Büyük medeniyet dönüşümlerini, hep muhacir kavimler gerçekleştirmiştir!

663

Fizik ötesinin nakşının, mekâna, zamana ve insana işlenmesi sonucunda medeniyet ortaya çıkar. Bir bakıma insanların fizik ötesine ait mânâ ve idealleri hayatlarına ve fizikî çevreleri üzerindeki tasarruflarına yansıtmalarıdır medeniyet. Medeniyetlerin kuruluşu ile peygamberlerin (aleyhimüsselâm) gönderilişi arasında yakın bir alâka vardır. Zira fizik ötesi ile yeryüzü arasındaki münasebeti temin edenler ve bize hakikati bildirenler peygamberlerdir. Nitekim çürümüş medeniyetlerin yıkılış anlarında peygamberlerin getirdiği muştularla geçmişte yepyeni medeniyetler kurulmuştur.

Medeniyet, bir mefkûrenin tezahürüdür. İnsanoğlunun, inancı, ahlâk telâkkisi ve dünya görüşü çerçevesinde ortaya koyduğu maddî ve mânevî eserlerin ve kurumların bütünü medeniyeti meydana getirir. Medeniyet üç ana eksen üzerinde yükselir. Birinci eksen bilgi ve düşünce, ikincisi duygu ve amel, üçüncüsü ise bu ikisine dayanılarak üretilen dünya görüşü ve değerlerdir.

Medeniyetin özü, iman ve mistik coşkudur. Her medeniyet yeni bir aşk ve iman hamlesiyle ortaya çıkmış, gelişmiş ve olgunlaşmıştır. İnsanların bir inanç, ahlâk ve düşünce etrafında toplanmasını temin eden, onları harekete geçiren ve her daim fizik ötesi ile irtibatını sağlayan bu iman ve aşktır. Medeniyetler, tarih içindeki yürüyüşünü fizik ötesi ile bağının gücü ölçüsünde sürdürürler.

İman ve aşkın davranışlara aksetmesi ile birlikte medeniyet anlayışı kuvvetlenir ve hayatiyetini devam ettirir. Canlılığını yitiren, yeni değerler üretemeyen, aksiyon iştiyakını kaybetmiş medeniyetler zamanla durgunlaşır. Durgunlaşmış medeniyetler ise ölüme mahkûmdur. Bu medeniyetlerin, başka medeniyetlerin istilâsından kurtulup geleceğe yürümeleri ve kendi kimliklerini korumaları mümkün değildir.

Medeniyet, başlangıç değil bir sonuçtur. Vahiyle bildirilen hakikatler, tarih içinde yol boyunca bir medeniyet inşa ederler. Nil nehrinin akış güzergahında akışa göre biçimlenip gelişen medeniyetler gibi vahiy ırmağının çağıldadığı mekanlarda ve tarihte de vahiy medeniyeti zuhur eder.

Hak dostları medeniyet kurma gayesiyle yola çıkmamışlardır; onların yürüdüğü yollarda bıraktıkları izlerdir medeniyet. Onların bildirdiği hakikatlerden beslenen insanların eşya ve hâdiselere vurdukları nakıştır medeniyet.

Hicret

Medeniyeti kuran iman ve aşkı toplumlara ilk aşılayanlar peygamberler, farklı beldelere ve zaman dilimlerine taşıyanlar ise onların izinden giden muhacirlerdir. Muhacir, ulvî bir niyetle beldesini terk edip iman, ahlâk ve aksiyonunu farklı beldelere taşıyan kişidir. Hicret, Arap dilinde çölü terk edip şehre yerleşen bedevilerin göçünü ifade eder. Ancak Allah Resûlü (s.a.s.) ile birlikte O’nun mübarek beldesi Medine’ye göçüp yerleşen insanlara Muhacir denilmiş; hicret de ulvî maksatlarla yapılan mukaddes göçlerin adı olmuştur.

Medine, hicret ile büyümüş medeniyetin merkezi olmuştur. Medeniyet kelimesi ile aynı kökten gelen Medîne, mülkiyet ile münasebetinin yanında ikamet etme mânâsı da taşır. Allah Resûlü’nün (s.a.s.) hicretiyle, adı Yesrib olan belde, inananların ikamet ettiği bereketli şehir, kutsal şehir anlamı kazanarak Medîne adıyla anılır olmuştur. Medînetu’n-Nebî’ye nispet edilen kişilere medenî denilmesi de modern bir kavram olan medeniyet ile Medîne arasındaki münasebete tarihten gönderilmiş bir işaret gibidir.

