İlâhî Riayet ve Boşa Düşen Komplolar
Elde edilen mazhariyetlerin Müsebbibü’l-Esbâb olan Allah’ın lütuf ve ihsanıyla gerçekleştiği hususu, sadece günümüzle alâkalı bir mesele değil, her devir için geçerli bir prensiptir. Mesela Hazreti Nuh (aleyhisselâm), -tefsirlerdeki yaklaşımla- tufandan Allah’ın izni ve inayetiyle kurtulduktan sonra bir süre daha insanlara hak ve hakikati anlatmıştır. O, bu süre zarfında ümmetini hayvaniyetten çıkarıp cismaniyetin dar mahbesinden kurtararak, kalb ve ruhun hayat derecesine yönlendirmiş; onlar da Allah’a yönelerek kulluklarının gereğini yerine getirmeye çalışmışlardır. Dolayısıyla Hazreti Nuh’un (aleyhisselâm) mücadelelerle dolu hayatına bakıldığında ilâhî inayet apaçık görülür. Zira sebeplere verildiği zaman, ne onun tufandan kurtuluşunu ne de tufandan sonra halka müessiriyetini izah etmek mümkündür. Zaten Kur’ân-ı Kerim de, بِسْمِ اللهِ مَجْرَاهَا وَمُرْسَاهَا “Geminin hareket etmesi de, durması da/demir atması da Allah’ın adıyladır.”1 demek suretiyle Hazreti Nuh’un gemisinin hareket etmesinin de, durmasının da ilâhî inayetle gerçekleştiğini beyan buyurmuyor mu?
Yine sebeplere bina edildiği takdirde Seyyidina Hazreti Musa’nın (aleyhisselâm), Firavun’un zulmünden kurtuluşunu, İsrailoğullarını alıp Mısır’dan çıkararak Tih’te tutmasını, belli bir süre sonra Hazreti Yûşâ İbn Nûn’la (aleyhisselâm) Filistin’e girmelerini düşünmek mümkün değildir. Zira sebepler açısından bakıldığında bu hâdiselerin gerçekleşmesi ancak iki milyonda bir ihtimalle mümkün olabilir.
İlâhî Riayet ve Boşa Düşen Komplolar
İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (aleyhi ekmelüttehâyâ) mübarek hayatlarına bakıldığında da apaçık ilâhî inayet ve riayet müşahede edilir. Zira müşrikler, her köşe başında âdeta bir gulyabani gibi O’nun ve Müslümanların üstüne gelip tepelerine binerek, her gün türlü türlü eziyetler ederek, hatta bazılarını öldürerek ümitlerini yıkmaya çalışıyorlardı. Ancak O Âbide Şahsiyet’te hiçbir zaman bir ümit kırılması yaşanmıyordu. Sanki Süleyman Nazif, “Ruhum benim oldukça bu imanla beraber / Üç yüz sene, dört yüz sene, beş yüz sene bekler.” mısralarıyla O’nun ruh hâletini seslendirir.
“Bir vakit de o kâfirler senin elini kolunu bağlayıp zindana mı atsınlar yahut öldürsünler mi yahut seni ülke dışına mı sürsünler diye birtakım tuzaklar planlıyorlardı…”2 âyetinde de ifade edildiği gibi Mekkeli müşrikler, Nebiler Serveri’nin (aleyhi ekmelüttehâyâ) hakkında türlü türlü komplolar kuruyorlardı. Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) evinin etrafı sarılıp esbap açısından kurtulma imkânı kalmadığında da, Uhud’da mübarek yanağı yarılıp mübarek dişinin kırılması neticesinde başından aşağıya kanlar aktığında da aynı ortak kader yaşanıyordu. Bu hâdiselerin hiçbirinde sebepler açısından bir çıkış bulmak mümkün değildir. Ama Allah (celle celâluhu), Sevgili Resûlü’nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) her seferinde mu’cizevî bir şekilde koruyup kurtarmıştı. Öyle ki evi muhasara edildiğinde, kâfirlerin ve fâcirlerin içinden O’nu çok rahat bir şekilde çıkarmış, sonrasında öyle bir yola sevk etmişti ki dört yüz küsur kilometrelik yolu hiç kimsenin O’nu yakalayamayacağı şekilde kat ettirmişti. Arkasından O’nu yakalamak için takip eden Sürâka İbn Mâlik bile dize gelip geriye dönmüş ve O’nu takip edenleri başka tarafa yönlendirmişti.3
