Hudeybiye Anlaşması’nın yazıya geçirilmesi ve Ebû Cendel

632

– Yaz, dedi. ‘Bismillahirrahmânirrahîm!’

– Rahmân ve Rahîm de ne demek, diye tepki gösterdi Süheyl. Duraksamıştı; bunu söylerken içinde ince bir sızı duysa da, burada Kureyş’i temsilen bulunuyordu ve üzerindeki bu elbise onu, olduğundan da katı gösteriyordu. Aslında Rahmân’ı da Rahîm’i de bilmeyen insan değildi Süheyl İbn Amr. Daha ilk günlerden itibaren üç kardeşiyle damadı ve kızından sonra iki oğlu da Müslüman olmuş ve Efendiler Efendisi’ni tercih etmişlerdi. Kendisine rağmen İslâm’ı tercih eden küçük oğlu Ebû Cendel’e de yapmadığını bırakmamış, onu dininden döndürmek için akla hayale gelmedik işkenceler yaparak hapsettiği yerde aç ve susuz bırakarak buraya gelmişti. Onun için ısrar etti:

– Onların ne demek olduğun ben bilmiyorum; vallahi de Sen, daha önceleri yaptığın gibi, ‘Bismikallahümme!’ diye yaz!

Onun bu gereksiz ısrarına şahit olan mü’minler:

– Vallahi de biz, ‘Bismillahirrahmânirrahîm’den başka bir şey yazmayız, diyorlardı. Yine iki ateş arasında kalınmıştı. Yine sadece yaşanılan ân düşünülüyor ve yarın adına elde edilecekler hesaplanmadan fevrî hareket ediliyordu. Meselenin detaylarına ve şekline takılarak yarım kalmasını arzu etmeyen Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), büyük bir temkin ve sabırla damadı Hz. Ali’ye döndü ve ‘Bismillahirrahmânirrahîm’i silmesini söyleyip:

– Bismikallahümme, diye yaz, buyurdu.

Bir badire daha atlatılmış ve Allah Resûlü’nün bu kadar kararlı duruşu karşısında sahabe de sükûtu tercih etmişti. Resûl-ü Kibriyâ Hazretleri:

– Bu, Allah’ın Resûlü Muhammed ile Amr’ın oğlu Süheyl’in arasında yapılan anlaşmadır, diyecekti ki, Süheyl’den yeni bir itiraz daha yükseldi:

– Vallahi, diyordu. “Senin Allah’ın Resûlü olduğunu bilip buna inanmış olsaydık, Beytullah’ı tavaf etmekten Seni alıkoymaz ve Seninle bu kadar savaşmazdık! Anlaşmaya bildiğimiz şeyleri; Abdul­lah’ın oğlu Muhammed, diye yaz!”

Ancak bu kadar tahammülsüzlük olabilirdi! O gün için küfrü temsil eden Süheyl’in inadı tutmuş, davası adına en ince detayları bile kaçırmıyor, atılan her adımı kendi lehine çevirmeyi hedefliyordu. Süheyl sildirmek istese de O (sallallahu aleyhi ve sellem), Allah’ın Resûlü’ydü ve Efendiler Efendisi, yeniden Hz. Ali’ye dönerek:

– Sil onu, dedi.

Demişti demesine ama bir anda ortalık buz kesiverdi. Çünkü orada bulunan Sa’d İbn Ubâde ve Üseyd İbn Hudayr gibi sahabîler, Hz. Ali’nin elinden tutmuş ve:

– Ya, ‘Allah’ın Resûlü’ diye yazarsın, ya da onlarla aramızdaki meseleyi ancak kılıç çözer, diyor ve başkasını yazmaması gerektiğini söylüyorlardı. Zaten Hz. Ali de farklı düşünmüyordu; az önce, ‘Bismillahirrahmânirrahîm’i silip de ‘Bismikallahümme’ diye yazan Hz. Ali, Resûlullah’ın adını silmek istemiyor ve ‘Allah’ın Resûlü’ ifadesinin bir mühür gibi anlaşmada kalmasını arzuluyor, Resûlullah’ın bu emrini yerine getirmeyi o da istemiyordu.

Bu arada, huzur-i risaletteki sesler gittikçe yükselmiş ve ortalığı bir uğultu almıştı. Allah Resûlü, mübarek elleriyle işaret ederek önce ashâbının sükûnet içinde olmalarını talep etti. Ardından da, kendine yakışır bir nezaketle damadına döndü; belli ki ona da bir çift sözü olacaktı:

– Yarın senin başına da benzeri bir olay gelecek ve o gün sen de taviz vermek zorunda kalacaksın!

