Hudeybiye Anlaşması’nın İhlali ve Peygamber Efendimiz’in (sas) Duruşu

592

Hudeybiye anlaşmasının üzerinden yirmi iki ay geçmiş, bu süre zarfında Mekke cihetinden herhangi bir olumsuzlukla karşılaşılmamıştı. Takvimler, sekizinci yılın Şa’bân ayını gösteriyordu. Sabahın erken saatlerinden birinde Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), yanında bulunan Âişe Validemize:

– Ey Âişe, diye seslenecekti. “Huzâa cihetinde önemli bir hadise oldu!”

Durup dururken böyle bir haber karşısında Âişe Validemiz de tedirgin olmuştu:

– Yâ Resûlallah, diye seslendi. “Kılıçlar, kol ve kanatlarını kırmış olduğu hâlde Kureyş’in, Seninle kendi aralarındaki anlaşmayı ihlâl etmeye cesaret edebileceklerini mi düşünüyorsun!”

Doğru söylüyordu; aklı başında olan bir insan, karşı koyma gücünü kendisinde görmediği yerde durup dururken problem çıkarıp da başına sıkıntı açmazdı. Ancak Kureyş’de, bunu düşünecek kadar bile basiret kalmamıştı ve attıkları adımın yarın kendilerine ne getireceğini düşünmeden hareket ediyorlardı. Bir de meselenin kader boyutu vardı ve Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), buna dikkat çekerek Âişe Validemizi:

– Allah’ın dileyip de istediği bir işten dolayı Kureyş anlaşmayı ihlâl etti, şeklinde cevapladı. Annemizin merakı devam ediyordu:

– Yâ Resûlallah! Sonucu hayırlı mı olacak?

İfk Hadisesi münasebetiyle inen âyette de belirtildiği gibi, başlangıcında şer gibi gözüken meseleler, neticesi itibariyle nice hayırların kapısını aralamaktaydı ve Âişe Annemiz de, başlangıçta Resûlullah’ı endişeye sevk eden bu işin sonunun hayırlı olup olmadığını soruyordu. Cevap gecikmedi:

– Evet, hayırlı olacak!1

Aradan üç gün geçmişti; Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ashâbına sabah namazını kıldırdıktan sonra Huzâalılardan Amr İbn Sâlim, yanına kattığı kırk atlı ile Allah Resûlü’ne gelmişti. Mescid-i Nebevî’de şiir okuyarak başlarına gelen musibeti anlatmaya çalışıyor, Resûlullah’tan yardım talep ediyordu.

Meğer Kureyş, Benî Bekr, Benî Nüfâse ve Vetîr ile omuz omuza vermiş ve Hudeybiye Anlaşması’yla rahat nefes alan ve bu güvenle yurtlarında sessizce bir hayat süren Huzâalılara, gecenin karanlığında ansızın baskın yapmış; çoğunluğu çoluk çocuk, kadın ve yaşlılar olmak üzere tam yirmi üç kişiyi öldürmüşlerdi! Bu baskında Kureyş ileri gelenlerinden Safvân İbn Ümeyye, İkrime İbn Ebî Cehil, Huveytıb İbn Abdiluzzâ, Şeybe İbn Osman ve Mikrez İbn Hafs gibi önemli isimler de vardı.2

O kadar gözleri dönmüştü ki, kendilerini kurtarmak için Harem bölgesine sığınan Huzâalılar bile onların bu hışmından kurtulamayacaktı! Hatta işi o kadar ileri götürmüşlerdi ki, kendi aralarından bile itiraz sesleri yükselmeye başlamış, insanlık adına biraz vicdan taşıyanlar yapılanları tasvip etmediklerini yüksek sesle ifade etmeye başlamışlardı.

