“Ey Ebâ Cendel! Dişini sık ve mükâfatını Allah’tan bekleyerek biraz daha sabret!” (23 Zilkâde 6 Hicrî)

285

Anlaşma metninin yazıya geçirilmesiyle birlikte Hudeybiye’de yeni bir süreç başlamıştı ki uzaktan, demir zincirlerini sürüyerek yürümeye çalışan takati tükenmiş birisinin Mekke cihetinden düşe kalka geldiği görüldü. Bir anda gözler, canını zor kurtarıp da “bir ümit” diyerek kendini Hudeybiye’ye atan bitkin insana çevrilmişti! Dikkat kesilmiş herkes bu şahsın kim olduğunu anlamaya çalışıyordu! Özellikle Kureyş’i temsil eden Süheyl İbn-i Amr, Mekke cihetinden gelen bu kaçkına (!) haddini bildirmek için keskin nazarlarla onu süzüyor, yapılan anlaşmanın kendisine kazandırdığı güçle, onun hakkından nasıl geleceğini hesap ediyordu! Bu mübhemiyet çok uzun sürmedi; gelen delikanlı, Süheyl’in küçük oğlu Ebû Cendel’den başkası değildi! Babasının yokluğunu fırsat bilerek işkenceden kurtulmuş ve kendini, Hudeybiye’ye kadar gelen mü’minlerin şefkat kucağına atıyordu! 

Bedir’de elinden kaçırdığı Hazreti Abdullah’tan sonra ikinci oğlunun da kaçıp Müslümanlara sığınmak için geldiğini gören Süheyl İbn-i Amr, öfkeden küplere binmişti; kardeşleri Selît ve Sekrân, oğlu Hazreti Abdullah, kızları Sehle ve Ümmü Gülsüm ile damatları Ebû Huzeyfe ve Ebû Sebre İbn-i Ebî Ruhm ile yıllardır yaşadığı maceralar aklından şimşek hızıyla gelip geçiyordu! Elinde bir Ebû Cendel kalmıştı; ancak şimdi o da gelmiş saf değiştirmek için kendini Hudeybiye’nin “silm” atmosferine atmaya çalışıyordu; hem de babasına rağmen! 

Küplere binmişti! Hakaretlerle üzerine yürüdü; yakasından tuttu ve bir müddet sürükleyip tartaklamaya başladı. Ardından da Allah Resûlü’ne yöneldi; “İşte, yâ Muhammed!” diyordu. “İlk icraatımız bu olacak ve vereceksin bunu bana. Zira bu gelmeden önce benimle senin arandaki anlaşma tamam olmuş ve iş bitmiştir. Bundan sonra ben, anlaşmayı bozamam ve Allah’a yemin olsun ki bundan sonra da asla sizinle bir anlaşma içine girmem!”

Hudeybiye’de cereyan eden her gelişme, âdeta hep sulhun aleyhine cereyan eder gibiydi! Bir tarafta bu süreci hazım problemi yaşayan ashâb, diğer yanda ise oraya kadar gelen bir mü’minin acınacak hâli ortada duruyor, öte yandan Kureyş’in temsilcisi ve Ebû Cendel’in babası Süheyl İbn-i Amr, anlaşmayı iptal etme tehdidinde bulunuyordu!

Gerçekten de yürek yakan bir manzaraydı bu; şefkat-i etemmin sahibi kendini ortaya koyarak Süheyl’e yaklaştı ve “Onu Bana bağışla ve anlaşmanın dışında tut! Benim için ona izin ver!” talebinde bulundu. Ancak o günkü Süheyl’in katı kalbi bunu dinleyecek durumda değildi ve “Onu ne Sana bağışlar ne de anlaşmanın dışında tutarım!” deyip inatla talebini tekrarlıyor, yapılan anlaşmayı iptal edip gelinen noktayı sıfırlama tehdidinde bulunuyordu! 

Bir Ebû Cendel’e bir de insafsız baba Süheyl’e şefkatle nazar eden Allah Resûlü, “Evet, bunu yapabilirsin ve yap!” diye bir kez daha tekrarladı. Ancak Süheyl İbn-i Amr, “Bunu asla yapamam!” diyor başka bir şey söylemiyordu! 

