Kaynukâlıların ihaneti ve kalelerinin kuşatılması
Benû Kaynukâ, Medine’de yerleşik üç ana Yahudi kabilesinden birisini oluşturuyordu ve hicret sonrasında yapılan anlaşmada bu kabilenin de imzası vardı. Abdullah İbn Selâm’ın kabilesiydi bu. Müslüman olduktan sonra Abdullah İbn Selâm’ı da çok sıkıştırmış ve bu tercihini bir türlü hazmedememişlerdi. Son gelişmeler, onların bu anlaşmaya sadık kalmadıklarını gösteriyordu. Zira Bedir’de kazanılan zafer, ciddi manada onları rahatsız etmişti; çünkü Müslümanlar, bir daha önü alınamayacak bir güce ulaşıyorlardı.
Aralarında kendilerini tahrik edip de Müslümanlar aleyhine kışkırtan elebaşları vardı. Şâs İbn Kays adındaki ihtiyar bir adam, yanına çağırdığı bir delikanlıya tembih etmiş ve Buâs savaşlarında aralarında yaşanan sıkıntıları anlatıp insanlara bu konuyla ilgili şiirleri hatırlatmasını söylemişti. Düne ait ne varsa unutmaya başladıkları bir dönemde yeniden bunların hatırlatılması, o günün toplumu adına en duyarlı oldukları yumuşak karın manasına geliyordu. Zaten hedef de, Evs ve Hazreci birbirine düşürmekti.
İhtiyardan dersini alan delikanlı, kalabalıkların arasında dolaşıp kendisine denileni yapmaya başlamıştı bile. Çok geçmeden, yeniden eski ihtilaflar ortaya çıkmıştı. Evs ile Hazreç birbirlerine yürümek üzereydi. Hatta sözlü sataşmalar tarafları tatmin etmeyince filan yerde buluşup kozlarını paylaşmak üzere anlaşmışlardı bile!
Durumdan haberdar olan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), yanına aldığı ashâbıyla birlikte hemen olay mahalline geldi. Onlara şöyle seslendi:
– Ey Müslüman topluluğu! Sizi Allah’a davet ediyorum! Sizi Allah’a davet ediyorum! Ben sizlerin arasında olduğum hâlde ve Allah da sizi İslâm’la şerefyâb etmiş, onunla size keremini nasip etmişken yeniden cahiliye anlayışlarına geri dönmek mi istiyorsunuz? İslâm’la Allah (celle celâluhû), cahiliye işlerini kesip ortadan kaldırmış, sizi de küfrün karanlıklarından kurtarmış ve kalpleriniz arasını da telif etmişken bu nasıl olabilir!
Efendimiz’in kendilerine hitabı, Evs ve Hazreçlileri intibaha sevk etmiş, nasıl böyle bir şey yapabildiklerini düşünmeye başlamışlardı. Evet ya, durup dururken bu noktaya gelmek bir Müslüman’a hiç yakışır mıydı? Yakışmazdı ama diğer tarafta kendilerini tahrik edip de kavgaya zorlayan gerçek sebebi de bulmaları gerekiyordu ve bunu bulmak da uzun sürmedi. Gerçi bu, Benû Kaynukâ’nın ilk kabahati değildi; Bedir öncesinde de ortalığı çok karıştırmak istemişlerdi ama Müslümanlar, bunların da bir gün gelip gerçeği anlayacaklarını umut ederek hep af yolunu tercih etmişlerdi.
Başlarını eğmiş ağlıyorlardı ve hemen birbirlerine dönüp kucaklaşmaya başladılar. Bundan böyle, arada dolaşıp da kitleleri tahrik edenlerin süslü sözlerine kanmayacaklarına dair söz verdiler.
Kaynukâoğullarıyla ilgili bilgiler bunlarla da sınırlı değildi; bilhassa kışkırtıcılıkta önceliği kimseye kaptırmayan bir başka Yahudi olan Ka’b İbn Eşref’le irtibata geçmişler ve ondan da destek alarak sınırları çoktan zorlamaya başlamışlardı bile.
Elindeki malı Kaynukâ çarşısına götürüp de satmak ve sonrasında buradan ihtiyaçlarını karşılamak için gelen bir kadına yaptıkları ise, bardağı taşıran son damla olmuştu. Elindekini orada satan kadın, bir sarrafa girmiş ve kendisine bir altın almak istemişti. Onu bu hâlde ve yalnız bulan Benû Kaynukâ tüccarları, kadına sataşmışlar ve örtülü olan yüzünü açıp kadından kâm alarak eğlenmek istemişlerdi.
