Hayberlilerle anlaşma, esirler ve Habeş muhacirleri…
Hayber’den gitmeyi gönüllü olarak isteyip teklif eden Yahudiler, Efendimiz’in yanına gelmiş:
– Yâ Muhammed! diyorlardı. “Bizi burada bırak; tarım işlerinde çalışalım ve bunun karşılığında elde ettiğimiz gelirin yarısını Sana verelim!”
Sanki her defasında karşı çıkıp da bedenini ortadan kaldırmak isteyenler onlar değildi! Mekkelilerle dirsek temasına giren ve etraftaki kabileleri de ayartarak Medine üzerine yürüme planları yapan bu insanlar, üstesinden gelemedikleri gücün karşısında bal mumu gibi erimiş ve şimdi hiçbir şey olmamış gibi Allah Resûlü’nden merhamet dileniyorlardı!
Meselenin iki boyutu vardı; öncelikle bunu onların talep etmesi önemliydi ve zemin, ortaya konulacak şartları kabul adına her şeye hazır olduklarını gösteriyordu. Nihaî hüküm zaten Efendimiz’e aitti; şimdi buna izin vermiş olsa bile dilediği zaman ve arzu ettiği anda bu anlaşmayı ihlâl etme hakkına sahipti. Ayrıca Hayber, Medine’ye uzak bir yerdi ve buraların bakımı, taşıma suyla dönecek kadar kolay değildi! Hem Hayberliler, arazilerini daha iyi biliyorlardı ve nereye hangi ürün ekildiğinde nasıl bir mahsul elde edeceklerinin de şuurundaydılar.
Meselenin önemli bir yanı da, bu vesileyle Hayberlilerin sürekli kontrol altında tutulacak olmasıydı. Ekim biçim ve hasat işlemleri vesilesiyle ashâbla görüşüp konuşma imkânı bulacak ve belki de bu vesileyle İslâm’ın güzellikleriyle de tanışma fırsatını elde edeceklerdi. Öyleyse tekliflerine müspet bakmanın kaybettireceği bir şey yoktu ve Efendiler Efendisi onlara, şimdi bir kucak daha açıyordu:
– Allah (celle celâluhû) müsaade ettiği sürece sizi Hayber topraklarında bırakıyoruz, diyerek tekliflerini kabul etti ve fethettiği araziyi yine onlara, eski sahiplerine teslim etti. Bunun karşılığında onlar, elde ettikleri mahsülün yarısını her yıl Allah Resûlü’ne teslim edeceklerdi.
Bu görevi ifa için Abdullah İbn Revâha seçilmişti; her yıl geliyor; Hayberlilerin ürünlerini sayıp ikiye ayırıyor ve yarısını alıp Medine’ye dönüyordu.1
Esirler
Hayber’de esir alınanlar arasında, amcasının kızıyla birlikte Hz. Hârûn’un2 soyundan gelen Huyeyy İbn Ahtab’ın kızı Safiyye3 Validemiz de vardı. Kinâne İbn Ebi’l-Hukayk ile Hayber öncesinde evlenmiş ve onun öldürülmesiyle de dul kalmış bulunuyordu.
Efendimiz’in elçi olarak etrafa gönderdiği ve çoğu zaman da Cibril-i Emîn’in onun suretinde geldiği Dıhyetü’l-Kelbî Allah Resûlü’nün yanına gelerek kendisine esirler arasından birisinin verilmesi talebinde bulundu. Kendisine müsaade edilince de gidip Safiyye Validemizi aldı. Bunu gören ashâbdan biri, hemen Allah Resûlü’nün yanına gelerek:
– Yâ Resûlallah! Benî Kurayza ve Benî Nadîrlerin hanımefendisi ve onların reisi Huyeyy İbn Ahtab’ın kızını Dıhye’ye vermen vallahi de uygun olmaz; onu ancak Sen almalısın, dedi.
Allah Resûlü’nün sahabîsi doğru söylüyordu; böyle bir tercih aynı zamanda Hayber’i içeriden fethetmek demekti ve bunun üzerine Efendiler Efendisi, Hz. Dıhye’yi yanına çağırarak Hz. Safiyye’nin yerine bir başkasını almasını istedi. Daha sonra da Hz. Bilâl’e seslenerek onları huzuruna getirmelerini emir buyurdu.