Onun bu kadar katı tutumuna ve Resûlullah’ın da aşırı ısrarına şahit olan Kureyş’in diğer elçileri Huveytıb ve Mikrez, insafa gelmiş ve Ebû Cendel’in anlaşma dışında değerlendirilmesi konusunda Resûlullah’a destek çıkmışlardı ama bu da o günkü Süheyl’i iknaya yetmeyecekti. 

O âna kadarki gelişmeleri ümit ve endişe arasında titizlikle takip eden Ebû Cendel, iki koluna giren Huveytıb ile Mikrez tarafından alınıp da bir çadıra doğru götürülmek istenince feryadı basacak ve “Ey Müslümanlar!” diye Hudeybiye’yi inletecekti. “Dinimden dolayı bana yaptıklarını bile bile beni müşriklere mi teslim ediyorsunuz? Hâlbuki ben, aranıza Müslüman olarak geldim. İçinde bulunduğum hâli de görüyorsunuz!” 

Tam “Kurtuldum!” derken yeniden babasının şiddetine maruz kalıp işkenceye götürülen Ebû Cendel’in, çığlık çığlığa yükselen feryadı, Hudeybiye’yi inletiyordu! Haklıydı; zira bugüne kadar neler yaşadıklarını bir o biliyordu! Bugünden sonra yaşayacaklarını tahayyül ettikçe feryâdı bir kat daha artıyor, iliklere kadar işleyen bir ses tonuyla ve her şeye rağmen şefkat dilenircesine bağırıyordu. Manzara, herkesin kol ve kanadını kırmaya yetmişti. 

Elbette o gün Ebû Cendel, hakkında takdir edilenleri görememiş olmanın çaresizliği içinde feryat ediyor, Cenâb-ı Mevlâ’nın ikram edeceği berd ü selâmı bilemediği için inliyordu! Hâlbuki bu, münferit bir iniltiydi; binlerce insanın yarın Cehennem’de inlememesi için birilerinin buna katlanması gerekiyordu. Zira kavga ve gürültünün olmayacağı on yıla kim bilir nice güzellikler sığıştırılabilir, böyle bir zeminde nice muhtaç gönle girilip onların da Cennet’e gideceği bir yol bulunabilirdi! Ayrıca böyle bir zeminde kim bilir ne zulümlerin önü alınabilir ve akması muhtemel nice kanın da heder olmasına engel olunabilirdi! Zaten Cibrîl-i Emîn’in getirdiği beyanlar, sulhun bir esas olduğunu bildiriyor ve Kur’ân cemaatini böyle bir zemine davet ediyordu. Öyleyse bu şartlar altında Ebû Cendel’e kapı aralamaya imkân yoktu; yürek yakan bir karar olsa da hayr-ı kesir için bu kadarına katlanmaktan başka çare gözükmüyordu! 

Şefkatte zirve olan Habîb-i Zîşân Hazretleri Ebû Cendel’in yanına yaklaştı, rahmetle okşayan bir ses tonuyla ona, “Ey Ebâ Cendel!” buyurdu. “Dişini sık ve mükâfatını Allah’tan bekleyerek biraz daha sabret! Gün gelecek ve mutlaka Allah, senin gibi zayıf kalanların da imdadına koşacak, onlar için de bir çıkış yolu gösterecektir. Şu anda biz, bunlarla bir anlaşma yaptık ve buna göre onlar bize, biz de onlara Allah için söz verdik; gadredip sözümüze sadakatten ayrılamayız!”

Arkasından koşarak yanına yaklaşan Hazeti Ömer, kılıcının kabzasını Ebû Cendel’e gösterecek ve “Yâ Ebâ Cendel!” diyecekti. “Dişini sık ve mükafatını Allah’tan bekleyerek sabret! Şüphe yok ki onlar müşrikler ve Allah katında onların kanı da köpeğin kanından daha kıymetli değildir!”

Şüphesiz Hazreti Ömer’in, bunu söylerkenki maksadı, gösterdiği kabzadan tutup babasının işini orada bitirmesiydi. Ancak Ebû Cendel’in, o gün Hazreti Ömer’i dinleyecek hâli yoktu ve Kureyş’in elçilerinin kollarında geldiği yere geri dönecekti.

Bir farkla ki bundan böyle Hicaz’da silahlar değil, düşünce itibariyle kendisini daha çok ifade edebilen ve kültür itibariyle kendisinden şüphesi olmayan taraf kazanacaktı. 

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.