Medine hicret ile kurulmuş; orada kurulan medeniyet başka Medineler kurmak için hicret ile uzak diyarlara taşınmıştır. İslâm dünyasının değişik beldelerinde Medine adını taşıyan onlarca şehir kurulmuştur. Bunlardan birisi de Medinetu’s-Selâm (Barış Şehri) diye anılan Bağdat; bir diğeri de Bağdat yakınlarındaki Medâin’dir (şehirler).

Her büyük dava hicret ile başarıya ulaşmıştır. Bu sebeple “Hicret etmedik büyük bir dava adamı, büyük bir mefkûre adamı, büyük bir vazife ve ideal adamı yok gibidir.” denilmiştir. Allah Resûlü de “yepyeni bir tarih ve medeniyet projesiyle iç içe derinlikleri olan evrensel bir dine insanları ulaştıracak köprüler kurmak için” hicret etmiştir. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), nebilerin, velilerin ortak kaderi olan mukaddes göç zamanı gelince şehirlerin anası Mekke-i Mükerreme’den ayrılmış ve İslâm medeniyetinin ana yurdu Medine’ye yürümüştür. “Zulme mâruz kaldıktan sonra Allah uğrunda hicret edenleri, elbette dünyada güzel bir yere yerleştiririz. Âhiret mükâfatı ise daha büyüktür. Bunu bir bilselerdi! O Muhacirler hak yolda sabreder ve yalnız Rab’lerine dayanıp güvenirler.” (Nahl sûresi, 16/41-42) âyetinde bildirildiği gibi Allah için hicret edenleri O, medeniyetlerini inşa edecekleri “güzel bir yere” yerleştirmiştir. Hicret ile nimet arasındaki alâkayı Cenab-ı Hak, bir başka âyet-i kerimede; “Allah yolunda hicret edenleri, sonra da Allah için öldürülenleri veya ölenleri ise Allah pek güzel bir tarzda nimetlerine mazhar edecektir. Elbette en hayırlı nimet veren Allah’tır.” (Hac sûresi, 22/58) şeklinde haber vermiştir.

Hicret edip gittikleri beldelerde vefat edenler ve şehit olanlar, âhiret yurdunda cennet nimetini kazanmış, bu dünyada bıraktıkları izlerle de yeni bir medeniyet inşâ etmişlerdir. Cenab-ı Hak, bir âyet-i kerîmede Muhacirlerin durumunu; “İman edip hicret edenler, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler var ya, işte onlar Allah indinde daha yüksek derecelere sahiptirler ve işte onlardır umduklarına nâil olanlar!” (Tevbe sûresi, 9/20) şeklinde beyan eder. Bir hakikatin değişik rükün ve yönlerinden ibâret olan; iman, göç ve cihad üçlüsünün, bu âyette olduğu gibi Kutlu Beyan’da ekseriya peşi peşine zikredilmesi, hicretin ne denli ehemmiyet arz ettiğinin en parlak delilidir.

Her göç, hicret değildir

Medeniyetlerin inşâsında nefisle mücâhede ve hicret iki önemli esas ve merhaledir. Nefsiyle yaptığı mücâhede ile insan kendini yeniden inşâ yolunda mesafe alırken hicret ile de medeniyetin inşâsı yoluna adım atmış olmaktadır. Ancak iç dünyasını imar edebilenler, dış dünyayı da hakkıyla imar etmişlerdir. Kendini aşabilenler başkalarına rehberlik edebilmişlerdir.

Nefsini aşamamış insanların hicret edebilmeleri de mümkün değildir. Hicret ile nefis terbiyesi arasındaki bu yakın alâkayı Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “Gerçek mücahid, Allah’a taatte öz nefsiyle mücâhede eden; hakiki muhacir de hata ve günahları terk eden kişidir.” (İbn Hibbân, 7/178) hadîsiyle açıklamıştır. Hicret kelimesinin mânâlarından biri olan terk etme, gerçek muhacirin temel özelliğidir. Günahları, dünya sevgisini, nefsî istekleri hattâ vatanı terk etmeden muhacir olunamaz. Bu sebeple Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “Gerçek muhacir, Allah’ın yasakladıklarını terk edendir.” (Buhârî, İman 4) buyurmuşlardır.

