Mekkelilerin Mahalle Baskısı, Tecrit ve Hicret
“Yerleşik” olanın “yeni” ile kavgası, neredeyse insanlık tarihi kadar eskidir. Zira fert ve cemiyetler, farklı duygu, düşünce ve fikirleri kabullenmede zorlanırlar. Özellikle örf, adet ve kabullerine ters; yaşadıkları günlük hayata dokunan gelişmeler karşısında hemen teyakkuza geçerler. Mesafeli yaklaşım, çok geçmeden yerini tahammülsüzlüğe bırakır. Geleneklerine zıt gördükleri yeniliklere hayat hakkı tanımadıkları gibi onu temsil edenlere de müsamaha göstermezler. Muamele ve münasebetlerinde uyguladıkları baskılarla ötekileştirir, dışlar ve kamusal alanı onlar için yaşanmaz hale getirirler. Yeniliklerin yayılmasının ve yerleşmesinin önünü kesmek, ilk refleksleri olur. Değişim ve gelişmenin makuliyetini, haklılığını, fayda ya da zararını, doğruluğunu ya da yanlışlığını çoğu zaman hiç düşünüp hesaplamazlar.
Efendimiz’in (aleyhissalâtu vesselâm) risaleti, Kur’ân mesajı ve İslam dini de Mekke’de yaşayan, Cahiliye kültürüne mensup Arap toplumu tarafından aynı şekilde karşılanır. Çerçevesini şirkin, şiddetin, kibrin ve şahsi hırsların şekillendirdiği cahilî hayatları için vahiyle gelen yeni gelişmeleri, menfaatleri adına bir tehdit ve tehlike unsuru olarak algılarlar. Allah’ın nurunu söndürme, bitirme hatta yok etme maksadıyla yola koyulur ve her türlü şerre başvururlar. Şehri, sokakları, pazarları, panayırları hatta Mescid-i Haram’ı Müslümanlar için yaşanılmaz bir zemine çevirirler. Bunalan Müslümanları Allah Resûlü, baskı ve zulümden kurtulmaları ve dinlerini rahat yaşayabilmeleri için önce Habeşistan’a ardından da Medine’ye göndermek zorunda kalır.
Ebû Cehil’in Baskıları
İslam’a girişi engellemek için insanların tercihlerini küçümser, sefihlikle itham eder ve şahsiyetleriyle alay ederek mahalle baskısı uygularlar. Bu baskının organizatörlerinden Ebû Cehil, toplumda ileri gelen bir kimsenin Müslüman olduğunu işittiğinde derhal yanına çağırır veya gelir, “Sen, babanın dinini terk ettin; hâlbuki o senden hayırlıdır. Andolsun ki senin aklını kıt, görüşünü yanlış ve tercihini çirkin buluyoruz. Müslüman olmaktan vazgeçmezsen seni rezil ü rüsvay eder, sürüm sürüm süründürür ve kredini sıfırlayıp beş paralık hâle getiririz.” der; tehdit ve şantajda bulunur. Bir esnaf veya tüccar, Efendimiz’in safında yer alırsa onu da “Vallahi senin mal ve mülkünü yağmalar ve ticarî hayatını bitiririz.” diyerek tehdit eder ve baskı uygular. Eğer zayıf ve güçsüz birisinin Müslüman olduğunu öğrenirse bu sefer de döver, ezer veya işkencecileri devreye sokar, dövdürür ve ezdirir.1 Hatta öldürür. Böylece hem İslam’ı tercih edenleri toplumdan tecrit eder, ötekileştirir hem de herkese gözdağı verirler.
Onların bu baskıları, insanların İslam’ı kabulüne ciddi manada tesir eder. 13 yıllık çabanın neticesinde her şeyi göze alıp iman edenler, Mekke nüfusunun sadece %2’sidir. Mahalle baskısından en fazla etkilenenler ise müşrikler tarafından aklı, hakkı ve hayatı, hor ve hakir görülen kadınlar olur.
“Görüşüm hafife alınır ve aklımla alay edilir!”
Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), I. Akabe Beyatı’ndan sonra ilk Müslümanlardan Hz. Musʻab İbn-i Umeyr’i (radıyallahu anh) irşad ve tebliğ için Medine’ye gönderir. Orada bir yıl boyunca kesintisiz bir aksiyon ortaya koyan Hz. Mus’ab, Zilhicce ayında hac için yola çıkan Evs ve Hazreclilerle beraber Mekke’ye geri döner. Beş yüz kişilik kafilenin içerisinde Allah Resûlü ile Akabe’de buluşmaya gelen yetmiş beş Müslüman da vardır.
Hz. Musʻab, Mekke’ye varınca ilk önce Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) yanına gelir. Kendisine, Medine’de ortaya konan hizmetleri, Ensâr’ı ve onların hızla İslâm’a girişini anlatır. Beraberinde getirdiği insanlarla alakalı malumatlar verir. Hz. Musʻab’ın verdiği haberlerle Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) çok sevinir. Bu arada Hz. Musʻab’ın Mekke’ye geldiği haberi annesi Hunas Bint-i Mâlik’e ulaşır ve ona şu haberi yollar:
“Ey kaçak! Benim olduğum beldeye geliyorsun ve ziyarete benden başlamıyorsun, öyle mi?”