Beri tarafta ise Safiyye Validemiz, gelişmeleri dikkatle takip ediyordu; içinden bir his, sanki zifaf gecesi gördüğü rüyanın tahakkuk edeceğini söylüyordu. Zira Kinâne İbn Ebi’l-Hukayk ile evlendiği gece rüyasında, Medine tarafından bir ayın gelip kucağına düştüğünü görmüştü. Hatta sabah olup da bunu Kinâne’ye anlatınca o, bu işe fena şekilde öfkelenmiş ve:
– Yoksa senin niyetin, Hicaz hükümdarı Muhammed’e varmak mı, diyerek tepki göstermiş; sadece tepki göstermekle de kalmamış ve okkalı bir sille indirerek yüzünü gözünü morartmıştı.4
İşte tam bu hislerle dolu olduğu sırada yanlarına Hz. Bilâl gelmiş kendilerini Resûlullah’a götüreceğini söylüyordu. Peygamberler torunu olan Safiyye Validemiz, babasından duyup durduğu âhir zaman peygamberinin has harimine girmek üzereydi!
Bu sırada ashâb, Allah Resûlü’nün bir inceliğine daha şahit olacaktı; zira huzura getirirken Hz. Bilâl onları iki Hayberlinin cesetlerinin yanından geçirmiş ve ölüleri görür görmez de Safiyye validemizin amca kızı, çığlığı basıp bağırmaya, üstüne başına toprak saçmaya başlamıştı. Bunları Allah Resûlü de duyuyordu; insanlara gereksiz yere acı çektirmenin doğru olmadığını söyleyecekti ve gelir gelmez Hz. Bilâl’e dönerek:
– Ey Bilâl! Sende hiç merhamet duygusu yok mu ki, bu kadıncağızları ölülerinin yanından geçiriyorsun, diyecekti.
Huzuruna gelince Safiyye Validemizi karşısına alan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ona İslâm’ı anlattı ve kabullenip kabullenmemede muhayyer bıraktı; şâyet kabullenirse, kendisiyle izdivaç yapacağını; kabullenmediği takdirde ise, hürriyete kavuşturup kavminin arasına göndereceğini söylüyordu. Safiyye Validemiz:
– Yâ Resûlallah, diye başladı sözlerine. Zaten bu, bir kabulün neticesiydi ve şöyle devam etti:
– Şu konak yerine gelip de Sen beni İslâm’a davet etmeden önce zaten ben, Müslüman olmayı arzulamış ve Seni de tasdik etmek istemiştim. Artık benim, ne Yahudilikte bir emelim, ne de orada bir yakınım var! Yani şimdi Sen, küfürle İslâm’dan birini seçme konusunda beni serbest bırakıyorsun ve ben de, Allah ve Resûlü’nü seçiyorum. Allah ve Resûlü bana, hürriyete kavuşmamdan da kavmimin arasına geri dönmemden de daha hayırlıdır!
Bunun üzerine Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Safiyye Validemizi hürriyete kavuşturup zevceliğe kabul etti. Onun için artık, gördüğü rüyanın gerçekleşmiş olmasından duyduğu huzur, o güne kadar yaşadığı bütün sıkıntılarını unutturacak güzellikteydi! Onu, Enes İbn Mâlik’in annesi Ümmü Süleym validemiz hazırlıyordu; akşam olup da çadırına girdiklerinde dışarıda birinin ayak sesleri duyulmuştu. Hayber’de kocası ve babasıyla kavminden birçok insanın öldürüldüğü bir kadının, Efendimiz’le baş başa kaldığında O’na bir kötülük yapacağından endişe duyan Ebû Eyyûb el-Ensârî, kılıcını kuşanmış ve her ihtimale karşı Allah Resûlü’nün çadırı başında nöbet tutmak istemişti. Dışarı çıkıp da onu kılıcını kuşanmış vaziyette görünce Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ona:
– Bu ne iş, yâ Ebâ Eyyûb, diye seslendi.
– Yâ Resûlallah! Bu kadının Sana bir şey yapacağından endişe duydum; çünkü o, babası, kocası ve kavmi Hayber’de öldürülen bir kadındır; hem daha küfürden yeni çıkmıştır! Onun Sana bir şey yapacağından endişe duydum, dedi.
Takdir edilmesi gereken bir duyarlılıktı ve Allah Resûlü de, ellerini açıp Hz. Hâlid’e şöyle dua edecekti:
– Allah’ım! Gecenin bir vaktinde gelip de Ebû Eyyûb Beni nasıl korumak istemişse Sen de onu muhafaza eyle!
