İSRÂ VE MİRAÇ
Hira’daki vuslattan bu yana on bir yıl geçmişti. Takvimler, Recep ayının yirmi yedisini gösteriyordu. Bu süre içinde çok gayret edilmiş; ama Mekke akıl almaz bir tepki gösterip bu gayretlere müspet cevap vermemişti. Gerçi, müspet cevap verenler de yok değildi; ama, imanla bütünleşmeleri adına ortaya konulan ölümüne gayretlere karşılık, bırakın müspet cevap vermeyi, koşarak gelmeleri gerekiyordu! Çünkü Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), kendi adına yaşamıyor; can alıcı düşmanlarının bile iman şerbetinden kana kana yudumlayabilmeleri için elindeki bütün imkânları ortaya koyuyor ve bunun için de hemen her gün kapı kapı dolaşıyordu.
Alkışlanması gereken bu gayretlerin gördüğü muamele de ortadaydı; bilhassa Ebû Tâlib ve Hz. Hatice’nin vefatından sonra Mekkelilerin takındığı tavır, Tâif’te yaşadıkları ve tekrar geri döndüğünde insanların, mübarek yüzüne ekşimeleri pâk ruhunu sıktıkça sıkmıştı ve bu bunaltan ortamda Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), kendini ancak ilahî rahmetin sıcak iklimine atarak bir teselli bulabiliyordu. Zaten, bu rahmet meltemleri de olmasa, Mekke’nin kasveti kaldırılacak gibi değildi!
Derken bir akşam Efendiler Efendisi, amcası Ebû Tâlib’in kızı Ümmü Hâni’nin evinde bulunduğu bir sırada, evin tavanı adeta birden açılmış ve buradan yanına Cibril-i Emîn nüzûl etmişti.1 Belli ki bu seferki geliş, öncekilerden çok farklıydı. Yanında, daha önceki peygamberlerin de üzerine bindikleri, merkepten biraz büyük, katırdan da bir miktar küçük boyda ‘Burak’ adında bir binek vardı. Belli ki, bir davet vardı ve Cibril de, bu davete muhatap olan en kutlu misafiri almak için gelmişti; Sultân-ı Rusül, Şâh-ı Mümecced, bîçârelere devlet-i sermed, dîvân-ı ilâhide serâmed, Ahmed ü Mahmûd u Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem), Hakk’ın özel davetlisi olarak, gökler velîmesine çağrılıyordu.
Demek ki bugüne kadar yaşanan mukaddes hüzne, Allah tarafından lutfedilmiş bir ikram vardı ortada… Vicdanında duyup hissettiği gerçekleri, göz ve kulağıyla da müşahede edebilmesi için Allah (celle celâluhû), kulu Muhammed Mustafa’yı Mekke’den alacak ve kim bilir ne sırlı bir yolculuğa çıkaracaktı.
Ancak, bu yolculuk öncesinde, süt annesi Halîme-i Sa’diye’nin yanında yaşadığı hadiseye benzer bir ameliye gerekiyordu. Onun için Cibril-i Emîn, Efendimiz’in göğsünü yardı ve içini Zemzem suyu ile yıkadı; ardından da, altın bir kâse içinde, elinde tuttuğu iman ve hikmetle göğsünü doldurarak kapattı. Sonra da, semanın emini Cibril, insanlığın emini Hz. Muhammed Mustafa’nın elinden tutarak tarifi imkânsız bir yolculuğa başladı.