Annesinin yanına gelen Hz. Musʻab, nazikçe: “Ziyarete Allah Resûlü’nden (sallallahu aleyhi ve sellem) önce hiçbir kimse ile başlamam.” karşılığını verir. Annesi: “Halen daha eskiden olduğun gibi sapkınlık içindesin!” der. Hz. Mus’ab güzel bir üslupla, “Ben, Allah Resûlü’nün dini üzereyim. O da Allah’ın kendi zatı ve Resûlü için razı olduğu İslâm dinidir.” cevabını verir. Annesi, “Önce Habeşistan’a ardından da Yesrib’e kaçıp gitmenden dolayı arkandan ne ağıtlar yaktım. Ama sen bir kere bile teşekkür etmedin.” der. Hz. Mus’ab, “Şayet bana baskı yapar işkenceyle dinimden döndürmeye kalkışırsanız dinimde sebat eder ve yine çeker giderim.” mukabelesinde bulunur.
Bunun üzerine annesi, kendisini hapsetmek isteyince Hz. Musʻab, “Şayet beni hapsettirmeye kalkışırsan bunu yapacak kimseye gereken cevabı veririm.” karşılığını verir. Annesi, “Hadi, yıkıl git!” der, onu serbest bırakır ve ağlamaya başlar. Manzara karşısında hüzünlenen Hz. Mus’ab, “Anneciğim! Gerçekten ben sana nasihat eden ve şefkat gösteren birisiyim. Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve Resûlü olduğuna şehadet et!” diyerek davette bulunur.
Aslında ilk günden itibaren Müslüman olmayı düşünen ama Mekkelilerin uyguladığı mahalle baskısından dolayı İslam’dan uzak duran annesi, yaşadığı endişe ve korkuları şöyle seslendirir: “Yüksekteki yıldızlara yemin olsun ki senin dinine girmem/giremem. Görüşüm hafife alınır ve aklımla alay edilir! Seni, üzerinde olduğun dinle baş başa bırakıyorum ve kendi dinimde sebat ediyorum.”2
Hunas Bint-i Mâlik’in, oğlu Mus’ab’ın daveti karşısında söylediği sözler, Mekkelilerin risaletin ilk gününden itibaren insanların inanç hürriyeti üzerinde kurduğu baskının 13 yıl sonra bile ne kadar canlı olduğunun açık bir göstergesidir.
“Müslüman olursam beni öldürürler!”
Mekkelilerin baskısından dolayı yedi yıl boyunca panayırlara iştirak eden kavim ve kabilelerden de hedeflediği desteği bulamayan Allah Resûlü, İslam’ın ve Müslümanların geleceği adına gündemine Sakîflilerin yurdu Tâif’i alır. Hemen harekete geçer. Yanında Zeyd İbn-i Hârise ve hiç kaybetmediği, her “Hayır!” cevabıyla biraz daha artan ümidi, azmi ve iradesi vardır.
Şehrin ileri gelenlerinden başlayarak on gün kaldığı Tâif’te her evin kapısını çalar. Onlara Cenâb-ı Hakk’ın evrensel mesajını sunar; kendilerini davasına destek olmaya ve Rabbim Allah dediği için zulme maruz kalan bir avuç Müslümana kol kanat germeye davet eder. Fakat Mekkelilerin etkisinde kalan Sakîfliler daha azgın çıkar; menfi cevapla yetinmez ve Rahmet Peygamberi’ni (aleyhissalâtu vesselâm) taşa tutarlar.
Büyük ümitlerle kendilerine müracaat ettiği Tâiflilerden hiç ummadığı kadar sert bir muamele gören Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), yardım talep etmek için Rukayka[1] isimli bir hanımefendinin evine sığınır. Evinin kapısını açmakla yetinmeyen Rukayka, yemek de ikram eder. Rahat bir nefes alan Allah Resûlü, “Onların putlarına tapma. Onlara dua etme.” buyurur ve Rukayka’yı İslam’a davet eder.
Allah Resûlü’nü dikkatlice dinleyen Rukayka, “Müslüman olursam beni öldürürler!” diyerek karşılık verir. Her yere, Mekkelilerin yaptığı ve yaydığı baskının beraberinde getirdiği korku hakimdir. Peygamberin taşlandığı bir coğrafyada toplumda hak ettiği değeri göremeyen bir kadının aleni bir şekilde Müslüman olması çok zordur. Allah Resûlü, “Sana bir şey dediklerinde, “Benim Rabbim, şu putların rabbidir.” de. Dua ettiğinde de sırtını putlara dön.” buyurur. Ardından da aileyi daha fazla tehlikeye atmamak için yanlarından ayrılır.3
“Yüzüm yüzüne haram olsun!”
