Hz. Ebû Bekir’in Teşebbüsü
Aradan bir müddet daha geçmişti. Efendimiz’in etrafında henüz otuz sekiz mü’min bulunuyordu. Gelen vahyin aydınlığında gönül zenginliği zirve yapan Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh) ruhundaki fırtınaları dindirememiş ve Ebû Zerr gibi o da, Allah’ın adını Kâbe’de haykırmak istemişti. Önce Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), güç dengesinin olmadığını vurgulayıp:
– Biz, adet itibariyle çok azız, dese de Hz. Ebû Bekir’i kıramadı. Ardından da, onu yalnız bırakmamak için beraberce Kâbe’ye geldiler. Herkes bir köşeye çekilmiş, insanları açıktan İslâm’a davet eden Hz. Ebû Bekir’i dinliyordu. Böylelikle o, aynı zamanda ilk hatip olma vasfını da ihraz etmiş oluyordu.
Ancak, kendi iradesinin dışında bir başka gelişmeye asla tahammülü olmayan Kureyş, dört bir yandan üzerlerine çullanıverdi. Oradaki herkesi hedef almışlar ve ellerine ne geçirmişlerse önlerine gelene acımasızca vuruyorlardı. Bu arada, Hz. Ebû Bekir’i de ayakları altına almış çiğniyorlardı. Bilhassa Utbe İbn Rebîa’nın, tükenme bilmeyen bir hıncı vardı ve Hz. Ebû Bekir’i ölümüne dövüyordu. O kadar ki, Hz. Ebû Bekir’in yüzü kanlar içinde kalmış, burnu âdeta yüzüne yapışmıştı. Tâkati tükenen Hz. Ebû Bekir’in bedeni, hareketsiz bir şekilde yerde yatıyordu. Nihayet, ‘öldü’ diye bir kenara bırakıp çekip gittiler.
Derken, konudan haberdar olan akrabaları gelip aldılar ve hareketsiz yatan Ebû Bekir’i ve evine götürdüler. Durumun ciddiyetini görünce de, yeniden Kâbe’ye dönerek, yemin billâh edip, oradakilere şunları söylediler:
– Vallahi şayet Ebû Bekir ölürse, Utbe’yi de biz öldürürüz.
Ardından tekrar Hz. Ebû Bekir’in evine döndüler. Bütün akrabalar toplanmış, yaşadığına dair bir tepki vermesini bekliyorlardı. Cevap versin diye de sürekli konuşturmaya zorluyorlardı.
Akşama doğru bir ara kendine gelir gibi oldu.. Ebû Bekir hareket etmişti. Evet, yaşıyordu!.. Etrafındaki akrabaları, böylelikle rahat bir nefes almışlar, yıllar boyu devam etmesi muhtemel bir kan davasını hafif atlatmışlardı.
Ebû Bekir, niçin yaşadığını çok iyi bilen bir insandı ve ufkunu hep O’nun sevgisi doldurmuştu. Malını da canını da, daha
baştan feda ederken, bugünlere zaten hazırdı. Güçlükle kendini toplamaya çalıştı; zorlasa da kendini, ayağa kalkamıyordu. Bir şeyler demeye çalışıyordu. Titrek dudaklarından dökülen ilk cümle şu oldu:
– Resûlüllah ne durumda?
Etrafındakilerin bu heyecanı anlamalarına imkân yoktu ve ölüme ramak kala geri dönen bir adamın, ayılır ayılmaz ilk tepki olarak başkasını düşünüp O’nun hâlini sorması, onlar için anlaşılır bir durum değildi. Hiç önemsemediler bile ve ardından ona yiyecek ve içecek vermeye çalıştılar.
Onun gıdasının, yeme ve içmeyle alâkalı olmadığını bilemezlerdi. Beraber yola çıktıkları yerde Habîbi’nin başına bir şey gelmişse Ebû Bekir, nasıl yemek düşünebilir; hayır haberlerini almadığı sürece soğuk suyla nasıl serinleyebilirdi!