Sabah olup da yapılanların vahameti ortaya çıkınca Kureyş, yaptığına bin pişman olmuştu; çünkü bu, açıktan Hudeybiye Anlaş­ması’nın ihlali anlamına geliyordu. Artık ok yaydan çıkmıştı! Kendilerini kurtarmak veya haklı göstermek için akla zarar tekliflerde bulunuyorlardı!

hudeybiye anlaşması neden bozuldu

Peygamber Efendimiz’in Tavrı

Beri tarafta ise Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), anlatılanları dinledikten sonra:

– Sana yardım edilecektir, ey Amr İbn Sâlim, demiş ve Huzâa liderini bir nebze rahatlatmıştı. Ancak çok üzgün ve çok celalliydi; gecenin karanlığında ve çoğunluğunu çoluk çocuğun, kadınlarla yaşlıların oluşturduğu yirmi üç kişinin, ansızın yapılan bir gece baskınıyla ve hunharca öldürülmesini hangi vicdan kaldırabilirdi! Hele bunu yapanlar, sizinle ve sizin müttefiklerinizle on yıllığına savaş yapmayacağız diyerek söz veren, karşılıklı anlaşıp da ateşkese imza atan insanlarsa! Anlaşılan Kureyş, anlaşılmayan tepkiler vermekten vazgeçecek gibi gözükmüyordu. Bu sırada semada bir bulut belirmiş ve şiddetli bir gök gürültüsü kopmuştu. Vahiyden başka beyana iltifat etmeyen Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), eşyanın diliyle kendisine arz edilen bu dilden de bir mana çıkaracak ve:

– Bu bulut, Benî Ka’b’ın zaferini müjdelemektedir, buyuracaktı. Kainatta tesadüfün yeri olmadığına göre bu, gadab-ı ilahînin de bir göstergesiydi.

Başından beri Hicâz’da sulhun yerleşmesi için gayret gösteren Efendiler Efendisi, diğer alanlardaki çapulculuğun önüne geçebilmek için seriyyeler oluşturup ashâbını farklı bölgelere gönderirken, böyle âdice bir hareket beklemediği Mekke’de cereyan eden bu hadise karşısında:

– O insanlara mutlaka yardım edeceğim; şâyet bugün Benî Ka’b’e yardım etmezsem, Allah da Bana yardım etmez! Nefsim yed-i kudretinde olana yemin olsun ki onları Ben, kendimi, ailemi ve evimi koruduğum gibi koruyacağım, diyor, herkesin önünde kararlılığını ortaya koyuyordu. Kendilerine sığınan bu insanlara mutlaka yardım eli uzatılmalıydı ve önce, kendilerine saldıran insanların kimliği konusunda emin olmak istedi. Amr İbn Sâlim ve arkadaşlarına soruyordu:

– Sizler bu konuda kimden şüpheleniyor ve bunu kimlerin yaptığını düşünüyorsunuz?

– Benî Bekr, diye cevapladılar. Yeniden sordu:

– Peki, onların hepsi mi?

– Hayır! Özellikle Benî Nüfâse’nin lideri Nevfel İbn Muâviye, diyorlardı. Bunun üzerine şu değerlendirmeyi yaptı:

– Bunlar, Benî Bekr’in bir koludur. Ben şimdi Mekke’ye bir adam gönderip bu hadiseyi kendilerinden soracağım ve onları, üç seçenekten birini kabul etmeleri konusunda muhayyer bırakacağım.

Daha sonra da ashâb arasından Damra adındaki bir sahabîyi yanına çağıracak ve hadisenin bir de farklı bir gözle tetkikini isteyecekti.3 Resûlullah’ın talimatını alan Hz. Damra, Mekke’ye gelip Kureyş ile konuşacaktı ama onlar, son söz olarak:

– Biz O’na, karşılıklı olarak anlaşmayı feshettiğimizi ilan ediyoruz, demeyi tercih edecekti ki bununla Kureyş, yine savaşı tercih eden taraf oluyordu.

