Kulluk ve Sükûnet
İlk günlerde namaz, sabah ve akşam vakitlerinde ikişer rekat olarak kılınıyordu. Efendiler Efendisi, belli ki namazlarını kılmak için sakin bir yer arıyordu ve bunun için de, genellikle Mekke dışına çıkıyor ve hurma ağaçlıklarının arasında sükûnet içinde Rabb-i Rahîm’ine içini döküyordu. Yine bu maksatla Mekke dışına çıkmışlar ve yeğeni Hz. Ali ile birlikte namaza durmuşlardı. Halbuki, Hz. Ali’nin Müslüman olduğundan daha ne amcalarının ne de babasının haberi vardı. Olacak ya, babası ve düne kadar Efendimiz’in hâmisi Ebû Tâlib’in de yolu o gün oradan geçiyordu. Yeğeni ile oğlunun hareketleri Ebû Talib’in dikkatini çekmişti. Akşam olup da geri geldiklerinde, gözüne ilişen manzaranın ne olduğunu sordu:
– Ey kardeşimin oğlu! Şu senin din olarak kabullendiğin şeyin mahiyeti de ne?
– Ey amcacığım, diye söze başladı Allah Resûlü. Gönlüne işleyen bir ton vardı seslenişinde. Ardından da:
– Bu, Allah ve meleklerinin dini, peygamberlerinin ve atamız İbrahim’in dinidir. Allah, onunla beni bütün kullarına vazifeli olarak gönderdi. Sen ise –ey amcacığım!– bu davet ve nasihate en çok layık olan, hidayet güneşinden istifade edecek ve bu mayanın tutmasında bana yardımcı olacak en liyakatli insansın, dedi. Ebû Tâlib öyle düşünmüyordu:
– Ey kardeşimin oğlu, diye söze başladı ve şöyle devam etti:
– Ben, atalarımın dinini ve üzerinde karar kıldıkları geleneği terk edemem. Ancak, Allah’a yemin olsun ki Sen bu işini yaparken ne zaman hoşlanmadığın bir şeyle karşılaşsan Sana yardımcı olurum.’
Bir taraftan bunları söylüyordu; ama diğer yandan da ilave etmeden geçemiyordu:
– Dediklerin konusunda söylenecek bir şey yok. Ancak vallahi de ben, bundan sonra toplum içinde yüzüm yerde dolaşamam.
Daha sonra da oğluna döndü:
– Ey oğulcuğum! Sana ne oldu, bu yeni hâlin de ne böyle?
– Ey babacığım! Ben, Allah ve Resûlü’ne iman ettim. Aynı zamanda O’nunla gelen her şeyi gönülden tasdik ettim. O’nunla namaz kılıyorum ve artık, hiç ayrılmamak üzere hep O’nun peşindeyim.
Ebû Tâlib’in buna itirazı olamazdı. Yüzünü çevirip giderken, dudaklarından şunların döküldüğü duyuldu:
– O’na gelince O, seni sadece hayra davet eder; ayrılma peşinden! Çünkü bu, güzeldir. Ben de biliyorum ki, kardeşimin oğlunun dedikleri doğru ve haktır. Şayet Kureyş kadınlarının beni ayıplamasından endişe etmeseydim ben de gelir O’na tâbi olurdum.1
Bu ne saadetti! Daha kimseciklerin olmadığı bu zaman dilimlerinde bile O’nunla birlikte zamanlarını paylaşmak ve daha ilk günden itibaren kullukta O’nunla omuz omuza, Hak kapısında yalvarışa geçmek ne büyük bir bahtiyarlıktı! Ama kaderin bir cilvesi ki, en yakınlarından olan birisi ve küçüklüğünden bu yana gözünü kendisinin üzerinden eksik etmeyen öz amcası bu saadetten mahrum kalıyordu. Böyle bir manzaraya şahit olup da yıllar sonra kaçırdığını telafi yarışına giren Afîf İbn Ömer ismindeki bir sahabe, yıllar sonra üzüntü ve hicran içinde şunları anlatacaktı:
– Ben, ticaretle uğraşan bir adamdım. Bir hac mevsiminde Mekke’ye gelmiştim. Abbas İbn Abdulmuttalib, kadim dostumdu; ben ondan mal alırdım, o da benden alışveriş yapardı. Onu sordum ve Mina’da olduğunu öğrenince de doğruca buraya geldim. Nihayet arayıp bulmuştum. Oturup bir müddet muhabbete daldık. Biz, kendi halimizde vakit geçirirken oraya birisi geldi. Önce şöyle güneşe bir baktı ve ardından da beklemeye durdu. Tam güneş zevale kaymıştı ki, kalktı ve namaza durdu. Ardından da bir kadın geldi ve o da namaza durdu. Sonra bir çocuk yetişti onlara ve o da onlarla birlikte namaza durdu. Abbas’a sordum:
– Bu da ne ey Abbas? Yeni bir din mi?
– Bu, Abdullah’ın oğlu Muhammed; Allah’ın kendisini peygamber olarak gönderdiğini söylüyor ve Kisrâ ile Kayser saraylarının kendisine açılacağını sanıyor. Kadın ise, O’na ilk inanan insan Hatice Binti Huveylid. Çocuğa gelince o da, Ali İbn Ebî Tâlib’dir; O’nun amcasının oğlu ve o da O’na ilk inananlardan.2
Dipnot:
- Halebî, Sîre, 1/436. Aradan bir müddet daha zaman geçecek ve Ebû Tâlib’in diğer oğlu Cafer de Müslüman olacaktı. Bir gün, onun da namaz kıldığına muttali olunca, “Amcaoğlunun yanında, sol yanında kıl!” diye onu teşvik edecek ve diğer çocuğunun da Müslüman olmasını hiç garipsemeyecekti.
- Bunları anlattıktan sonra Afîf İbn Ömer, “Keşke o gün onların dördüncüsü ben olsaydım!” diyecek ve ilk günlerde iman etme fırsatını kaçırmış olmanın üzüntüsüyle iç geçirecektir. Bkz. İbn Sa’d, Tabakât, 8/18