Hicret İzni ve Kureyş’in Telaşı

979

Bu arada Cibril-i Emîn gelmiş ve hicret iznini getirmişti. Zaten, hicret etmenin gerekliliğine inanan bu topluluk, daha önce de konuyla ilgili bir vahiyle muhatap olmuştu. Ahirette karşılaşacakları acı durum karşısında mazeret arayışına girecek olan bazı insanların, daha dünya hayatında iken, üzerlerindeki baskıya rağmen hicret gibi bir alternatifi değerlendirmediklerinden dolayı azaba dûçar kalacaklarını ifade eden beyanı, Kur’ân ayeti olarak namaz dahil her zaman okuyorlardı.[1]

Bir de Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), gördüğü bir rüyadan bahsetmiş ve şunları söylemişti:

– Şüphesiz ki kendimi Ben, Mekke’den çıkıp da hurma ağaçlarıyla kaplı bir şehre hicret ediyorken gördüm; önceleri bu şehrin Yemâme veya Hecer olduğunu zannettim, ama anladım ki o şehir Yesrib’dir.[2]

Demek ki, Mekke’deki zulüm ve şiddet artık son bulacak ve hayatın bundan sonrası daha salim bir beldede devam edecekti. Onun için sahabe, nebevî müjdenin sevinciyle huzur bulmuş, hareket emrini beklemeye başlamıştı. Bunun için zaman zaman huzura geliyor ve yolculuğun ne zaman gerçekleşeceğini soruyorlardı. Halbuki her şey, bir plan dahilinde yürüyordu ve ilahî izin olmadan adım atmak olmazdı. Zaten, Cibril’in getirdiği ayet de aynı şeyleri söylüyor ve bunu ashabıyla da paylaşmasını istiyordu:

– Dünya hayatında, hem kendi adıma hem de sizin için başımıza nelerin geleceğini bilemem. Ben, sadece Bana vahyedileni bilir ve ona uyarım. Zira Ben, açıkça uyaran bir elçiden başkası değilim![3]

Demek ki, rüyası görülse bile oraya hareket edebilmek için ayrıca bir izin gerekiyordu ve bu izin olmadan adım atılmamalı ve kendi başına hareket edilip de yalnız başına karar verilmemeliydi.[4]

Ancak, büyük oranda adres belli olup da netleştiği için, hazırlıklar da yapılmaya başlanmıştı. Ne de olsa gidilecek yer artık kesinlik kazanmıştı.

Derken, bu izin de geldi. Şimdi ise Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ashabına hep Medine’yi anlatacak ve Mekke’de Müslüman olan herkesin, bundan böyle Medine’yi hedefleyerek bir an önce buraya hicret etmeleri gerektiğini söyleyecekti. Bunun için, sahabe-i kiram hazretlerine şöyle hitap ediyordu:

– Şüphesiz ki Allah, sizin için başka arkadaşlar nasip etti ve başka bir beldeye hicret izni verdi; oraya gidip artık emniyet soluklayacaksınız![5]

Artık sahabe, peyderpey yola koyulacak ve Efendimiz’in tarif ettiği şekilde kimseyi ürkütmeden Medine’ye doğru hicrete başlayacaktı. Çünkü beri tarafta, kendilerini karşılamak için can atan, yürekten bir Ensâr ve kapılarını sonuna kadar açan kutlu bir Medine vardı. Diğer tarafta ise Kureyş, ortalıkta bir şeylerin döndüğünü hissetmiş, ama bir türlü meseleye muttali olamamıştı. Zaten, önceki yıllardan tecrübeli idiler; Muhammedü’l-Emîn, dışarıdan gelenlerin yanına gidiyor ve sürekli onları kendi davasına davet ediyordu. Acaba bu yıl neler yapmış ve kimlerle görüşmüştü? Hem, Medine’den gelen bu kadar kalabalık pek hayra alâmet gibi gözükmüyordu!