Kureyş’in Pişmanlığı

Her ne kadar Kureyş, “Bu işi biz yapmadık.” diyerek görünürde bu resti çekmişti ama içine de bir kurt düşmüş, işin içinden daha az zayiatla nasıl sıyrılabileceklerini düşünerek çözüm arayışına girmişti! Endişelerini dile getirmek için Ebû Süfyân’ın yanına gelen Hâris İbn Hişâm ve Abdullah İbn Ebî Rebîa, liderlerine şu uyarıda bulunacaklardı:

– Bu, düzeltilmesi gereken bir yanlıştır; şâyet bu iş düzeltilip de yeniden sulh zemini bulunmazsa Muhammed, mutlaka buraya ashâbıyla gelir ve belimizi büker!

Onları dinleyen Ebû Süfyân, derin derin düşünmeye başladı:

– Vallahi de bu iş, benim ne içinde bulunduğum, ne de tamamen dışında kalabildiğim bir iştir, diye başladı sözlerine. Bu sırada Kureyş’in ileri gelenleri de yanına gelmişlerdi. Bir lider olarak en kritik anlarından birisini yaşıyordu ve Mekkelilere dönerek, çaresizlik içinde ve sitem yüklü şu cümlelerini söylemeye başladı:

– Bu, sadece bana yüklenilebilecek bir sorumluluk değildir! Vallahi de bu konuda ne bana danışılıp istişare edilmiş ne de böyle bir haberi alarak ben onu onaylamış bulunuyorum! Allah’a yemin olsun ki, şâyet hislerim beni yanıltmazsa Muhammed mutlaka bize savaş açacaktır; ne yazık ki hislerim de hep doğru çıkmıştır! Muhammed’e gidip de O’nunla konuşarak, anlaşmayı yenilemesi ve süreyi de uzatmasını istemekten başka çıkar yol göremiyorum!

Kureyş’in içinde pişmanlık, dalga dalga yayılmaya başlamıştı. Düne kadar meydan okumaktan başka seçenek kabul etmeyen insanlar, meselenin dehşetini düşündükçe yelkenleri suya indirmiş ve Ebû Süfyân gibi düşünmeye başlamıştı; ona:

– Vallahi de doğruyu söylüyorsun, diye mukabele ediyorlardı ve neticede, Ebû Süfyân’ı, Allah Resûlü’yle konuşup süreyi uzatması ve anlaşmayı da yenilemesi için Medine’ye gönderme kararı aldılar. Çok geçmeden Ebû Süfyân, kölesiyle birlikte Medine yollarına düşmüştü!4

Beri tarafta ise Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Medine’de ashâbına dönmüş:

– Şu anda Ebû Süfyân, anlaşmayı yenilemek ve süreyi uzatmak maksadıyla size gelmek üzeredir; ancak eli boş ve öfkeyle geri dönecektir, diyerek Mekke’de yaşanılanları etrafındakilerle paylaşıyordu. Fevkalâde kritik bir noktaya gelinmişti. Burada taraflara ulaşacak bir haber, hadiselere yön verecek en önemli faktördü; Allah Resûlü de, ashâbına işte bu haberleri veriyordu!

Ebû Süfyân Medine’de

Yeniden yola düşen Ebû Süfyân artık Medine’deydi; düne kadar karşı koyup da hayatlarına tuzak kurduğu insanlara rica ve minnette bulunacak ve ortamı yumuşatmaya çalışacaktı. Bunun için de önce akrabalık bağlarını kullanmak istedi; kızı Ümmü Habîbe Valide­miz’in yanına gelmiş, Efendimiz’in minderine oturmak isteyince hiç beklemediği bir tepkiyle karşılaşmıştı; Ümmü Habîbe Validemiz, tuttuğu gibi Allah Resûlü’nün minderini babasının altından çekecek ve oturmasına müsaade etmeyecekti. Kendi öz kızıydı ama açıkça Resûlullah’ı babasına tercih ediyordu! Ebû Süfyân, şaşkınlık içinde ona döndü ve:

– Ey kızcağızım, diye seslendi. “Sen beni mi o mindere layık görmedin, yoksa o minderi mi benden kıskandın!”