Bu arada sarraf olan dükkân sahibi, taleplerine şiddetle karşı çıkan kadının arkasından dolaşmış ve ona hissettirmeden eteğini bir iğneyle beline iliştirivermişti. Gördüğü muamele karşısında öfkelenerek oradan ayrılmak isteyen kadın ayağa kalkınca, beline iliştirilen eteği de yukarı kalkmış ve tabii olarak görülmemesi gereken yerleri de açığa çıkıvermişti. Bu durum, Benû Kaynukâlıları oldukça sevindirmiş ve ne olduğunu anlamaya çalışan kadına bakıp kahkahalarla gülmeye başlamışlardı. Eteğinin beline iliştirildiğini, bundan dolayı da Yahudilerin kendisine güldüğünü anlayan kadın, olduğu yerde feryadı basmıştı. Namusuna uzanmak istenen bu muamele karşısında ‘imdat’ diye bağırıyordu.
Onların bu hâli, dışarıdaki bir Müslüman’ın da dikkatini çekmişti; dikkatli nazarlarla içeri bakınca durumu anlamış ve bunu yapan Yahudinin üzerine atlayarak haddini bildirmek istemişti. Aralarında ciddi ciddi kavga başlamıştı ve çok geçmeden Müslüman, söz konusu Yahudi’yi yere serivermişti. Bu sefer de orada bulununan diğer Yahudiler Müslüman’ın üzerine saldırmış ve onu oracaktı şehit etmişlerdi.
Orada şehit edilen Müslüman’ın yakınları çok kızgındı ve çok geçmeden Efendimiz’e gelerek yardım talep ettiler. Burunlarından soluyorlar ve yakınlarına bunu reva görenlere bir an önce hadlerini bildirmek istiyorlardı.
Gerçekten yapılan iş çirkindi ve mutlaka hak ettiği cezayı bulmalıydı. Hâlbuki hicret sonrasındaki anlaşmaya bunlar da imza atmış ve bırakın Müslüman’a saldırmayı, saldırıya maruz kaldıklarında Medine’de müşterek bir savunma yapacaklarına dair söz vermişlerdi.
Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Anlaşmayı ihlâl ettiniz.” deyip hemen üzerlerine yürümedi ve önce Benû Kaynukâ Yahudilerini toplayarak onlarla konuşmayı denedi. Onları, daha mutedil davranmaya, yapageldikleri kötülüklerden vazgeçmeye, insanî değerlerden taviz vermeden Müslümanca yaşamaya ve Kureyş’in başına gelenler kendi başlarına gelmeden önce akıllarını başlarına almaya davet ediyordu. Ancak onlar, şefkat ve merhametten anlayacak durumda değillerdi; bu Nebevî davete alayla cevap vermeyi deneyecek ve şunları söyleyeceklerdi:
– Yâ Muhammed! Henüz toy ve savaş nedir bilmeyen delikanlılarla savaşıp da onları yenmiş olman sakın Seni aldatmasın! Şâyet bizimle savaşacak olursan esas savaşın ne demek olduğunu o zaman görürsün! Çünkü Sen, henüz bizim gibi birileriyle hiç karşılaşmadın!1
Bu, bir meydan okumaydı ve bunca yaptıklarının yanında bir de böyle tavır takınıp Efendiler Efendisi’ne küstahça cevap vermeye kalkışmaları, açıkça savaş ilanı demekti. Anlaşılan, bunların sözden anlayacak hâlleri yoktu; öyleyse çizgiyi aşan ve aralarındaki anlaşma maddelerine sadık kalmadıkları yetmiyormuş gibi bir de dün kabullendikleri otoriteyi bugün hiçe sayan tavırlar içine giren bu insanlarla anladıkları dilden konuşmak gerekiyordu.
Bu arada Cibril-i Emîn de gelmişti. Önce Bedir’i hatırlatarak kâfirlere şu mesajı ulaştırmasını söylüyordu:
– Siz mağlup olacak, haşredilip toplanacak ve Cehennem’e sürükleneceksiniz! Orası, ne fena bir yataktır! Birbiriyle karşılaşan iki toplulukta size büyük bir ibret vardı: bunlardan biri Allah yolunda vuruşuyordu. Diğeri ise kâfir idi. O kâfirler Müslümanları, bizzat gözleriyle kendilerinin iki misli görüyorlardı. Allah, dilediği kimseleri nusretiyle destekler. Elbette bunda, görecek gözleri olanlar için alınacak ibret vardır.2
Arkadan gelen mesaj, daha netti:
– Seninle sözleşme yapan bir millette sözleşmeye aykırı bir hainlik tespit edersen, savaş açmadan önce antlaşmanın artık geçersiz olduğunu ilan et ki, bunu bilme hususunda iki taraf eşit olsun! Çünkü Allah, hainleri asla sevmez.3
İşte bu, Rahmânî olan bir uygulamaydı. Hâlbuki anlaşmayı ihlâl edenler zaten onlardı. Buna rağmen Allah (celle celâluhû), yaptıkları bu küstahlık neticesinde aralarında bulunan anlaşmanın artık geçersiz olduğunu bildirmesini istiyor ve savaşa girmeden önce karşı tarafın da bilgisinin olmasını talep ediyordu. Efendimiz de, öyle yapacaktı.