Mekke’de uygulanan baskılar, şehrin ileri gelen gaddar insanlarını bile çok etkiler ve ürkütür. Komşusu ve O’na en büyük zulümleri yapanlardan Ukbe İbn-i Ebî Muayt, bir gün oturup Efendimiz’in (aleyhissalâtu vesselâm) konuşmasını dinler. Bunu haber alan yakın dostu Übeyy İbn-i Halef, “Duydum ki Muhammed ile birlikte oturuyor ve konuşmasını dinliyormuşsun! Bir daha O’nunla oturup anlattıklarını dinlersen ve gidip O’nun yüzüne tükürmezsen, yüzüm yüzüne haram olsun! Zira bunları yapmazsan seninle asla konuşmayacağım!” diyerek yemin eder ve tecrit tehdidinde bulunur. Bunlar, Cahiliye kültüründe çok ağır şeylerdir. Değil inananlar, Efendimiz ile aynı karede gözüken insanlar bile en yakın arkadaşları tarafından baskı altına alınır. Üstelik de düne kadar takip ettiği çizgi dikkate alınmadan.
Dostları arasındaki konumuna zarar gelmesinden korkan Ukbe, gider ve Übeyy’in dediklerini yapar. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, “O gün zalim, parmaklarını ısırır “Eyvah! der, keşke o Peygamberle birlikte yol tutsaydım. Eyvah! Keşke falanı dost edinmeseydim! Vallahi bana gelen öğütten (Kur’ân’dan) beni o uzaklaştırdı. Zaten şeytan, insanı (işte böyle uçuruma sürükleyip sonra da) yüzüstü, yalnız bırakır.”4 ayetlerini indirir; baskıya boyun eğerek haddini aşan Ukbe ve Ukbe gibileri bekleyen elim akıbeti haber verir.5
Kur’ân’ın Aleyhinde Konuş
Benzeri bir durum Velid İbn-i Mugîre’nin de başına gelir. Bir gün dinlediği Kur’ân’dan çok etkilenir ve bunu da etrafındakileri ifade eder. Olayı haber alan Ebû Cehil, Mekkelilerin bu gelişmeden etkilenip Müslüman olmalarından endişelenir ve derhal Velid’in yanına gelir. -Zira Velid, Mekkelilerin akıl hocalarındandır. Hakkı dillendirmesi, halkı İslam’a meylettirebilir.- Onun Kur’ân’la alakalı açıklamayı menfaat karşılığında yaptığını iddia eder ve kavminin kendisi için sadaka toplamaya başladığını söyler. Kureyşin en zenginlerinden olan Velid, bu iddia karşısında öfkelenir; Kur’ân’ın üstünlüğünü ve farklılığını bir de Ebû Cehil’e anlatır. Fakat Ebû Cehil’in derdi başkadır ve “Kur’ân aleyhinde bir şey söylemedikçe, kavmin senden hoşnut olmayacaktır!” diyerek baskı uygular. Onu, önceki açıklamalarını sıfırlayacak ve Kur’ân aleyhinde kamuoyu oluşturacak yeni bir açıklama yapmaya ikna eder.
Sonuç
Farklı ve yeni değerlere karşı hoşgörüsüzlük, dünden bugüne yeryüzünde yaşanan şiddetin ve baskının en önemli sebeplerinden biridir. Özellikle cehaletin hâkim olduğu coğrafyalarda bu durum daha büyük bir problemdir. Yüzlercesi arasından yukarda kaydettiğimiz örneklerde de görüldüğü üzere ilk muhatabı Cahiliye Arapları olan Allah Resûlü de bu bakış açısından dolayı çok sıkıntı çekmiş; O ve kendisine tabi olanlar, toplumdan tecrit edilmişlerdir. Hatta Allah Resûlü ve akrabalarına, üç yıl boyunca toplumun gözü önünde ambargo uygulanmış ve topyekün açlıktan ölüme terkedilmişlerdir. Yapılanın zulüm olduğunu görmesine rağmen halk, benzeri bir baskıdan ve tecritten korktukları için, bu duruma ses çıkartmamıştır.
Düzenlerini ve çıkarlarını koruma adına karşısına dikilen Mekkeliler, temsil ve tebliğ ettiği değerlerin makuliyetini ve insaniliğini hiç dikkate almadan O’na ve ashâbına Mekke’de ve yarımadada büyük baskılar uygulamıştır. İnananların her türlü hakları çiğnenmiş ve uygulanan mahalle baskısıyla hayat onlar için Mekke’de yaşanmaz hale gelmiştir. Birçok insanın İslam’ı tercihinin de önüne geçilmiştir. İşte hicret, bu baskıdan bunalan Müslümanlar için yeni bir kapı aralamış ve İslam’ın insanlığa ulaşması noktasında en kritik misyonu eda etmiştir. Hicretin, ashâb tarafından İslam Takvimi’nin başlangıcı kabul edilmesi de Mekke’deki baskıya ve sonrasında Medine’de meydana gelen inkişafa işaret etmektedir.
[1] Hadiseyi Rukayka’nın kızı Ümeyme bize nakletmektedir.