Ümmü Habîbe Validemizin, babasına verdiği cevap, Ebû Süfyân’ın yaşadığı şoku daha da artıracak nitelikteydi; şunları söylüyordu:

– Bilâkis, seni ona layık görmedim; çünkü o, üzerine Resûlul­lah’ın oturduğu minder! Sen ise, müşrik ve necis bir adamsın! Bu sebeple senin, Resûlullah’ın minderine oturmanı istemedim!
Ebû Süfyân hâlâ şoktaydı:

– Ey kızcağızım, diye yeniden seslendi. “Benden sonra sana çok fena şeyler olmuş!”

– Tam aksine, diyordu Ümmü Habîbe Validemiz. “Allah (celle celâluhû) beni, İslâm’la şereflendirdi. Sen ise ey babacığım! Görüp duymayan bir taşa temenna durup hâlâ onun önünde boyun eğiyorsun!”

Ebû Süfyân için kızının kapısı kapalı görünüyordu ve Efendi­miz’in yanına gitmek istedi; mescitteydi. Yanına vardı ve:

– Yâ Muhammed, diye seslendi. “Ben, Hudeybiye Anlaşmasında yoktum; şimdi gel de o anlaşmayı yenile ve süresini de uzat!”

Sanki hiçbir şey yokmuş gibi hemen sözleşmenin yenilenmesi ve sürenin de uzatılmasını gündeme getirişi karşısında Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), ona:

– Gerçekten sen, bunun için mi geldin, ey Ebâ Süfyân, diye seslendi.

– Evet, diyordu. Resûlullah esas meseleye gelmek istiyordu ve:

– Bundan önce bir hadise çıkarmış olmayasınız, diyerek olanları hatırlatmak istedi. Buna rağmen Ebû Süfyân:

– Allah korusun, diyordu. “Biz hâlâ Hudeybiye’de imzaladığımız anlaşma üzerindeyiz; onu ne değiştirir, ne de bozarız!”

Konuyu evirip çeviriyor ve bu cümlenin ötesinde bir şey söylemiyordu; Huzâalıların acılarını dinleyip de arkadaşlarına çıkışan, Mekke’de arkadaşlarıyla oturup da durum değerlendirmesi yapan, sonra da son sözlerini söyleyip Allah Resûlü’nün elçisi Hz. Damre’yi eli boş Medine’ye yollayan ve ardından da, anlaşmanın ihlalinden dolayı duyduğu endişeyi dile getirip de Medine’ye sırf bu işi yeniden pekiştirmek için gelen sanki bu Ebû Süfyân değildi! Anlaşmayı ihlâl ettikleri hâlde hâlâ Hudeybiye Anlaşması üzerinde sabit durduklarını söyleyebiliyorlardı! Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) döndü ve:

– Esas hâlâ Hudeybiye anlaşması üzerinde olanlar bizleriz; onu ne değiştirdik, ne de bozduk, buyurdu. İkide bir aynı şeyleri söyleyip Hudeybiye Anlaşması’ndan bahsetmeye kalkan ve asla Huzâalılara yaptıklarını dile getirmeyen Ebû Süfyân’ın bu tavrını beğenmemişti ve daha fazla konuşmayı faydasız buluyordu. Daha fazla meseleyi uzatmamak için de meclisten ayrılmayı tercih edecekti.

Mekke’nin kudretli lideri Ebû Süfyân’a kapılar kapatılıyordu! Hemen Hz. Ebû Bekir’in yanına koştu; benzeri şeyleri ona da söylüyor ve kendisi adına Efendimiz’i ikna etmesini istiyordu. Ancak bu kapı da kapalıydı. O gün Ebû Süfyân, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Sa’d İbn Ubâde başta olmak üzere Ensâr ve Muhâcirîn’in ileri gelenlerini de dolaşacak ve bir türlü istediğini elde edemeyecekti.5 Son bir defa yine Hz. Ali’nin yanına gelmişti:

– Yâ Eba’l-Hasen, diyordu. “Görüyorum ki bu işlerin üstesinden gelemeyeceğim; işler giderek sarpa sarıyor! Bari sen bana bir fikir verip yol göster!”

