Hayatı Diyalogdan İbaretti!

325

İnsanlarla diyalog, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) en temel metotları arasındaydı; hatta denilebilir ki baştan sona O’nun hayatı, bu türlü diyaloglardan ibarettir.

Kapıların birer birer kapandığı dönemlerde O, yeni yeni kapılar açabilmek için hiç kimsenin aklına gelmeyecek yeni yeni vesileler icat etti.

Kötülük görse de kötülüğe asla tevessül etmedi.

Hep, kendisine yakışanı yaptı. Kimseyi incitmedi. Hep alttan altı. Kaba kuvvete baş vurmadı. Hiç bir zaman meselesini sokakta halletmeyi düşünmedi.

Gördüğü şiddete karşı koymak isteyenleri de aynı çizginin insanları hâline getirdi. Hiç kimseye kapısını kapatmadı. Bilakis, kapısını çalmadığı insan bırakmadı. Ortak değerleri öne çıkardı. Başka değerlerin yıkıntısı üzerine hüküm bina etmedi.

Şahısları değil, sıfatları hedefledi. Yemedi, yedirdi; elinde-avucunda ne varsa onu, öncelikle kendisini baş düşman bilenlere gönderdi.

Üslup itibariyle mülayimdi; gürül gürül konuşması gerektiği yerde bile sükûtu tercih etti ve duruşunu sertleştirerek muhataplarını kendisinden uzaklaştırmadı.

Kimseyle kavga etmediği gibi var olan kavganın tarafı da olmadı. Asla sert ve haşin değildi; sürekli alttan alan yumuşak bir üslubu vardı. Tepkisel tavır içine hiç girmedi; attığı her adım, yeni bir süreci inşa etme istikametindeydi.

Kötülüklere karşılık kötülük yapmayı asla düşünmedi; bilakis, kötülük yapanlara bile hep iyilikle mukabelede bulunmak, O’nun en belirgin özelliğiydi.

Ayırımcılık yapmadı; aleyhte bile olsa adalet, O’nun en önemli şiarıydı.

Yakınlarını koruma altına almadı ve hukukun önünde herkesin eşit olduğunu, bizzat ve hayatı boyunca uygulayarak herkese gösterdi.

Müthiş bir temsili vardı. Ashâbını da aynı çizginin insanı olarak yetiştirmiş, hâl dili ile gönül şivesinin mükemmel temsilcileri hâline getirmişti.

Üzerine saldırıldığı demlerde bile, gerilimi azaltabilmek için bir adım geri atmayı tercih etti; böylelikle, yarına sarkması muhtemel olumsuzlukların da önünü almış oluyordu.

Üzerine, ordularla gelindiğini duyduğunda, çok üzüldü; milim milim örgülediği müspet olanı yıkacak böyle bir zemini asla istemiyordu.

O’nun dünyasında “savaş” asla olmadı; Bedir, Uhud, Hendek, Huneyn gibi acı hatıraların hepsi, başkalarının başının altından çıkan şer odaklı zaman dilimleriydi. Ancak O, buralardan bile hayır çıkarmaya odaklanmış, sonuç itibariyle kendisiyle savaşanların bile bütününü kazanmıştı.

Kapısına dayanan ordulara elçiler gönderdi ve vazgeçirmek için atılması gereken her türlü adımı attı, kılıçlarıyla kapısına dayandıkları yerde bile diplomasi adına yapılabilecek her şeyi yapmadan ve tabiri câizse iç hukuku tüketmeden savaşa geçit vermedi.

Kendisini öldürmeye gelenlere bile şefkatle yaklaştı ve hatta onlardan bazılarına emân vermek suretiyle dokunulmazlıklarını ilan edip hayatlarını koruma altına aldı.

Savaşmak zorunda kaldığı yerde ise savaşa hassas kurallar getirdi; kadın, çocuk, yaşlı ve din adamı gibi cephenin dışındakileri koruma altına aldı. Hatta O’nun bu koruma tamiminde, ağaç ve otların bile nasibi vardı. Üstelik bunu, uygulamada titizlikle takip etti ve hak ihlalleri karşısında, bunu yapanları cezalandırmadan geri durmadı.

O kadar titizdi ki kendisini öldürme hırsıyla gelen orduların içinde kadın ve çocukların da bulunmasına rağmen O’nun bulunduğu yerde, hiçbir kadın veya hiçbir çocuğun canı yanmadı, burnu kanamadı!

Savaşın yok ettiği müspeti yeniden ikame için daha orada işe başladı. Yapılan bütün kötülükleri yok sayarcasına herkese yeniden el uzattı ve mazisi kapkara olanlara bile bembeyaz sayfalar açtı.

Gördü, ancak görmezlikten geldi; duydu ama duymamış gibi davrandı ve kimsenin hatasını yüzüne vurmadı.