Aslında dikkatli bir nazarla bakıldığında, Allah yolunda mücahede edenlerin hepsinin hayatında ilâhî inayet tablolarını görmek mümkündür. Mesela Târık İbn-i Ziyad, Ukbe İbn-i Nâfi gibi devâsa kâmetler bunlardandır. Bildiğiniz gibi Ukbe İbn-i Nâfi, Kuzey Afrika’yı baştanbaşa fethetmiş, Atlas Okyanusu’na kadar atını sürmüş, sonra da, “Allah’ım! Bu karanlık deniz önüme çıkmasaydı, Senin nâm-ı celîlini denizler ötesi âlemlere götürecektim.”4 demişti. Şimdi bu harika insanların örnek hayatlarına bakıldığında onlara bahşedilen bu lütufların, hakikaten ancak birçok ihtimalin bir araya gelmesiyle gerçekleştiği görülür. Bu misallere, Osmanlı’nın yükselişi, İstanbul’un fethi ve Hazreti Pîr’le başlayıp günümüzde devam eden adanmışlar hizmeti de dâhil edilebilir. Mesela başlangıç itibarıyla, Hazreti Pîr’in şu an ortaya çıkan seviyede bir açılım ortaya koymasına ihtimal verilemezdi. Çünkü o, sürekli gözetim altında tutulmuş, âdeta adım adım yakın takibe alınmış, oradan oraya sürgüne gönderilmişti. Fakat bütün bu olumsuzluklara rağmen Allah’ın izni ve inayetiyle onun tarafından ortaya konulan Kur’ân ve iman nurları her tarafa yayılmıştır. Bir ümit insanı olan Üstad Bediüzzaman, en olumsuz atmosferde bile “Evet, ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbatı içinde, en yüksek ve gür sadâ İslâm’ın sadâsı olacaktır!”5 deyip ümitle gürlemiş; “Yakinim var ki; istikbal semâvât u zemîn-i Asya-bâ / Hem olur teslim, yed-i beyzâ-yı İslâm’a.”6 sözleriyle çevresine hep ümit aşılamıştır. O günkü konjonktürü düşündüğümüzde bütün bunlar, normal şartlar altında olacak işler değildir fakat belki şimdi olanlar da bir yönüyle o gün verilen müjdelerin tezahürüdür.
Milyonda Bir İhtimal
Günümüzdeki eğitim gönüllüleri de “Bir mum, diğer bir mumu tutuşturmakla ışığından hiçbir şey kaybetmez.” diyen Hazreti Mevlânâ’nın mesajını alarak, ellerindeki ışık kaynağıyla bütün dünyayı aydınlatmak için yeryüzünün dört bir yanına açılıyor, Allah’ın izni ve inayetiyle gittikleri yerlerde hüsn-ü kabul görüyorlar. Önceki dönemlerde ortaya konan hizmetler gibi bugünküler de ancak pek çok şartın bir araya gelmesiyle mümkün olabilecek bir hâdisedir. Mesela 1990’lı yıllardaki o ilk açılım için, dönemin süper güçlerinden birini oluşturan birliğin çözülüp dağılması, tam bu çözülmenin yaşandığı dönemde, oralara gönüllü olarak gidebilecek evsafta çiçeği burnunda genç öğretmen ve belletmenlerin bulunması, bu genç eğitimcilerin adlarını yeni duydukları, dünya haritasındaki yerini bile bulmakta zorlanacakları ülkelere -kendilerini bekleyen zor şartlara rağmen- gitme arzularının olması gerekiyordu. Çoğu itibarıyla yeni mezun bu insanların kendi ülkelerinde kalıp hizmet etme gibi bir arzuları olabilirdi. Zira dâussıla çok zordur. Fakat kadınıyla erkeğiyle bu gençler hayatlarının baharında olmalarına rağmen kendilerine engel olabilecek bu duyguları aşarak örf, âdet, gelenek ve dillerini bilmedikleri ülkelere dahi herhangi bir panik yaşamadan ve tereddüt göstermeden gittiler. Yine unutmamak gerekir ki okullarından henüz mezun olan bu adanmışların da onları büyütüp okutan anne-babalarının da bazı beklentileri vardı. Fakat hayatlarını yaşatmaya adamış bu eğitim gönüllüleri, anne-babalarını nasıl yumuşatıp ikna ettiler? O anne-babalar da nasıl razı olup evlâtlarından ayrılabildiler? Bu da ayrı bir meseledir. Aynı zamanda çeşitli ülkelere giden bu fedakâr insanların bir kısmı nişanlı olmasına rağmen nişanlılarını arkada bırakıp gitmek zorunda kaldı. Ne giden, ne de geride kalıp gidenin yolunu gözleyen, bu hasret ve hicranı yapılacak hizmetlere engel görmedi; “Şu an milletimiz ve insanlık adına yapılması gereken bu!” deyip göz yaşartıcı bir fedakârlık sergiledi. İşte bütün bunları bir arada düşününce, sebepler dairesinde bunların hepsinin aynı anda bir araya gelme ihtimali âdeta imkânsız gibidir.
