Hatırlattıklarıyla Mukaddes Emanetler

635

Bizim için, geçmiş, gelecek ve bugün, bir vâhidin değişik buudları mâhiyetindedir. Biz, biri asıl, diğerleri tâlî zamanın bu farklı derinliklerini iç içe duyar ve zevk ederiz. Ne var ki, ruh ve mânâ köklerimizden birer nokta, birer çizgi sayılan bazı objelerin çağrıştırdıklarıyla geçmiş daha derince duyulur ve gelecek adına ortaya konan azim, gayret ve kararlılıkla âtî daha ümitbahş bir hâl alır.

Günümüzde, mâziden kalma bir kısım eşyayı güller gibi koklar, öper başımıza koyar; çağrıştırdıklarıyla asırlar ve asırlar ötesini temâşâ ediyor gibi olur ve kendimizi bu tarihî nesnelerin kullanıldığı, ihtiram gördüğü günlerde hissederiz. Onların hemen hepsi, âdeta bize sessiz sessiz yaşayan canlılar gibi gelir. Herkese görünmeyen mânâlar müşâhede ederiz çehrelerinde ve severiz bizden birer parça gibi. Onlara yürekten her bakışımızda bize en tatlı rüya ve hülyâ kapılarını aralarlar ve bizi kendi çağlarına davet ederler. Biz onları, onlar da bizi beraber bulunduğumuz mekânda sımsıcak bir dostlukla kucaklar ve onlardan akan ruh ve mânâyı oksijen gibi yudumlarız.

Ne zaman onları gönülden temâşâya alsak, ninelerimizin, onların da ninelerinin birkaç asırlık sandıkları, dolapları açıldığında duyduğumuz ödağacı ve amber kokusu gibi bir râyihanın ruhumuza işlediğini hisseder; kendimizi tılsımlı bir âlemde sanır, bu antik şeylerin bizlere harfsiz-kelimesiz pek çok şey söylediğine şahit olur ve olduğumuz yerde kalakalırız.

Bu obje ve nesnelerin kıymetleri, günümüzde bir şey yapmalarına bağlı değildir; onların değeri, hatırlattıkları ve işaret ettikleri arkalarındaki mânâlar itibarıyladır. Biz her zaman onlarda, geçmişten, inançlarımızdan birer nokta, birer çizgi gördüğümüzden, kıymet-i harbiyesi pratik faydasına bağlanmış bir kısım türedi şeyleri değil de, onları müşâhede ettiğimiz zaman derin bir inşirah duyar ve günümüzün darlığından sıyrılarak zaman üstü olmanın enginliklerine açılırız.

Evlerimizin bir yanında bulunan ya da müzeleri dolduran o tarihî eserlere baktıkça ötelerde ne derin hatıra ve hülyâların bulunduğunu keşfediyor gibi olur; onlara dokunan elleri, koklayan burunları, öpen dudakları görüyormuşçasına heyecana kapılır ve onların hâlâ aramızda dolaştıklarını sanırız.

Biz, her zaman bu tarihî nesnelerde, sevip takdir ettiğimiz cedlerimizin inanışlarını, kültürlerini, değer hükümlerini görür; bu ata yâdigârı eşyanın içine âdeta onların ruhları sinmiş gibi telâkki eder ve arkalarından ağladığımız, hatıralarıyla avunduğumuz seleflerimizi pek çok hususiyetleriyle bu antik şeyler içinde bulabiliriz.

Hele bu nesneler, “Hırka-ı Saadet” gibi insanlığın iftihar Tablosu’nu, “Bânet Suâd” şairi Ka’b b. Züheyr ibn-i Ebi Sülmâ’yı ve dahası bize gelinceye kadar upuzun geçmişiyle değişik saraylarda müslüman hükümdarların hürmet hislerini çağrıştıran mübarek bir cübbe; Allah Rasulü’nün yanından hiç eksik etmediği “Ukab” isimli kutsal sancak; onun mübeccel bir tüyünü bile zâyi etmeyen sahabenin ihtimamı ve arkadan gelenlerin de hiss-i ihtiramıyla o ak çağdan günümüze gelip ulaşmış olan çiçek demetleri gibi O’nun sümbül saçları; her gazvede yanında taşıdığı, kimsenin canını yakmadığı, insan kanı bulaşmamış o Sahibu’l-imame ve’l-kadîb’in ince kılıcı; bir savaş esnasında yakuta sürtünme sevdasına tutulmuş serseri bir çakılın temasıyla O’nun inci dizisi dişlerinden ayrılıp yere düşmüş mübeccel dendânı; aynı zamanda bir sahib-i asâ olarak hep yanında taşıdığı muazzez asâsı; hayat-ı seniyyelerinde bir kere, canına kastetme niyetiyle üzerine gelen birinin ölmeyecek bir yanı hedeflenerek gerilmiş yayı; hükümdarların, başlarında taçları gibi taşımaya teşne bulundukları “kadem-i şerif” nakşı..

Bunların yanında Şuayb Peygamber’in asâsı, Hazreti ibrahim’in bereket kazanı, Hazreti Musa’nın harika asâsı, Hazreti Yusuf’un imamesi, Hazreti Davud’un eliyle yaptığı seyf-i mübareki; aşere-i mübeşşereden bazılarına ait kılıçlar; Hazreti Osman şehid edildiğinde elinde bulunan Kur’ân-ı Kerim..