Önlerine gelen herkese soruyor, ama bir türlü cevap alamıyorlardı. Nihayet, aralarından birkaç kişiyi Medine’ye göndermeye karar verdiler. Bu arada bir ekip daha oluşturmuş, Medine’ye giden yolları kontrol ettiriyorlardı. Nihayet, Medine’ye kadar gelen heyetin başındaki Mekkeli, onlara şöyle seslenecekti:

– Ey Hazreç cemaati! Hiç şüphe yok ki sizlerin, şu bizim adamımızın yanına geldiğinizin, O’nu aramızdan alıp kendi beldenize getirmek isteyişinizin ve bizimle harbetmek bile olsa bu konuda O’na söz verip beyat ettiğinizin haberini aldık! Unutmayın ki, şayet bunu yaparsanız Araplar arasında bizden daha şiddetli ve çetin bir başkasını karşınızda bulmayacak ve en can alıcı düşmanımız olacaksınız!

Onların bu tehditlerine muhatap olan Medineliler, olup bitenleri anlamaya çalışıyor ve:

– Nedir mesele? Bizim hiçbir şeyden haberimiz yok! Ve biz, kimseyle de anlaşmadık, diyorlardı. Nihayet, Medine’de riyaset tacını başına takmaya hazırlanan Abdullah İbn Übeyy İbn Selûl’ün yanına geldiler. Aynı şaşkınlık, onda da vardı:

– Bu, asılsız bir haber! Şayet böyle bir şey olmuş olsaydı, benim mutlaka haberim olurdu! Ben, Yesrib’de[6] olduğum sürece böyle bir şey olursa, önce karşısında beni bulur, diyordu.
Aralarında geçen konuşmalara şahit olan mü’minler ise, sükût ediyor ve birbirlerine bakışarak meselenin hangi boyuta varabileceğini tahmine çalışıyorlardı.

Diğer yandan, Medinelilerin peşine takılan atlılar, onlardan geriye kalan Sa’d İbn Ubâde ve Münzir İbn Amr’a yetişmiş ve muhasara altına alarak onları tutuklamışlardı. Ancak Hz. Münzir, onların bir anlık gafletlerinden istifade ederek aralarından sıvışıp kaçacaktı. Bu sefer de, diğer arkadaşı gibi kaçmaması için Hz. Sa’d’ı tutup bağlayacaklar ve sürükleye sürükleye Mekke’ye getireceklerdi. Halbuki Hz. Sa’d, Hazreç’in efendisiydi; şimdi ise, el ve kolları bağlanmış, bir başka bağla da boynundan asılmış olarak sürükleniyordu. Bir taraftan da hakaret edip vuruyor ve saçından tutup çekiyorlardı.

Çok geçmeden, hadiseye muttali olan Mut’im İbn Adiyy ve Hâris İbn Harb, Hz. Sa’d’ın bulunduğu yere gelecek ve onu bu durumdan kurtaracaklardı. Zira Hz. Sa’d, daha önceleri Mut’im ve Hâris’e yardım etmiş ve kervanlarıyla birlikte Medine’den geçerken kendilerine eman vererek emniyet içinde gitmek istedikleri yere ulaşmalarına yardımcı olmuştu. Yıllar öncesinde yapılan bir iyilik, bugün kendini gösteriyor ve en çok ihtiyaç duyduğu bir anda Allah, iki müşrikin eliyle kendisini müşriklerin şerrinden korumuş oluyordu.[7]


Dipnotlar:
[1] Bkz. Nisa, 4/97
[2] Buhâri, Sahîh, 3/1326 (3425) ; Müslim, Sahîh, 4/1779 (2272)
[3] Bkz. Ahkâf, 46/9
[4] Bkz. Vâhidî, Esbâbü Nüzûli’l-Kur’ân, s. 395
[5] İbn Hişâm, Sîre, 2/314
[6] Medine’nin bir diğer ismi.
[7] Bkz. İbn Hişâm, Sîre, 2/298-299; İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, 3/40, 52; Mübârekfûrî, er-Rahîku’l-Mahtûm, s. 142 vd.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.