Hicret, Allah ve O’nun Resûlü için yapılmalı; hicrette ilâ-yı Kelimetullah gaye edinilmelidir. Her göç, hicret değildir. Kimi dünyalık kazanmak, kimi de evlenmek için terk-i diyar eyler. Bunların hicret sevabına nail olmaları düşünülemez. Hicreti Allah’a ve Resûlü’ne olandır gerçek muhacir. Nitekim Resûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.s.), bir hadîslerinde: “Hicret iki özellik taşır: Birisi, günahları terk etmek; diğeri Allah ve Resûlü’ne hicret etmektir. Hicret, tövbe kabul olunduğu sürece sona ermez. Tövbe de güneş batıdan doğuncaya kadar makbuldür.” (Ahmed b. Hanbel, 1/192) buyurmuşlardır.

Hayatın inanç esaslarına göre tanziminde hicretin önemli bir yeri vardır. Hicret, kişiye hayat boyunca aksiyon ve canlılık kazandıracak bir ilk muharrik gibidir. Onunla yeni bir dünyaya uyananlar, hayatlarının her anında hicretin yönlendirici ve belirleyici esintilerini hissedeceklerdir. “Bir kere, yüksek bir mefkûre uğrunda göç eden her ferd, hayatının her lâhzasında, göçe sebep teşkil eden yüksek gayenin baskısını vicdanında hissedecek ve hayatını bu yüksek duyguya göre düzenleme mecburiyetini duyacaktır.”

İlim, sevgi, aşk, şefkat ve merhamet medeniyeti, nefsiyle yaptığı mücadeleyi kazanmış fertlerin hicretleri ile kurulur. Hicret düşüncesine kilitlenmiş fertler, dönüp arkalarına bakmamış ve gittikleri beldeleri öz vatanları gibi benimsemişlerdir. Hicreti külfet görenler değil, hicreti nimet sayanlardır gerçek muhacirler.

Hicret medeniyeti

Toplumlar çeşitli münasebetleri neticesinde birbirlerinden karşılıklı olarak etkilenirler. Bir toplumun kendi değerlerini muhafaza edebilmesi farklı kültürlere cevap verebilecek bir ideal ve düşünceye sahip olmasına bağlıdır. Kendi değerlerine aşkla bağlı topluluklar, fikirlerini başkalarına ulaştırmak için her türlü zahmete katlanmayı göze alabilirler.

Göç, sürekli değildir. Aslında her göç, bir arayıştır. Aradığı ilim ve bilgiyi bulan topluluklar zaman içinde farklı toplumlarla girdikleri münasebetlerde aşılanarak bir medeniyet tesis ederler. Göç, insanlar hakikate/bilgiye ulaşıncaya kadar devam eder; yerleşik hayatla birlikte derme çatma bilgiler ilim ve sanat disiplinleri şeklinde temayüz eder, daha sonra ticaret, fetih ve başka milletleri istilâ gibi yollarla farklı kültürlerle münasebete girer. Bu ilişki neticesinde aldığı yeni bilgi ve değerlerle aşılanan toplumlar, kendi kâinat, insan ve hayat telâkkilerinin ürünlerini ortaya koymaya başlarlar.

Peygamber Efendimiz, bi’setten sonra sürekli hicret edip, İslâm’ı tebliğ edebileceği insanlar aramıştır. Allah Resûlü (s.a.s.), hac ve panayırlara katılmak maksadıyla Mekke’ye gelip Mekke civarında konaklayanlara uğramış, “Kureyş, Rabbimin (azze ve celle) kelamını tebliğ etmemi engelledi. Beni kavminin yanına götürecek bir kişi yok mu?” diyerek, hicret edeceği bir belde ya da kabile aramıştır. (Heysemî, 6/35) O’nun maksadı bir kişi dahi olsa insanların kalblerine girmek onları şirkten ve puta tapıcılıktan uzaklaştırmaktı. Taif’e bu maksatla gitmiş, orada kendisine içecek ikram eden Rukayka adlı bir kadına “Onların putuna tapma, ona dönerek dua edip namaz kılma.” diyerek, İslâm’ı tebliğ etmiştir. Kadının “Böyle yaparsam beni öldürmelerinden korkuyorum.” demesi üzerine “Sana bunu söylerlerse, ‘Rabbime ve bu putun Rabbine’ de; dua ettiğinde de sırtını ona dönerek dua et” buyurarak, müşrik kavmi içinde imanını nasıl koruyacağını öğretmiştir. Taifliler, Müslüman olduktan sonra Rukayka’nın çocukları Allah Resûlü’nün huzuruna gelmişler; Resûl-i Ekrem Efendimiz Taif hicretinin meyvelerinden birisi olan Rukayka’nın durumunu çocuklarına sormuş; onlar “Senin bıraktığın hâl üzere öldü.” deyince, Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “O hâlde anneniz Müslümandır.” buyurarak, farklı din mensupları arasında imanı muhafazanın ne kadar önemli olduğuna işaret etmiştir. (Heysemî, 6/35)