Kim bilir ne sıkıntılar yaşadı; ancak bunların hiçbirisini şikayet unsuru olarak görmedi. İç dünyası, mağmalar gibiydi; ancak O, etrafında ne kadar lav varsa, bütününü sinesinde söndürdü.

His dünyası sürekli örselense de O, duygularıyla değil, hep akıl ve muhakeme öncelikli hareket etti.

Muhataplarını, istikbalin sahâbileri olarak gördü ve onlara, o gün farklı bir kimliğin temsilcileri olsalar da zamanı gelince meseleyi anlayacaklarını nazara alarak muamelede bulundu.

Tel’ine geçit vermediği gibi bedduaya da “Âmîn” demedi.

Kimsenin üzerini çizip, “Bundan adam olmaz!” nazarıyla bakmadı.

Sulh, O’nun en mümeyyiz vasıflarından birisiydi; her adımında bir anlaşma hedeflediği gibi hiç bir zaman, anlaşmayı bozan taraf olmadı.

Kimseyle perdeyi yırtmadığı gibi, açık ve âşikâr bile olsa, insanların kusurlarını örten hep O oldu.

İçine kapanan şahıs ve ailelere, yeni yeni akrabalık bağlarıyla nüfuz etmeyi denedi ve kapıların teker teker yüzüne kapandığı böylesi demlerde bile önüne hiç kapanmayacak yeni kapılar açtı. Kendisini “hasım” görenlerle “hısım” oldu; O’nun evliliklerinin hemen hepsinde böyle ulvi bir hedef söz konusudur.

Yemekler yedirip ziyafetler vermek, işin başından beri O’nun en belirgin özelliği idi.

Kötülük yapıyor olsalar da insanlarla hediyeleşmek O’nun, metodoloji olarak baş vurduğu yollardan bir başkasıdır.

Düşüp tükendikleri yerde, kendisini baş düşman görenlerin bile ellerinden tuttu, dualar etti, hatırlarını sordu ve yaşadıkları sıkıntıyı giderebilmek için onlara yardımlar gönderdi.

Jest üstüne jest, centilmenlik üstüne centilmenlik yapan hep O oldu; bir başka ülkeyle yaşadıkları sıkıntı üzerine devreye girdi ve Mekkelilerin en önemli sıkıntılarını çözüverdi.

Medîne güzergahından Şam cihetine gidiş gelişlerinde Mekkelilere serbestiyet hakkı tanıdı.

Bulunduğu yerden sürekli davetiyeler gönderdi. Nihayet bunların dilini anlamayanların, bir kez daha ayaklarına gitti. Hepsini yakın takibine aldı ve kaptanı olduğu gemiye aldı. O’nun için Mekke fethi, bir hasat mevsimi gibiydi; 21 yıldır olgunlaşan meyveleri devşirmeye gelmiş ve hedefini gerçekleştirmiş olarak yeniden Medîne’ye dönmüştü.

Dün yaptıklarından dolayı kimseyi utandırmadı, eski defterleri karıştırıp kimseyi rencide etmedi. Bilakis, herkesin altına kırmızı halılar sermişçesine bir muamele ile muhataplarına hayranlık üstüne hayranlık yaşattı.

Aleyhte konuşmadığı gibi konuşulmasına da müsaade etmedi.

Kaçanların peşinden elçiler gönderdi, evine kapananların kapısını çaldı ve nihayet dünün baş düşmanlarını, yarınların muhabbet fedâileri hâline getirdi.

Acele edip işin toptancılığını yapmadı; ilmik ilmik emek verdi ve neticede muhataplarının bütününü kazandı.

Ebû Cehil yapılı bile olsa insanların, oturup konuşmasını, yanına yaklaşıp anlaşmasını bildikten sonra nezih birer sahâbe olabileceklerini fiilen, hem de yüzlerce/binlerce örneği üzerinden gösterdi. Açıkça bu, yeryüzünde gönlüne girilip kazanılamayacak insanın, çözülemeyecek problemin olmadığını ifade eden net bir duruştur.

Velhasıl Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), kim bilir daha nice adımlar atmış ve tarihin kaydetmediği faaliyetler zinciri neticesinde bütün Mekke’yi fethetmişti. Zira sonuç itibariyle buradan baktığımızda, bu kadar kısa zamanda bu kadar derin yaraların tedavi edilişi, çözülmez gibi duran girift problemlerin kökünden çözülüşü ve hiç hizaya gelmeyeceği sanılan insanların bile hizaya gelip birer şefkat kahramanı kesilmesinin arkasında, çok daha başka faaliyetlerin yürütülmüş olması gerekmektedir. Öyleyse, insanlık tarihi içinde hayatı en çok kayda geçen insan olmasına rağmen, Resûlullah’ın her hareket, strateji ve beyanı bize intikal etmemiş demektir. Zira strateji, sadece uygulanan bir yöntemdir; konuşulduğu, başkasına hissettirildiği andan itibaren strateji olmaktan çıkar ve beklenen neticeyi de vermez!

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.