Ebu Hanife’nin cübbesi, Üveys el-Karanî’nin külâhı, Abdulkadir Geylâni Hazretleri’nin imâmesi, Hacerü’l-Esved’in altın ve gümüş mahfazaları, kullanılmış altın oluklar… her biri cihan değer mukaddes emanetler ve mübarek eserler ise…

Evet, bütün bunlar, her biri pek çok hâdiseyi çağrıştıran öyle kutsal ve mânâ yüklü eserlerdir ki, hepsi şöyle dursun, bunlardan bir tekinin bile dünyada eşini göstermek mümkün değildir.. ve eşine rastlanması mümkün olmayan diğer bir şey de, milletimize intikal ettikleri günden itibaren, hükümdarından ricâl-i devlete, ondan ulemâ ve meşâyihe, ondan da bütün halk katmanlarına kadar herkesin onlara gösterdiği saygı ve hürmettir.

Daha ilk günden itibaren hükümdar, sarayının en mûtenâ yerini onlara tahsis etmiş, sonra da hiçbir millette görülmedik bir şekilde hürmette bulunmuş; “Hırka-i Saadet Dairesi” unvan-ı mübecceliyle yâd edilen o buk’a-yı mübareki en güzel Kur’ân okuyan hafız efendilerin kıraatiyle daima canlı ve pürnur kılmış ve başları döndüren bir peygamber/peygamberler ve hak dostları sevgisi sergilemiştir.

O gün-bugün, Hırka-i Saadet Dairesi veya Emânât-ı Mukaddese Odası dediğimiz bu nezih mekân, peygamber sevgisiyle dolup boşalan gönüllerin huzur aradığı ve içinde huzur solukladıkları yerlerden biri hâline gelmiş ve bir ziyaretgâh olmuştur. inşaallah bundan sonra da, bu hususi daireye karşı duyulan alâka sonsuza kadar hep böyle artarak devam eder ve edecektir.

Bu mekândaki sabit aksesuar ve mukaddes emanetleri, bir fabrikadan seri hâlde çıkmış ham, anlamsız, mücerret süs ve basit birer antik eşya şeklinde görmek kat’iyen doğru değildir. Oradaki iç aksesuar ve müteharrik eşya, özel ihtimamla çok iyi dizayn edilmiş bir bahçedeki canlı çiçekler gibidirler. içinin desen ve muhtevası, bu mübarek buk’anın mânâsına, umumi edasına o kadar uymuştur ki, her şey âdeta küllî bir planla ele alınıp ortaya konmuş gibidir. Eşya ve mekân öylesine yerli yerinde ve birbiriyle uyum içindedir ki, hiçbir alafranga müzede o tat, o lezzet ve o cazibeyi görmek mümkün değildir. insan oraya girince, kendini, Rabb’e yakın duran insanlar komşuluğunda, dünyadan ayrı hususi bir halvethanede veya farklı bir atmosferde sanır; içinden oraya abanır ve bir daha ayrılmak istemez. Bu aydınlık daire içinde insan, her biri bir yüze benzeyen o paha biçilmez nesnelere ne zaman bakıverse, dışarıda çağlayıp duran zamanın bir fanus içine sıkıştırılıp bu mekâna yerleştirildiğini zanneder; mekânın cazibesiyle büyülenir, mistik bir ruh hâliyle mest olur ve engin hülyâlara gömülür.

O dairedeki eşyanın kokusunu, gönlünün ihsaslarıyla duymaya başlayan bir ruh, orada hülyâların en derin şiirini dinler, rüya görüyor gibi tabiatının üstüne yükselir; ruhunda değişik duygulardan en bayıltan renkleriyle çiçekler açılır, bütün benliğini derin bir haz sarar ve dudaklarında tebessüm, inşirahlarla soluklanırken, bu mekânın, rûhânîlerin tanzimiyle bu cazibeye ulaştığını düşünür.

Kendini, oradaki kutsal eşyanın tedâi ettirdiği mülâhazalara bu ölçüde salan bir seyyah, çok farklı hülyalara dalar; yaşadığı hayatın içinde bir farklı zamanda, bir farklı hayatı daha yaşadığını hisseder. Sanki kendi dar zamanı ve içinde bulunduğu sınırlı mekân yırtılıp da onun yerinde değişik bir âlem peyda olmuşçasına bir hisle irkilir. insan burada susarak, hatıralarını harekete geçirerek daha derin bir şiir iklimine açılıverir ve bir sürü hâdisenin dışa aksetmeyen sessiz gürültülerini, bir iç dinleyişiyle duyar. Çevresindeki objeleri canlı, sımsıcak birer tarihî şahsiyet gibi görür. Sükûtları içinde her şeye, ona kucağını açıp bekleyen bir dost edasıyla bakar. Kim bilir belki de, küçük bir gayretle onların içinde neş’et ettikleri zaman dilimine gireceğini de sanır.. ve bu tatlı rüyadan uyandırılacağı âna kadar da bir mest-i temâşâ olarak hep orayı dinler.

Emânât-ı mukaddese, iç derinlikleriyle milletimiz tarafından keşfedilmiş ve merasimlere dönüşen bir saygı ufkunda değerlendirilmiş; onlardan her bir emanetin çağrıştırdığı mülâhazalar, dine hürmet hissimizi şahlandırmış; asırlar ve asırlar boyu gönüllerimizin kıblenümâsı olagelmiştir. Hemen her zaman onlara bakarken ve onları severken, arkalarındaki zatlarla irtibatlarımızı yenilemiş, onları bir kere daha bütün yücelikleriyle duymuşuzdur. Milli ruhun zedelendiği, mukaddeslere hürmetin sarsıldığı dönemlerde bile biz emânât-ı mukaddeseyi hep derin bir ihtiram hissiyle selamlamış ve onlara karşı hep saygılı olmaya çalışmışızdır.


Yazar: M. Fethullah Gülen

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.