Yaşadığını görmüşlerdi ya, artık akrabaları da ayrılmış; Ebû Bekir de annesiyle baş başa kalmıştı. Gözlerini yeniden açtığında, annesi başında elinde bir kâse çorbayla bekliyordu. O, yine güçlükle hareket ettirdiği dudaklarıyla aynı cümleleri tekrarladı:
– Resûlüllah nasıl? O ne durumda?
– Vallahi, sahibin hakkında bir bilgim yok, diye cevapladı annesi, şaşkın bakışlarla. Bir anne olarak yüreği yanıyordu; yıllardır özlemini çektiği ve nice yalvarmalardan sonra Rabbinin kendisine ihsan ettiği biricik oğlunun, kolu kanadı kırılmış; kanlar içinde yatıyordu.
Çaresizdi… Ayağa kalkmak için kendini zorladıysa da buna imkân yoktu. Kendi başına çözemeyeceği bir problemle karşı karşıyaydı ve yalvardı âdeta annesine:
– Ne olur, Hattab’ın kızı Ümmü Cemil’e[1] bir gitsen de O’nun durumunu soruversen!
Anne yüreği, daha bir şefkatle atıyordu. Oğlunun bu isteğini yerine getirmek için Ümmü Cemil’in yanına gitti, çaresiz. Önce:
– Ebû Bekir, senden Abdullah’ın oğlu Muhammed’in durumunu soruyor, dedi.
Ancak o gün, iman ettiğini açıklamak bir insan için, belâ ve musibetlere kapılarını açmak anlamına geliyordu. Evet, Ümmü Cemil de iman etmişti; ama Kureyş’in şerrinden bir nebze emin olabilmek için imanını açıklamıyordu. Önce, ne Ebû Bekir’i ne de Abdullah’ın oğlu Muhammed’i tanıdığını söyledi. Ancak Ümmü’l-Hayr buraya kadar gelmişse mutlaka önemli bir durum söz konusuydu.
– Bu işte bir gariplik var, deyip birlikte eve geldiler. Hz. Ebû Bekir, evde baygın ve hareketsiz yatıyordu. Yanına yaklaşıp hâlini görünce kendini tutamadı Ümmü Cemil. Ümmü’l-Hayr’a hissettirmemeye çalıştığı durumu da göz ardı ederek:
– Sana bunu reva görenler, şüphesiz ki ehl-i fısktır. Umuyorum ki Allah, çok geçmeden senin intikamını alır, deyiverdi farkına varmadan. Ebû Bekir’in tepkisi yine farklı değildi:
– Resûlüllah ne yaptı? O nerede?
Ümmü Cemil kendini toparlamış ve yeniden temkinli haline avdet etmişti:
– Annen burada, konuştuklarını duyuyor, dedi sessizce. Ebû Bekir, annesini tanıyordu ve:
– Ondan sana bir zarar gelmez. Ondan sır çıkmaz, diye teminat verince, Ebû Bekir’i rahatlatacak müjdeyi verdi:
– Sağ ve salim.
Ancak o, bununla yetinecek gibi görünmüyordu. Zaten sadakat de bunu gerektiriyordu. Tekrar sordu:
– Nerede O?
– Erkam’ın evinde, diye cevapladı Ümmü Cemil.
Dünya gözüyle görmeden acıları dinecek gibi değildi ve son bir gayretle kendini toparlayıp:
– Allah’a andım olsun ki, Resûlüllah’ın yanına gidip O’nu görünceye kadar ne bir şey içer ne de bir lokma yerim, dedi etrafındakilere.
Ortalığın sakinleşmesini beklemekten başka çare yoktu. Akşam olup ortalık sükûna erince, yatalak Ebû Bekir’in iki koluna girerek İbn Erkam’ın evine getirdiler.