Hicretin üzerinden yirmi ay kadar bir zaman geçmişti. Şevval ayının ortalarıydı ve Medine’de yine Ebû Lübâbe’yi vekil bırakan Allah Resûlü, bir cumartesi günü beyaz sancağı Hz. Hamza’ya vererek Benû Kaynukâ üzerine yürüdü.
Sağlam bir kaleleri vardı ve Müslümanların kendi üzerlerine geldiğini görünce hemen bunun içine girip kapılarını da sıkıca kapatmışlardı. Kuşatma tam on beş gün sürecekti. Bu süre içinde Allah (celle celâluhû), kalplerine büyük bir korku düşürmüş ve Benû Kaynukâlılar Efendimiz’in vereceği hükmü kabul ettiklerini bildirerek on beş günün sonunda da teslim olmuşlardı.
Artık, Benû Kaynukâ Yahudilerinin eli silah tutan erkekleri esir alınmış ve elleri de bağlanmıştı. Şimdi ise, haklarında verilecek hükmü bekliyorlardı. Haklarında verilecek her türlü hükme razı idiler. Artık tükendiklerini düşünüyorlardı. Hayatlarını ortaya koyarak büyük bir kumar oynamış ve kaybetmişlerdi.
Bu sırada, Benû Kaynukâoğullarının müttefiki olan ve Bedir sonrasında Müslüman olduğunu açıklayan Abdullah İbn Übeyy çıkageldi. Aralarındaki ittifakı nazara vererek Efendimiz’den, Benû Kaynukâ Yahudilerine iyi davranmasını ve onları affetmesini istiyordu. Hatta bunun için o kadar ısrar ediyordu ki, Efendimiz’in cevap vermeyişi karşısında küplere biniyor ve istediğini koparabilmek için olmadık yollara başvuruyordu.
Nihâyet elini, Efendimiz’in zırhının cebine sokmuş ve kendine doğru çekmişti. Bunun üzerine Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ellerini çekmesini söyleyecekti. Ancak o, bundan anlayacak gibi gözükmüyordu. İkinci kez seslendi:
– Yazıklar olsun sana! Bırak Beni!
– Vallahi de bırakmam, diyordu. Benim müttefiklerime iyi davranma sözü almadığım sürece bırakmam! Çünkü onlar, üç yüzü zırhlı olmak üzere yedi yüz kişiyle birlikte beni Arap ve Acemlere karşı koruyup onların işini bir günde bitirdiler. Artık ben, arkası kesilmeyecek savaşların sökün etmesinden korkuyorum!
Onun bu hâlini görüp de gerçek niyetinin ne olduğunu bilen bir başka müttefik Ubâde İbn Sâbit, Efendimiz’e gelecek ve Benû Kaynukâ ile bütün anlaşmalarına son verdiğini açıklayarak:
– Yâ Resûlallah, diyecekti. Ben artık, sadece Allah ve Resûlu ile mü’minleri dost kabul ediyor ve onun dışındaki –bu kâfirler ve anlaşmaları dâhil– her türlü anlaşmayı bir kenara koyuyorum!
Zaten Cibril-i Emîn’in getirdiği haber de aynı şeyleri tavsiye edecekti. Gelen âyetlerde, mü’minlerin dostunun, ancak mü’minler olabileceğini anlatıyor, başkalarıyla olan münasebetlerde daha duyarlı davranılması gerektiğinin üzerinde duruluyor ve iman adına tavrını belirleyenlerin de bu hareketlerinin karşılığını mutlaka alacakları ifade ediliyordu.4
Bunun üzerine Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Benû Kaynukâ Yahudilerine üç gün süre verdi ve bu üç günün sonunda Medine’yi terk etmelerini istedi. Bu kadar isyan ve karşı koyuşa rağmen ne birisinin burnu kanamış ne de esir alınmışlardı. Hâlbuki onlar, bu çıkışlarıyla benzeri sonuçları çoktan hak etmiş ve zaten haklarında böyle bir kararın verileceğini bekliyorlardı.
Dünyalar onların olmuştu; ölüm beklerken hayatlarının yeniden kendilerine bahşedilmiş olmasını büyük bir lütuf olarak değerlendirip hükme itiraz bile etmeden hemen yol hazırlıklarına başladılar. Onların Medine’den ayrılışlarını ashâb adına Ubâde İbn Sâmit deruhte ediyordu.
Arkalarında bol miktarda silah bırakmışlardı ve bunlar da ashâb arasında ganimet malı olarak dağıtıldı. Benû kaynukâlıların geride kalan mallarıyla ilgili olarak da Muhammed İbn Mesleme görevlendirilmişti.
Yazar: Dr. Reşit Haylamaz