İnanmış insanlar, hicret ile kendi inanç ve değerlerini başka beldelere taşımışlar; muhtaç olanlara ulaştırmışlardır. İlk Müslümanlar önce Habeşistan’a hicret etmişlerdi. Habeşistan, inançlarındaki yakınlık ve adaletli bir hükümdarın olması sebebiyle özellikle tercih edilmişti. Mekkelilerin şikâyeti üzerine Habeşistan Kralı Necâşî, Müslümanları huzuruna çağırmış, yanına giren Müslümanlar, alışılagelenin hilâfına Necaşi’ye secde etmemişlerdi. Bunun sebebi sorulunca Müslümanlar adına konuşan Cafer b. Ebî Tâlib (r.a.), “Allah bize bir Peygamber gönderdi. O, bize Allah’tan başka hiç kimseye secde etmemeyi, namaz kılmayı ve zekât vermeyi emretti.” diye cevap vermiştir. Görüldüğü gibi ilk Muhacirler, hem kendi değerlerini korumuşlar hem de farklılıklarını, inançlarını başkalarına anlatabilmek için bir vesile bilmişlerdir. Necaşi, onlara Hz. İsa (a.s.) ve Hz. Meryem hakkındaki düşüncelerini sorunca Meryem sûresinin baş kısmından okuyarak, cevap vermişlerdir. Bunun üzerine Necaşi, “Ben O’nun Allah’ın Resûlü ve İsâ’nın müjdelediği peygamber olduğuna şehadet ederim.” diyerek, Peygamber Efendimiz’e iman etmiştir. (Heysemî, 6/30-31) Müslümanlar kısa bir zaman diliminde hem Peygamberlerini tanıtmışlar, hem O’nun davetinin esaslarını bildirmişler, hem de kutsal kitaplarından bir bölüm okuyarak mesajlarını en kısa yoldan muhataplarına ulaştırmışlardır.

Mekke’den Yesrib’e ilk hicret eden Muhacirler, beraberlerinde Medine’ye inanç, bilgi ve kültürlerini de taşımışlardır. Mus’ab b. Umeyr (r.a.), Medine’ye ilk hicret eden sahabîlerdendir. Medine’ye gelince İslâm’ı tebliğ etmiş ve Müslümanlara Kur’ân öğretmiştir. Birçok Sahabî onun vesilesiyle İslâm’la tanışmış ve bazı sûreleri ezberleyip öğrenmiştir. Mekkeli Müslümanların Medine’ye gelip yerleşmeleri ile birlikte Ensar, onlardan ticareti öğrenmiştir. Zaman zaman Mekkeliler ile Medineliler arasında örf ve âdet farklılıkları yaşanmışsa da güzel alışkanlıklar karşılıklı öğrenilmiş ve benimsenmiştir. Ticaret erbabı olan Mekkeliler ile zîrâatçı olan Medinelilerin kaynaşmasından ilk İslâm toplumu meydana gelmiştir.

Ashab-ı Kiram, Efendimiz’in dâr-ı bekaya irtihalinden sonra muhacir olarak farklı beldelere gidip yerleşmiş; talebelerine Kur’ân ve Sünnet’i öğreterek İslâm’ın o bölgelere yerleşmesine vesile olmuştur. Kuzey Afrika’dan Orta Asya’ya kadar birçok beldede sahabî kabirlerinin mevcudiyeti, hattâ bu kabirlerin bulundukları bölgelerdeki insanların zihinlerinde dinî açıdan taşıdığı önem, onların kabirleri ile bile halen çağrılarını ve hizmetlerini sürdürdüklerini göstermektedir. Meselâ İstanbul’da Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin (v. 49/669) ve Semerkant’da Şah-ı Zinde lakabıyla anılan Kusem b. Abbas’ın (r.a.) (v. 57/677) kabirlerinin, bulundukları toplumun hayatında önemli bir yeri vardır. Kusem b. Abbas, Hz. Ali Efendimiz’in şehit edilmesinden sonra Semarkant’a gitmiş ve uzun süre o bölgede kalarak Allah Resûlü’nün (s.a.s.) feyiz ve bereketini o bölgeye taşımıştır. (İbnu’l-Esîr, 4/392)