Efendimizi Zehirleme Teşebbüsleri
Fetih sonrası, Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) henüz Hayber’den ayrılmamıştı; muhtemel problemlerin önünü almak ve yeni duruma göre gereken adımları atıp başka bir problemle karşılaşmamak için bir müddet daha burada kalmayı tercih etmişti. Bu süre, Hayberlilerin de iştahını kabartmış, kolay yoldan Efendimiz’in vücudunu ortadan kaldırmanın planını yapmışlardı; er meydanında üstesinden gelemedikleri düşmanlarını (!), şeytanca bir planla ve masumca bir yaklaşımla arkadan hançerlemek istiyorlardı! Çok sinsi şekilde hazırlanan bu planla, sadece Allah Resûlü’nü değil, aynı zamanda O’nun en yakınındakileri de öldürerek kendilerince büyük bir işe imza atmış olacaklardı!
Bunun için de, Safiyye Validimizin Efendimiz’e olan yakınlığını kullanmak istemişlerdi. Aralarında oturup konuşmuşlar ve bu işi Zeyneb Binti Hâris’e havale etmişlerdi! Zira Sellâm İbn Mişkem’in de hanımı olan Zeyneb Binti Hâris, Hayber’de öldürülen kocası Sellâm, babası Hâris, kardeşi Merhab ve amcası Yesâr’ın intikamını almak için can atan bir kişiydi.
Aralarında anlaştıkları şekliyle hemen bir keçi kestirmiş ve onu zehirleyerek bu planını gerçekleştirmek için Allah Resûlü’ne göndermişti. Hatta O’nun, koyunun ön kolunu daha çok tercih ettiğini öğrendiği için bilhassa onun üzerinde yoğunlaşmış ve böylelikle Efendimiz’i, kısa yoldan öldürmeyi planlamıştı.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), akşam namazını kılmış konak yerinde oturuyordu. Tepsinin içinde kızartılıp kebap yapılmış zehirli keçiyle gelen Zeyneb Binti Hâris, elindeki tepsiyi göstererek:
– Yâ Eba’l-Kâsım, diye seslendi. “Sana bunu hediye ediyorum!”
Bu kadar yorgunluğun üstüne böyle bir ziyafet, ashâbın da hoşuna gitmişti! Derken kızarmış keçi ashâbın önüne konuldu. Ona ilk uzanan, elbette Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) olacaktı ve öyle de oldu; kızarmış keçinin ön koluna uzanan Allah Resûlü, onu mübarek ağzına götürür götürmez ortada bir garipliğin döndüğünü hissetti. Belki de O’na bunu Cibril-i Emîn bildirmişti ve hemen elini çekerek:
– Sakın buna el sürmeyin; elinizdekileri de kaldırıp atın, buyurdu.
Ortalık birden buz kesilmişti. Herkes bu kadar ani değişikliğin sebebini merak ediyordu. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) buna da açıklık getirecekti:
– Şüphesiz ki bu keçinin ön kolu Bana, kendisinin zehirlendiğini söylüyor, buyurdu.
Büyük bir felaketin kenarından dönmüşlerdi; ancak herkes aynı durumda değildi. Zira ashâbdan Bişr İbn Berâ, Efendimiz’in kendilerini uyardığı sırada ondan bir lokma almış ve çiğneyip yutmuştu. Allah Resûlü’nün uyarısı üzerine onu dışarı çıkarmak istese de zehir tesirini göstermiş ve çoktan Hz. Bişr’in vücudu morarmaya başlamıştı. Zehir o kadar kuvvetliydi ki Hz. Bişr oracıkta ve herkesin gözü önünde can verecekti!5
Bunun üzerine Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), kendilerine bu ziyafeti çekmek isteyen kadını çağırttı ve:
– Bu keçiyi sen mi zehirledin, diye sordu.
Zehirin farkına varılmıştı ama zehir işe yaramamış gözüküyordu. Kendi aralarından birisi gelip haber vermiş olamazdı ve kadın:
– Bunu Sana kim haber verdi, diye sordu. Resûlullah:
– Şu elimdeki ön kolu, diye cevapladı.
Ancak hâlâ ilk sorusunun cevabını alamamıştı ve bekliyordu. Başkaca bir kaçış yolunun olmadığını gören kadın:
– Evet! Ben yaptım, diye cevapladı.
Fail bulunmuştu; ama bunu niçin yaptığı da öğrenilmeliydi; Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) sordu:
– Sana bunu yaptıran sebep ne idi; bunu niye yaptın?