Kaldı ki, insanlık adına ortaya konan bu güzel faaliyetler için gerekli sebepler, bunlarla da sınırlı değildi. Bir de eğitim hizmetlerinin doğruluğuna ve gerekliliğine inanmış fedakâr finansörlere ihtiyaç vardı. Bu finansörleri bulmak, ikna etmek ve onlardan gönüllü olarak bu ihtiyaçları karşılamaları için talepte bulunmak oldukça zordu. Burada bir hatıramı arz ederek yaşanmış bir hâdiseyle konuya açıklık getirmek istiyorum. İzmir’de inşa edilecek olan Yüksek İslâm Enstitüsü için varlıklı iki insanla birlikte fabrikaları gezip sahiplerinden yardım istiyorduk. Onlar, insanlara meselenin ehemmiyetini anlatmak ve daha kolay inandırıp ikna edebilmek için bir vaiz olarak yanlarında beni de götürüyorlardı. Bu maksatla gittiğimiz bir tuğla fabrikasında meselenin önemini anlattıktan sonra fabrikanın sahibi, cebinden -hilâf-ı vâki olmasın- sadece elli lira çıkarıp vermişti. Takdir edersiniz ki bu küçük rakamlarla Yüksek İslâm Enstitüsü’nün kurulması, imkânsız denecek kadar zordu. Bu durum karşısında, ilgili arkadaşlarla aramızda yaptığımız istişare neticesinde çağrılabilecek durumda, imkânı iyi olan insanların bir mekâna davet edilmesi ve böylelikle onların himmetlerine başvurulmasına karar verildi. Hatırlayabildiğim kadarıyla ancak bir masanın dört tarafını dolduracak kadar insan gelmişti. Orada bir konuşma yaptım. Davete icabet edip gelen insanlar, yüz bin lira, elli bin lira, kırk bin lira, otuz bin lira gibi çeşitli miktarlarda yardım taahhüdünde bulundular. Fakat oradakilerden birisi, “Herkes bir meseleye inandığı kadar verir, ben iki bin beş yüz lira veriyorum.” diyerek âdeta ordu bozanlık yaptı. Fakat gün geldi ülkenin değişik yerlerinde onlarca insan, bu tür hayır faaliyetleri için birbirini teşvik etti; öyle ki, himmetlerine müracaat edilecek bir toplantıdan haberdar olmadıklarında, “Ben niye çağırılmadım?” diye sitem ettiler. Hatta aynı maksat için bir araya gelinen başka bir mecliste konuşmayı yaptıktan sonra bir odaya çekildiğimde astsubay emeklisi bir insan elinde anahtarlar olduğu hâlde odaya girdi, duygulu bir şekilde “Az önce herkes himmet etti, benimse verecek bir şeyim yoktu, onun için size evimin anahtarlarını getirdim.” dedi. Tabiî ki benim böyle bir teklifi kabul etmem mümkün değildi, teşekkür edip uygun bir dille geri çevirdim.
İşte 90’lı yıllardaki o ilk yurt dışı açılım günlerine gelindiğinde artık insanımızda bu ruh oluşmuştu. Dolayısıyla mesele sadece öğretmen ve belletmen meselesi değildi. Anne-babanın razı olması, gidilecek yerlerin ve konjonktürün müsait olması, gidecek insanlara civanmert Anadolu insanının finans desteğinin olması gibi pek çok ihtimalin bir araya gelmesiyle dünya çapındaki bu eğitim faaliyetleri tahakkuk edebilirdi ki ihtimal hesaplarına göre bu, milyonda bir ihtimaldi. O hâlde milyonda bir ihtimalle gerçekleşen bir meseleyi, hiç kimse kendi dehasına, fetanetine, kiyasetine, yüksek aklına, mantığına, muhakemesine veya stratejik gücüne bağlayamaz; bağlamaya kalktığında büyük bir zulüm ve saygısızlığa girmiş olur.
“Bu Zaferleri Bize İhsan Eden Allah’tır!”