Gaybdan yine bir perde aralanmış ve belli ki bununla, Hz. Osman’ın şehadetiyle başlayıp kendi şehadetiyle noktalanacak olan zaman diliminde; özellikle de ‘Tahkîm’ hadisesinde Hz. Ali’nin, yapmak zorunda kalacağı zorunlu tercihleri hatırlatmıştı.

Sonra da:

– Bana onu göster, buyurdu ve bunun üzerine gösterilen yerdeki ‘Allah’ın Resûlü’ ibaresini mübarek elleriyle silerek yerine, ‘Abdullah’ın oğlu Muhammed’ yazılmasını istedi.

Bu talep de gerçekleştirilmiş ve bir badire daha atlatılmıştı. Sıra, Velisinin izni olmadan Mekke’den çıkıp Medine’ye sığınan birinin, Müslüman bile olsa, Mekke’ye geri iade edilmesi maddesine gelince ashâb arasından yine sesler yükselmeye başlamıştı:

– Sübhanallah, diyorlardı. “Bu da yazılır mı? Müslüman olarak geldiği hâlde böyle bir insan, hiç müşriklere teslim edilir mi?”

– Evet, buyurdu Allah Resûlü. Demek ki Resûlullah’ın bir bildiği vardı; Kur’ân’ın ifadesiyle, konuştukları vahiyden başka bir şey olmayan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), yine gaybın perdelerini aralamış ve ümmetiyle öyle konuşuyordu. Şöyle devam etti sözlerine:

– Bizden gidip de onlara sığınan kimseyi Allah (celle celâluhû) rahmetinden de uzaklaştırır; ancak onlardan bize gelip de sığınanlara gelince Allah (celle celâluhû), onlar için de mutlaka bir çıkış yolu ve esenlik bahşedecektir.

Bir taraftan anlaşma maddeleri yazıya geçirilmeye çalışılırken diğer yandan otuz kişilik bir grubun1 saldırısıyla sarsılmışlardı. İki taraf da şaşırmıştı; zira bunlar hiç hesapta yoktu ve kimse de bunlara böyle bir vazife vermemişti. Onların uzaktan gelişlerini görünce Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), ellerini açtı ve hayır adına yürünen yolda onu baltalamaya matuf böyle bir yola tevessül edenler aleyhine dua etti. İsteyen Allah’ın Resûlü olunca elbette Allah (celle celâluhû) da müspet cevap verecekti; o kadar ki, sanki adamların gözleri görmez ve kulakları da duymaz oluvermişti. Artık ashâb-ı kirâm için onları etkisiz hâle getirip de yakalamak çok kolaydı; gittiler ve hepsini de esir alarak huzura getirdiler. Efendimiz onlara sordu:

– Sizler, birinin taahhüdü altında mı geldiniz, hiç kimse size bir güvence verdi mi?

– Hayır, diye cevapladılar. Belli ki hadise münferitti ve bunun üzerine Allah Resûlü de, büyük bir centilmenlik örneği göstererek onları oracıkta serbest bırakıverdi. Hakîmâne bir hareketti bu hareket ve semalar ötesinden de onay almıştı; zira yine Cibril-i Emîn gelmiş:

– Onların ellerini, sizin üzerinizden çekip alan da O’dur2 meâlindeki âyeti getiriyordu.

Ebû Cendel

Beri tarafta ise Süheyl, Abdullah’tan sonra diğer oğlunun da gelişini görünce küplere binmiş burnundan soluyordu. Öfkeden damarları çatlayacak gibiydi ve yakasından tuttuğu gibi oğlu Ebû Cendel’i silkelemeye başladı; bir taraftan da elindeki dikenli sopayla ona vuruyordu. Bir müddet oğlunu hırpalayan Süheyl, yeniden Resûl-ü Kibriyâ’ya döndü:

– Yâ Muhammed, diyordu. “Anlaşma gereğince Senden iadesini istediğim ilk kişi budur!”

Hudeybiye’nin havası, bir kez daha buz kesivermişti.