– Vallahi de bugün seni kurtaracak bir formül bilmiyorum, diye başladı Hz. Ali sözlerine. Sonra da onun, Benî Kinâne’nin efendisi olup olmadığını sordu ona:

– Evet, ben onların efendisiyim, diyordu. Bunun üzerine ona şunları tavsiye etti:

– Öyleyse haydi kalk ve insanlara, Benî Kinâne’yi himayene aldığını ilan et ve ardından da memleketine geri dön!

– Bunun bana bir faydasının olacağını sanıyor musun, diye sordu Ebû Süfyân. Ümitsizdi ama başka da bir çaresi yoktu; denize düşüp de yılana sarılırcasına bir çaresizlik içindeydi. Hz. Ali de bunun farkındaydı ve:

– Hayır, diye cevapladı. “Ancak senin için bundan başka da bir çarenin olabileceğini sanmıyorum!”

Uhud’da meydan okuyup Bedir’de yeniden buluşmayı talep eden, adam tutup da Allah Resûlü’nü öldürtme hülyaları kuran ve Hendek’te ayak takımını toplayıp Efendimiz’in üzerine yürüyen Ebû Süfyân çökmüştü! Bir ümit deyip yeniden mescide geldi; son hamlesini yapan bir adamın çabasıyla:

– Ey insanlar, diyordu. “Haberiniz olsun ki ben, insanların arasını bulmak için onları himayeme aldım. Vallahi bu konuda hiç kimsenin benim ahdimi çiğneyeceğini de sanmıyorum!”

Ardından son kez Allah Resûlü’nün yanına girdi:

– Yâ Muhammed, diyordu. “İnsanların arasını bulmak için onları ben himayeme aldım!”

Gelmişti ama yine içinin sesini dillendirmiyor, sadece Kureyş’i düşünerek başlarına geleceklerden emin olmak istiyordu. Aynı zamanda bugün bunu söylüyor olması, yarın bu sözünün arkasında olacağı anlamına gelmiyordu. Sözünden dönmeyi âdet hâline getirmiş birisinin, bundan sonraki sözlerine zor itibar edilirdi. Kaldı ki Ebû Süfyân sözünde dursa bile Mekke’de çok başlı bir anlayış hâkimdi. Onun için Efendiler Efendisi ona dönerek:

– Bunu sadece sen söylüyorsun ey Ebâ Hanzala, dedi. Bu, O’nun son sözüydü.
Bundan sonra olabileceklerin ağırlığıyla iki büklüm olan Ebû Süfyân’a, gerisin geriye Mekke’ye dönmek kalıyordu ve o da devesine binip Mekke’nin yoluna düştü.6


Yazar: Dr. Reşit Haylamaz/EFENDİMİZ kitabından alınmıştır.

Dipnot:

  1. Benzeri bir değerlendirmeyi de Allah Resûlü’nden Meymûne Validemiz duyacaktı; gecenin bir saatinde abdest almak için kalkan Efendiler Efendisi, üç kez ‘lebbeyk’ dedikten sonra üç kez de “Yardıma mazhar oldum.” demişti. Meymûne validemiz, “Sanki birisiyle konuşur gibisin; yanında birisi mi var?” diye sordu. Bunun üzerine Meymûne Validemize şu cevabı verdi:

    – Şu Ka’b oğullarının şiirle başlarına gelen sıkıntıyı anlatan adamları var ya, Bekr İbn Vâiller kendilerine saldırırken Kureyş’in de onlara yardım ettiğini söyleyerek Benden yardım istiyor! Bkz. Taberani, Mu’cemu’l-Kebir, 23/433 (1052), Mu’cemu’s-Sağir, 2/167 (968); İbn Hacer, el-İsâbe, 4/631