Fetihler ve diplomatik münasebetler hicret için bir vesile bilinmiştir. Hicret düşüncesi Müslümanları sürekli yeni imkânlar aramaya ve farklı milletlerin arasına girmenin yollarını araştırmaya sevk etmiştir. Mukaddes göçler, her zaman evrensel medeniyet havuzlarının ortaya çıkışına zemin hazırlamıştır. MS. 756 yılında Abbasi Halifesi Ebû Cafer el-Mansûr’un askerleri, bir ayaklanmada Çinlilere yardım etmişler, buna karşılık Çinliler dört bin kadar Müslüman askerin Çin’e yerleşmesine izin vermişlerdir. Çin’e yerleşip, yerli halkla evlenen Müslümanlar, zamanla çoğalmışlar; kıtlık zamanlarında Çinlilerin yetim kızlarını alıp büyütmüşler ve evlendirmişlerdir. Böylece Çin’de İslâm, hicret ile yayılmıştır. Keza Yuan hanedanı döneminde Çin’e büyük bir Müslüman göçü olmuş; âlimler, sanatkârlar ve tacirler gelip Çin’e yerleşmişlerdir. Bu ilk Müslüman muhacirlerin astronomi ve takvim konusundaki bilgileri ve zanaatlarındaki başarıları onların Çinliler tarafından saygı ifade eden Hui-hui şeklinde anılmalarına sebep olmuştur. Bu hanedan döneminde önemli devlet görevlerinin birçoğunda Müslümanların bulunduğu kaydedilmektedir. (Ebulfazl, s. 312-313) Çin’e yerleşen Müslümanlar İslâmî kimliklerini kaybetmemişler; ama Çinlilerin dil ve kültürlerini benimsemişlerdir. Camilerinde, giyim ve kuşamlarında Çin mimarisinin tesirini görmek mümkünse de dinlerini muhafaza etmeleri onlara yeni bir terkip imkânı sunmuş, en eski Müslüman cemaatlerinden birisi olan Çin Müslümanları, varlıklarını ve medeniyetlerini bugün hâlâ devam ettirmektedirler.

Hicret düşüncesi, hem kalblerin ve beldelerin fetih duygusunu coşturmuş hem de ilimlerin fethinin kapılarını aralamıştır. İlim yolunda yapılan göçler ve yolculukların İslâm dünyasının uzak diyarları arasında kültürel birliğin sağlanmasına önemli katkıları olmuştur. Ayrıca bu yolculuklar ve göçlerle, farklı beldelerdeki ilmî birikimin derlenmesi mümkün olmuştur. İlim tahsili maksadıyla ashâb-ı kiram döneminden itibaren uzun yolculuklar yapılmıştır. Hatta birçok âlim tek bir hadisi öğrenmek için uzun yolculuklara çıkmışlardır. Hayatı boyunca birçok beldeye yolculuk yapmış tabiîn âlimlerinden Şa’bî (v. 103/721) “Bir kimse, hikmetli bir tek söz için Şam’ın bir ucundan Yemen’in öbür ucuna kadar gitse bile bu yolculuğu boşuna yaptığını düşünmem.” demiştir. (İbn Abdilberr, 1/94,95)

Hicretin boyutlarından birisi de ticaret maksadıyla yapılan seyahatlerdir. Nitekim Allah Resûlü Efendimiz: “Ümmetimin seyahati cihaddır.” (Ebû Dâvud, Cihâd 6) buyurmuştur. Müslümanlar ticaretteki dürüstlükleri ile Endonezya’ya, Malay Adalarına ve Güney Çin Denizi’ne ulaşmışlar. Gittikleri beldelerde dürüstlükleri ve bilgileriyle yerli halkların Müslüman olmasına vesile olmuşlardır. Her gittikleri yerde okullar açmışlar; bu okullarda yalnızca belirli bir grubu değil bütün çocukları okutmuşlardır. Meselâ Habeşistan’daki durumu anlatan bir Batılı yazar, Hıristiyanların yalnızca papaz olacak çocuklarını okuttuklarını Müslümanların ise bütün çocukları okuttuklarını nakletmektedir. (Ebulfazl, s. 321) Nerede bir Müslüman topluluk varsa orada muhakkak bir okulun olduğu görülmektedir. Hattâ Müslümanlar azınlıkta oldukları bölgelerde bile daha ilk yüzyıllardan itibaren eğitime önem vermişlerdir. Emevi Halifesi Ömer b. Abdülaziz, fethedilen Kuzey Afrika’ya İsmail b. Abdullah’ı vali olarak atamış, yanında da on seçkin âlimi eğitim için görevlendirmiştir. Afrika’da İslâm’ın yayılmasında göçler ve eğitimin önemli bir yeri vardır. Müslümanların gittikleri yerlerde yaptıkları ilk iş, çocuklar ve yerli halk için okullar kurmak olmuştur. (Ebulfazl, s. 322, 323) Böylece her gittikleri yere inanç ve kültürlerini taşımışlar; medeniyetlerini tesis etmişlerdir.