Esasında, her güzel iş ve muvaffakiyette her şeyin Allah’tan bilinmesi Müslüman inanç ve ahlâkında hassasiyetle üzerinde durulan bir konudur. Mesela Hazreti Ömer (radıyallâhu anh), bu mülâhazayla Yermûk gibi çok ciddî bir savaşta ordu kumandanı Hazreti Halid’i (radıyallâhu anh) vazifeden almıştır.7 Suriye’de Bizans hakimiyetini sona erdiren ve Müslümanların bölgeye hâkim olmasını sağlayan bu savaşta düşman kuvvetler Müslümanların en az 7-8 katı idi. Ama Allah’ın izniyle Müslümanlar savaş sonunda büyük bir zafer elde etmişlerdi. Orduya komutanlık eden Hazreti Halid’in bu savaşta ilk defa uyguladığı harp stratejileri, askerî dehası, aynı zamanda cesaret ve yiğitliği herkes tarafından takdir ediliyordu. Ve işte böyle bir savaş devam ederken Hazreti Ömer, Hazreti Halid’i vazifeden almış ve Koca Halid (radıyallâhu anh) sarığı boynunda halifenin karşısına çıkmıştı. O ki, Sâsâniler’in ve Bizans’ın başına bir balyoz gibi inmişti. Hazreti Ebû Bekir Efendimiz’in (radıyallâhu anh) ifadesiyle, “Halid gibisini analar doğurmamıştır.”8 Bir Batılının dediği gibi “Biz, Anibal gibi komutanları Halid’in kapısında kumandanlık dilenirken görüyoruz.” İşte herkesin takdir ettiği böyle yüce bir kamet olmasına rağmen artık o, Halife-i Rûy-i Zemin’in önünde, sarığı boynunda, kumandanlıktan azledilmiş sıradan bir neferdir. Hazreti Halid, Hazreti Ömer’in yanına geldiğinde -ruhum ikisine de feda olsun- Hazreti Ömer ona, “Halid! Biliyorsun seni çok severim. Fakat halk, elde edilen zaferleri senin şahsından biliyor. Hâlbuki ben biliyorum ki bunları bize ihsan eden Allah’tır. Senin bir mit hâline gelmenden, putlaştırılmandan endişe duyuyorum. Azlediş nedenim bu…” demişti.9 Bu durum karşısında Hazreti Halid (radıyallâhu anh), büyüklüğüne baş döndürücü ayrı bir büyüklük katar, o güne kadar emrinde bir nefer olan Hazreti Ebû Ubeyde İbn Cerrâh’ın (radıyallâhu anh) emri altına girer.. girer ve hayatının sonuna kadar da bir nefer olarak İslâm ordusunun parlak bir kılıcı olarak mücadele eder.
Hâsılı, Allah’ın kudret ve inayeti işin içinde olmayınca, herhangi bir meselenin realize edilmesine imkân ve ihtimal bulunmadığının hiçbir zaman hatırdan çıkarılmaması gerekir. Evet, olan her güzellik ancak Allah’ın izni, inayeti ve riayetiyle olmaktadır. Onun için bugüne kadar gerçekleşen faaliyetleri Cenâb-ı Hakk’ın riayetinin bir tezahürü, inayetinin ve teveccühünün değişik dalga boyunda bir tecellîsi şeklinde değerlendirmek lâzımdır. Aynı zamanda bunlar, bizim hamd ve şükür duygularımızı tetiklemelidir ki bugüne kadar olan nimetler, yapacağımız şükürlerle artarak devam etsin. Yoksa elde edilen başarıları -Allah muhafaza!- kendimizden bilirsek, Allah da bizi kendi dar güç, kuvvet ve irademizle baş başa bırakır; bırakır da bize kadar çok hâlisane ellerde gelen bu mübarek emanete hıyanet etmiş oluruz. Oysaki Kur’ân hakikatlerinin kâinat üzerinde hakkıyla dalgalandırılması ancak her anımızda tevhid hakikatine bağlı kalmamız, O’nun inayeti olmadan bir yaprağın dahi kımıldamasının mümkün olmadığına inanmamız ve bu inanca bağlı kalarak yaşamamızla mümkündür.
Dipnot:
- Hûd sûresi, 11//41
- Enfâl sûresi, 8/30
- Bkz.: Buhârî, menâkıb 25, fezâilü ashâb 2, menâkıbü’l-ensâr 45; Müslim, zühd 75
- İbnü’l-Esîr, el-Kâmîl fi’t-tarih 3/451
- Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat, s.126
- Bediüzzaman, Sözler, s.755 (ed-Dâî); Şuâlar, s.739
- Bkz.: et-Taberî, Târîhu’l-ümem ve’l-mülûk 2/491
- et-Taberî, Tarihü’l-ümem ve’l-mülûk 2/315
- Bkz.: et-Taberî, Târîhu’l-ümem ve’l-mülûk 2/4918