Ortada yine sinsi bir Yahudi zekâsı vardı ve kadın şunları söylemeye başladı:
– Kavmimin başına gelenleri biliyorsun; onlara yapacağını yaptın! Kendi kendime dedim ki, “Şâyet O bir melik ise böylelikle O’ndan kurtulmuş oluruz; ancak gerçekten bir Nebi ise zaten bundan haberi olur ve kurtulur!”
Efendimiz, her şeye rağmen kadını affetmişti; zira O (sallallahu aleyhi ve sellem), şahsına karşı işlenilen suçtan dolayı intikam duygusu içine girmezdi. Hatta sahabe:
– Onu öldürelim mi, diye soracak ve Resûl-ü Kibriyâ da:
– Hayır, cevabını verecekti. “Ona ne dokunulacak, ne de işkence yapılacaktır!”
Ancak Bişr İbn Berâ’nın şehit olması her şeyi değiştirecekti; bunun üzerine Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), onun kanına bedel kadını Hz. Bişr’in yakınlarına verecek ve onlar da o menhûse kadını kısas olarak öldüreceklerdi.6
Hayber’in Yeni Misafirleri
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Hayber kalelerini fethetmiş ve Medine’yi sürekli tehdit eden bir çıban başı daha ezilmişti. Elbette mesele sadece Hayber’den ibaret değildi; etrafta tehdit oluşturan diğer unsurların üzerine de gidilecek ve bu cihetten gelebilecek muhtemel tehlikeler de bertaraf edilecekti.
İşte tam bu sırada Allah Resûlü’nün huzuruna, Mekke’nin şiddetle oturup hiddetle ortalığı kavurduğu dönemlerde Habeşistan’a hicret eden Hz. Ca’fer ve arkadaşları çıkageldi. Yılların özleminin son bulduğu bu noktada yoğun bir duygu seli hâkim olmuştu. Kolay değil, yaklaşık on beş yıldır dünya gözüyle birbirlerini görememişlerdi! Bir anda Hayber’in havası değişivermiş, ortalık bayram yerine dönmüştü! Allah Resûlü’ne doğru yürürken Hz. Ca’fer’in ayakları, O’na duyduğu saygı ve hürmetten dolayı neredeyse yere basmıyordu.
Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) de ona kucağını açmış bekliyordu; nihâyet kucak kucağa sarılmış ve yılların hasretine son noktayı koymuşlardı. Yeğeninin alnından, iki gözünün ortasından öpen Allah Resûlü:
– Vallahi, hangisine sevineceğimi bilemiyorum; Hayber’in fethine mi, Ca’fer’in gelişine mi, diyor ve bu sevincini ashâbıyla da paylaşıyordu.
Onlarla birlikte gelenler arasında Ebû Musa el-Eş’arî’nin de aralarında bulunduğu elli küsur mü’min vardı. Yemen’den yola çıkmışlar ve gemileri kendilerini Habeşistan’a götürmüştü. Burada Hz. Ca’fer’le karşılaşınca da, Medine’ye birlikte dönmeyi kararlaştırmışlar, Habeşistan kralı Necâşî’nin tahsis ettiği gemilerle Arap yarımadasına geçmişlerdi.7
O gün Hayber’e gelenler arasında, Devs kabilesinden seksen ev halkı da vardı; Müslüman olup Medine’ye kadar gelmişler ve Sibâ’ İbn Urfuta’nın arkasında sabah namazını kıldıktan sonra da, Resûlullah’ın burada olduğunu öğrenmiş, O’na bir an önce kavuşacak olmanın heyecanıyla Hayber’e yönelmişlerdi. O gün aralarında, daha sonraları ‘Ebû Hureyre’ diye meşhur olacak olan Abdüşşems de vardı.8
Hayber yeni misafirlerini ağırlıyordu ve Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Hayber’e kadar gelen bu insanlara da ganimetten pay ayıracak, taksimattan onları da mahrum etmeyecekti.