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), bir kişi bile olsa onu, küfrün dünyasına yeniden gidip işkence altında çileyle inlemekten kurtarmak için şartları sonuna kadar zorlamaya çalışıyordu. Ancak Süheyl, işi zorlaştırmakta kararlıydı:

– Öyleyse, vallahi de aramızdaki anlaşma ebedî olarak biter ve ben, artık Seninle hiçbir anlaşma yapmam, diyordu. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), mağdur durumdaki bir insanı daha kurtarabilmek için bir hamle daha yaptı ve Süheyl’e:

– Onu Bana bağışla ve anlaşmanın dışında tut, teklifinde bulundu. Süheyl bunu da kabul etmiyor ve:

– Onu ne Sana bağışlar ne de anlaşmanın dışında tutarım, diye ısrar ediyordu. Bir Ebû Cendel’e bir de baba Süheyl’e nazar eden Allah Resûlü:

– Evet, bunu yapabilirsin ve yap, diye şahsî kredisini kullanma arzusunu bir kez daha tekrarlayacaktı.

– Bunu asla yapamam, diyordu Süheyl.

Onun bu kadar katı tutumuna ve Resûlullah’ın da aşırı ısrarına şahit olan Kureyş’in diğer elçileri Huveytıb ve Mikrez, insafa gelecek ve Ebû Cendel’in anlaşma dışında değerlendirilmesi konusunda ısrarcı olacak, ancak bu da Süheyl’i iknaya yetmeyecekti.

O âna kadarki gelişmeleri ümit ve endişe arasında titizlikle takip eden Ebû Cendel, iki koluna giren Huveytıb ile Mikrez tarafından alınıp da bir çadıra doğru götürülmek istenince feryadı basacak ve:

– Ey Müslümanlar, diye Hudeybiye’yi inletecekti. “Aranıza Müslüman olarak gelmişken sizler beni müşriklere mi teslim ediyorsunuz; nelerle karşılaştığımı görmüyor musunuz?”

Gerçekten de yürek yakan bir manzaraydı; Ebû Cendel, hakkında takdir edilenleri bilememiş olmanın çaresizliği içinde feryat ediyor, Cenâb-ı Mevlâ’nın ikram edeceği berd ü selâmı göremeden göz göre göre yeniden ateşe atıldığını düşünüyordu! Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), sesini yükselterek arkasından:

– Ey Ebâ Cendel, diye seslendi. “Sabret ve mükâfatını da yalnız Allah’tan bekle! Çünkü Allah (celle celâluhû), hem senin hem de seninle birlikte aynı kaderi yaşayan diğer mağdur mü’minler için mutlaka bir çıkış yolu ve genişlik ihsan edecektir. Ne var ki biz, şu anda bu kavimle, maddelerine bağlı kalma sözü vererek bir anlaşma yapmış, onlara bu konuda bazı sözler de vermiş olduk; sözümüzden dönüp cayamayız!”

Resûlullah’ın mutlaka bir bildiği vardı ve şüphe yok ki Allah (celle celâluhû), Ebû Cendel ve arkadaşları için de bir çıkış yolu ihsan edecekti. Allah Resûlü’ne itimadı sonsuzdu; ancak bildiği bir şey vardı ki babası Süheyl, geri döner dönmez kaldığı yerden yeniden başlayacak ve akla hayale gelmedik yöntemlerle canına okuyacaktı!

Arkasından koşarak yanına yaklaşan Hz. Ömer, kılıcının kabzasını da gösterecek ve:

– Yâ Ebâ Cendel, diyecekti. Maksadı, gösterdiği kabzadan tutup babasının işini orada bitirerek Ebû Cendel’i bu sıkıntıdan kurtarmaktı. Şöyle devam ediyordu:

– Dişini sık ve mükafatını Allah’tan bekleyerek sabret! Şüphe yok ki onlar müşrikler ve Allah katında onların kanı da, köpeğin kanından daha kıymetli değildir!

Ancak Ebû Cendel’in, o gün Hz. Ömer’i dinleyecek hâli yoktu ve Kureyş’in elçilerinin kollarında yeniden geldiği yere geri dönecekti. Artık anlaşma da her yönüyle tamamlanmış ve ashâbdan Muhammed İbn Mesleme, Efendimiz’in talimatıyla ondan bir nüsha daha çoğaltarak onu, Mekke’nin temsilcisi Süheyl İbn Amr’a vermişti.


Yazar: Dr. Reşit Haylamaz/EFENDİMİZ isimli kitabından alınmıştır. 

Dipnot:

  1. Başka bir rivâyette bu sayı seksen olarak ifade edilmektedir. Bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/122 (12249); Nesâî, Sünenü’l-Kübrâ, 5/202 (8667); İbn Kesir, Tefsir, 4/193
  2. Fetih, 48/24
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.