketine gitmek üzere Mekke’den ayrılmak isteyenler vardı. Onların bu hâlini gören Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), “Kâbe’ye gidip de vedâ tavafı yapacağı âna kadar hiç kimse bir yere ayrılmasın!” buyurdu. Yarınki adres, Kâbe idi.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.