Güvenlik Çemberi Genişletiliyor
Diğer taraftan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Muhayyısa İbn Mes’ûd’u Fedek halkına göndermiş ve onları da İslâm’a davet etmesini istemişti; zira zaman zaman onlardan da farklı haberler geliyor ve Medine üzerine yürüme planları yaptıkları söyleniyordu. Hz. Muhayyısa Fedek’e geldiğinde onları İslâm’a davet etti ve burada iki gün kaldı; ancak Fedek ehli, buna pek yanaşmak istemiyorlar; Hayberlilerin Müslümanları yenecekleri günü bekliyorlardı. Hatta onlardan biri ileri atılmış ve:
– Natat’da Âmir, Yâsir, Hâris ve Yahudilerin efendisi Merhab gibi adamlar var; Muhammed’in, onların taşlıklarına yaklaşabileceğini bile sanmıyoruz! Kaldı ki orada on bin de asker var, diyordu. Anlaşılan bunlar, Hayberlilerin galip gelecekleri zamana kadar muhataplarını oyalama taktiği uyguluyor ve Muhayyısa’yı boşuna meşgul ediyorlardı. Bunu gören Hz. Muhayyısa, tam da geri dönmeye karar vermişti ki, bu sefer de:
– Seninle birlikte biz, anlaşma yapmak üzere adamlarımızdan bazılarını göndereceğiz, diyor ve bir miktar daha beklemesini söylüyorlardı. Taktik devam ediyordu!
Derken Hayber’den hiç beklemedikleri haberler gelmeye başlamıştı; kaleler teker teker düşmüş ve güvendikleri kahramanlar da birer birer yere serilmişlerdi! Kol ve kanatlarını kıran bir haberdi bu ve ânında fikir değiştiriverdiler. Eski durum muhal olduğuna göre şimdi yeni hâle göre bir tavır belirleme yolunu seçmişler, en az zararla bu işin içinden nasıl kurtulabileceklerinin hesabını yapmaya başlamışlardı. Bu sefer liderleri Nûn İbn Yûşa’ başkanlığında bir ekiple birlikte yola çıktılar ve Resûlullah’la barış akdi imzalamak üzere Hayber’e geldiler. Can güvenliklerinin sağlanması karşılığında, geride bir tek çöp bile bırakmadan mallarıyla birlikte yurtlarından ayrılıp gitmeyi teklif ediyorlardı. Ancak Resûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bunu kabul etmeyecekti. Hatta onların bu tavrını gören Hz. Muhayyısa:
– Elinizde ne savaşacak adamınız ne sığınacak sağlam kaleleriniz ne de sizi koruyacak bir gücünüz olduğu hâlde size ne oluyor. Şâyet Resûlullah size, yüz adam bile gönderse, hepiniz önünde sıraya girer, teslim olursunuz, diyor ve onların bu üstten tavırlarını hoş karşılamadığını belirterek burunlarını kırmak istiyordu.
Önceki yandaşlarının başına geldiği gibi fazla ısrarın kendilerine daha pahalıya patlayacağını anlayan Fedekliler, mallarının yarısını Müslümanlara vermek şartıyla anlaşmak zorunda kaldılar. Buna göre Fedek arazisinin yarısı Allah Resûlü’nün tasarrufu altında olacak ve bu araziyi işlemelerine karşılık da Fedekliler, Efendimiz’e mahsulün yarısını teslim edeceklerdi.9
Yazar: Dr. Reşit Haylamaz/EFENDİMİZ isimli kitabından alınmıştır.
Dipnot:
- Bu arada Uyeyne İbn Hısn ile Benî Fezâreler ganimetten pay almak için yeniden gelmiş ve Efendimiz’i ikna etmeye çalışıyorlardı. İkna edemeyeceklerini anlayınca ağız değiştirecek ve bu sefer de tehdit etme yolunu deneyeceklerdi. Ancak bu da sonuçsuzdu; zira Resûlullah (s.a.s.) onlara, buluşma yerlerini bile gösteriyor, meydan okumalarına kulak bile vermiyordu. Elleri boş geri giderken aralarından Hâris İbn Avf şunları söyleyecekti onlara:
– Muhammed’in doğu ve batıya malik olacağını ben size söylememiş miydim!