Hâsılı, insanlık tarihindeki önemli safhaların birçoğunun arkasında inanç, duygu ve düşünce ile beslenerek gerçekleştirilen mukaddes göçler vardır. Bilgi, inanç, sanat ve ahlâkî değerlerin farklı iklimlere taşınıp evrensel değerler hâline gelmesinde hicretin önemli bir yeri vardır. Bugünü değil yarını düşünenler, hicretle kanatlanmış; içteki duygu ve düşüncelerini hicretle aksiyona dönüştürmüştür. Hicret düşüncesi ile dünyanın dört bir yanına gidip yerleşen muhacirler, tarihte olduğu gibi günümüz dünyasında da yeni bir medeniyetin doğuşuna vesile olacaklardır.

Hicrete derinlik ve mânevî boyut kazandıran niyetteki samimiyettir. Her göç hicret değildir. Nefsiyle yaptığı mücahedeyi tamamlamış insanların göçleri, gerçek ruh hicretleridir. İnançlarını yaşayan, davasının mümessili olan şahsiyetler, gittikleri beldeleri âdeta kendi ruhlarıyla aşılamışlardır. Onların açtığı yollar yüzyıllar geçse de aşınmamış, açtıkları kapılar kapanmamıştır.

Toplumlar, hicret ile kendi fikir ve düşüncelerini başkalarına aktarma imkânı bulmuşlardır. Medeniyetlerini başka beldelere hicret ile taşımış, hicret ile diğer toplulukları kendi medeniyet havzalarında eritmişlerdir. Hattâ yıkılmış bazı medeniyetler, kimi zaman hicret ile farklı bir beldede yeniden dirilmişler kimi zaman da yeni bir medeniyet filizi vermişlerdir.

Göçebeler ile yerleşik hayattakiler arasındaki münasebette etkileyen ve büyük medeniyet dönüşümlerini gerçekleştirenler hep göçebe kavimler olmuşlardır. Bu göçebe kavimler, hedefsiz ve belli bir mefkûreden mahrum olduklarında fethettikleri toplumlar tarafından eritilmiş ve tüketilmişlerdir. Öte yandan bir dava ve mefkûreye bağlı olarak gerçekleştirilen göçler, büyük medeniyetlerin tesisine vesile olmuştur. Bu sebeple “öteden beri tarihte devir açıp-devir kapayanlar ve büyük bir ölçüde tarihin akışını değiştirenler hep muhacir kavimler olmuştur.” denilmiştir.


Kaynaklar

1. Arnold Toynbee, Medeniyet Yargılanıyor, çev. Ufuk Uyan, İstanbul 1988.
2. Ebulfazl İzzeti, İslâm’ın Yayılış Tarihine Giriş, çev. Cahit Koytak, İstanbul 1984.
3. Fethullah Gülen, Yitirilmiş Cennete Doğru, İzmir 2008
4. Kendi Dünyamıza Doğru, İzmir 2008
5. Heysemî, Nureddin, Mecma’u’z-zevâid, Beyrut 1982.
6. İbn Abdilberr, Câmi’u beyâni’l-ilm ve fadlihi, Beyrut 1978.
7. İbnu’l-Esîr, Usdu’l-gâbe, Kahire ty.
8. İsmail Lütfi Çakan, Olay ve Ölçü Olarak Hicret, İstanbul 2004.
9. Sezai Karakoç, Düşünceler I Kavramlar, İstanbul 1995.
10. İsmail Ünal, Amerika’da Bir Ay, İstanbul 2001.

Yazar: Doç. Dr. Ayhan Tekineş, Yeni Ümit, Ocak-Mart 2009

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.