Kapıdan girip Habîb-i Ekrem’inin nur cemâlini görür görmez üzerine kapandı Sıddîk-i Ekber ve yüzünü gözünü öpmeye başladı Habîb-i Zîşân’ın. Dünyalılar açısından çok acınacak durumda olsa da onun için dünyalar kendisine bahşedilmiş gibiydi. Tarifi imkânsız bir haz yaşıyordu. Aynı zamanda bu, Allah’ın en sevgili kulunu, anne-babadan, yâr ve yârandan öte sevmenin; imanın kemal noktasına ulaşmanın bir neticesiydi. Zaten Resûlullah da öyle buyurmamış mıydı?[2]
Bu arada huzurdaki diğer sahabeler de, bedeninin her bir yerine darbe alan Hz. Ebû Bekir’in hâline bakıp bakıp ağlaşıyorlardı. Gelişmeler karşısında Allah Resûlü de çok duygulanmıştı. O’nun bu halini de fark etmişti İbn Ebî Kuhâfe. Zaten, çok hassas bir yapısı vardı ve Habîbi’nin, kendi durumunu görüp üzülmesine de gönlü razı değildi… Olamazdı!.. Bir ara kendini toparlayıp hıçkırıklarına hâkim olan Ebû Bekir’in (radıyallahu anh) dudaklarından şunlar döküldü:
– Anam-babam sana feda olsun yâ Resûlallah! Bende önemli bir şey yok. Sadece o fasıkın yüzüme basıp ezmesi biraz acı veriyor.
Bu ne sevgi ki, sevdiğinin kendi yaşadıklarına üzülmesine de ayrıca üzülüyor ve O’nu üzmemek için iyi olduğunu söylemeye çalışıyordu.
Resûlüllah’a bu derece yakınlaşmıştı ya, bunu da imanı adına değerlendirmeli; fırsatı kaçırmamalıydı. Üzerinde titreyen annesini göstererek, içten yalvaran bir sesle, şu talepte bulundu:
– İşte bu annemdir yâ Resûlallah! Bana karşı sevgisi çok derin, anne-babasına karşı da çok iyidir. Sen mübareksin. Onu, bir de Sen Allah’a davet etsen. Onun için Allah’a dua etsen de Allah, Senin vesilenle onu cehennemden korusa!
Bu, ne samimiyet… Ve yine bu, ne fedâkarlıktı. Ve böylesine samimi talebe Allah Resûlü de hayır demeyecekti. Ellerini açtı ve Ebû Bekir’in (radıyallahu anh) annesine iman nasip etmesi için yalvardı Rabb-i Rahîm’ine.
Demek ki vakit gelmişti ve bu ne lütuftu ki, Hz. Ebû Bekir’in annesi Ümmü’l-Hayr daha oracıkta Müslüman oluvermişti.[3]
Ölümle burun buruna geldiği anlarda bile başkalarının dünya-âhiret saâdetini düşünen Hz. Ebû Bekir’in sevincine diyecek yoktu. Annesinin Müslüman oluşu, bütün ıstıraplarını unutturmuştu. Resûlullah’la birlikte İbn Erkam’ın evinde bir ay kadar kaldılar.
Bu üzücü hadise, mü’minleri sevindirecek bir başka semereye gebeydi ve o gün, Efendimiz’in amcası ve süt kardeşi Hz. Hamza gelip Müslüman olacaktı.[4]
Dipnotlar:
[1] Ümmü Cemil, Hz. Ömer’in kendisinden önce Müslüman olan ve Saîd İbn Zeyd ile evli bulunan kızı Fâtıma Binti Hattâb idi. Bkz. İbnü’l-Esîr, Üsüdü’l-Ğâbe, 7/215, 297
[2] Müslim, Sahîh, 1/67 (44)
[3] İbn Hacer, İsâbe, 8/200 (12006); Halebî, Sîre, 1/456
[4] Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, 9/267