  2. Sadece bu baskına katılmakla da yetinmemiş, her türlü silah, binek ve mühimmat yardımında da bulunmuşlardı! Hatta kendilerinin işin içinde olduklarını belli etmemek ve bu sebeple mevcut anlaşmayı açıktan ihlâl etmiş olmamak için Kureyş ileri gelenleri, gecenin karanlığına rağmen yüz ve gözlerini kapatmışlardı! Ancak Ebû Süfyân’ın böyle bir olaya karşı çıktığı veya o gün bu hadisenin içinde hiç olmadığı şeklinde farklı rivâyetler vardır. Bkz. Vâkıdî, Meğâzî, 1/783; İbn Sa’d, Tabakât, 2/134; Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 5/201
  3. Hz. Damra ile Kureyş’e üç teklif sunulmuştu: 1. Öldürülen Huzâalıların diyetlerini ödemek ki bunu tercih ettiklerinde maddi külfetini ödemek suretiyle işin içinden sıyrılacaklardı. 2. Benî Nüfâselilerle olan ittifaklarını iptal etmek ki bununla Mekkeliler, Benî Nüfâse’yi Allah Resûlü ve ashâb ile baş başa bırakmış olacaklardı ve Resûlullah (s.a.s.) de, bunların üzerine yürüyerek çapulculuk yapan bir kavmin hakkından gelecekti. 3. Karşılıklı olarak Hudeybiye Anlaşması’nın iptal edildiğini kabullenmek ki bu, Kureyş’in açıktan savaş ilanı anlamına geliyordu. Bkz. Vâkıdî, Meğâzî, 1/787; Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 5/204-205
  4. Yolda giderken Usfân denilen yerde Büdeyl İbn Verkâ ile karşılaşacak ve onların kendisinden önce gidip de Medine’ye bir haber uçurup uçurmadıklarını öğrenmek için çaba sarf edecek, bütün gayretlerine rağmen istediği cevabı alamayınca, develerinin tersini elindeki sopayla karıştıracak ve acve hurmasıyla kuş gagası denilen bir çeşit hurma çekirdeklerini gördüğünde onların Medine’den geldikleri kanaatine ulaşacaktı. Bkz. İbn Hişam, Sîre, 5/50; Vâkıdî, Meğâzî, 1/792; Taberî, Tarih, 2/154
  5. Bütün kapıların yüzüne kapatılmasına rağmen ümidini yitirmeyen Ebû Süfyân o gün, Efendimiz’in kızı ve Hz. Ali’nin hanımı Fâtıma Validemize de gidecek ve babasıyla arasında konuşma zemini hazırlamasını talep edecek, ancak bu kapıdan da eli boş dönecekti. O kadar ki o gün, henüz küçücük bir çocuk olan Hz. Hasan’dan bile medet umar olmuştu! Bkz. İbn Hişam, Sîre, 5/51; Taberî, Tarih, 2/154; Süheylî, Ravdu’l-Unf, 4/148
  6. Mekke’ye gelip de Medine’deki gelişmeleri onlarla paylaşacak olan Ebû Süf­yân’ı zor günler bekliyordu. Zaten gecikmesinden dolayı endişelenmiş ve onun da Müslüman olduğunu konuşmaya başlamışlardı. Gelip durumu kendilerine anlattığında ise, hoşnutsuzluklarını dile getirecek ve Ebû Süfyân’ı iki arada bir derede bırakacaklardı. Mekke’ye artık, dalga dalga ümitsizlik yayılıyordu; ona dönmüş:
    – Sen, kimsenin razı olmayacağı bir şeye rıza göstermişsin, diyorlardı. Ne sana ne de bize faydası olan bir sonuçla geri geldin! Allah’a yemin olsun ki senin himayenin de bir anlamı yoktur; onlar için bunu çiğnemek çok kolaydır! Ali’ye gelince o, sadece seninle alay etmiş!Bkz. İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 4/322, Sîre, 3/534; İbn Kayyım, Zâdu’l-Meâd, 3/347
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.