Bunu bize Yahudiler haber verip duruyorlardı! Yemin ederim ki ben, Ebû Râfi’ Sellâm İbn Mişkem’in, “Nübüvvet konusunda biz Muhammed’i kıskanıyoruz; hâlbuki O, Hârûn neslinden çıkmalıydı! Ancak ne yapalım ki O, gönderilmiş bir peygamberdir! Ancak bu konuda Yahudiler beni dinlemezler; hâlbuki biz O’na iki kurban vereceğiz; birisi Yesrib’de, diğeri de Hayber kalelerinde.” dediğini dün gibi hatırlıyorum. Bkz. Vâdıdî, Meğâzî, 1/676 vd.; İbn Kesir, Sîre, 3/401
- Bir gün diğer Ezvâc-ı Tâhirât, kendilerinin Allah Resûlü’ne akrabalık yönüyle de daha yakın olduklarını ileri sürerek Safiyye Validimizi rencide etmişlerdi. Hane-i saadetlerine girip de onu hüzünlü gören Efendimiz (s.a.s.), duruma muttali olunca onu karşısına alacak ve “Sen de onlara, benim kocam Muhammed, babam Hârûn ve amcam da Mûsâ deseydin ya” diyerek teselli edecekti. Bkz. İbn Sa’d, Tabakât, 8/127; Kurtubî, el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân, 16/326; İbn Hacer, el-İsâbe, 8/101; İbn Esîr, Üsüdü’l-Ğâbe, 3/375
- Hz. Safiyye Validemizin esas adının Zeyneb olduğu ve Allah Resûlü’nün seçiminden dolayı kendisine bu ismin verildiği de söylenmektedir. Zira o gün için savaşlarda orduyu sevk ve idare eden şahsın hakkı olarak ya bir at, ya bir köle ya da bir cariyenin başkumandana tahsisi âdettendi ve buna, ‘Seçme’ manasında ‘Safiy’ deniliyordu ve Allah Resûlü de o gün, Huyeyy İbn Ahtab’ın kızını kendisi için seçmişti ve bu seçimle birlikte Huyeyy’in kızı Zeyneb’e artık Safiyye denilecekti. Bkz. İbn Hacer, Fethu’l-Bâri, 7/480
- Efendimiz’in yanına getirildiği gün hâlâ bu sillenin morartısı yüzünde duruyordu; sebebini sorunca bu olayı Allah Resûlü’ne O anlatacaktı. Bkz. Vâkıdî, Meğâzî, 1/674; İbn Kesir, Sîre, 3/374; İbn Kayyım, Zâdu’l-Meâd, 3/290
- Daha sonra Allah Resûlü’nün, “Bismillah deyiniz ve ondan sonra da yiyiniz!” dediği ve böylelikle o zehirli etin hiç kimseye zarar vermediği; veya o kızartılmış eti Allah Resûlü’nün yaktırdığı da rivâyet edilmektedir. Bu sırada onun kolundan bir parça alan köpeğin, anında orada öldüğü de gelen bilgiler arasındadır. Bkz. Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 5/134-135
- Efendimiz’i zehirlemeye kalkışan bu kadının Müslüman olduğu şeklinde de rivâyet vardır; buna göre o, yaptığı çirkin işin gerekçesi kendisine sorulduğunda:
– Şimdi mesele tebeyyün etti ki Sen, gerçekten de Allah’ın Resûlü’sün, diye cevaplamış ve kelime-i tevhidi söyleyerek Müslüman olmuştur. Bkz. Süheylî, Ravdu’l-Unf, 4/81
- O gün Habeşistan’dan gelenler, on altı kişiydi; geri kalan otuz dört kişi ise Habeşistan’da kalmayı tercih etmişlerdi.
Ashâbdan bazıları, kendileriyle Habeşistan muhâcirlerini kıyaslamış ve kendilerinin daha hayırlı konumda olduklarını söylemeye başlamışlardı. Bu husus Allah Resûlü’nün kulağına gidince Resûlullah meseleye açıklık getirmiş ve Habeşistan muhâcirlerinin iki kat hicret sevabı kazandıklarını beyan ederek yüreklerine su serpmişti. Bkz. İbn Esir, Üsüdü’l-Ğâbe, 2/491; Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 5/136
- Adını öğrenir öğrenmez, “Güneşin kulu olmaz” diyerek ona ‘Abdurrahman’ adını takan Allah Resûlü (s.a.s.), daha sonraki yıllarda ona, kucağına aldığı kedi yavrularını görünce, ‘Ebâ Hirr’ diye hitap edecek ve bundan sonra Hz. Abdurrahman, kediciğin babası manasında hep Ebû Hureyre diye anılacaktır. Bkz. Hâkim, Müstedrek, 3/579 (6141); İbn Hacer, el-İsâbe, 7/426 vd.; İbn Esîr, Üsüdü’l-Ğâbe, 3/258
- Hz. Ömer zamanına kadar da bu uygulama devam edecekti; o gün Hz. Ömer, Hayber Yahudileriyle birlikte Fedek ehlini de sürmüş ve ellerindeki toprağın yarı fiyatı olan elli bin dirhemi de, Irak’tan elde ettiği bir bedelle kendilerine ödemişti. Bkz. Vâkıdî, Meğâzî, 1/707; Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 5/139