“Ey Allah’ın Resûlü! Nedir o büyük olan günahlar?” (13 Zilhicce 10 Hicrî)
Bugün, “nefr-i âhir” veya “nefr-i sâni” denilen bayramın dördüncü ve son günü. Aynı zamanda bugün, teşrik tekbirlerinin de son günü. Yine bugün, şeytan taşlama ameliyesinden sonra hac menâsikinin son bulacağı ve dönüş için Minâ’dan ayrılığın başlayacağı gün. Onun için diğer günlerden farklı olarak bugün cemerâta, sabah namazından sonra çıkıldı ve ardından Minâ’daki kalabalık, yönünü yine Mekke’ye çevirdi; Bekke vadisine doğru akan dupduru bir cemaat vardı Allah Resûlü’nün arkasında.
Bu yolculuk, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashâbını, Medine’den gelirken konakladıkları ve “terviye” gününe kadar da ârâm eyledikleri Muhassab’daki Ebtah’a getirdi. Buraya gelineceğinin haberini bir gün önceden veren Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebtah’ta kalacağını anlayan Ebû Râfi’ Hazretleri, önceden gitmiş ve Resûlullah’ın içinde kalacağı çadırı çoktan kurmuştu.
Ebtah’a özel ilgi gösteren ve Mekke yerine burada konaklamayı özellikle tercih eden Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), bugünün öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını da Ebtah’ta kıldırdı.
İlk defa buluştuğu ve yaklaşık on gündür beraber olduğu ashâbından ayrılacağı vakit yaklaşmıştı. Bugünden itibaren insanlar, yavaş yavaş memleketlerine dönecek ve bir daha da onların birçoğuyla dünyada buluşamayacaktı. Onun için, bu demleri değerlendirmek istiyor ve fırsat buldukça onlara hem hitâb hem de dua ediyordu.
Allah’a hamd ü senâ ile başladığı konuşmasında yine vedalaşma, yine vazifeyi hatırlatma vardı. “Allah (celle celâlühü), sözlerimi ezberleyen ve sonra da onu duymamış olanlara ulaştıran kişinin yüzünüzü aydınlatsın!” diyordu. Bunun anlamı açıktı; baştan beri yaşanılanları nazara aldığımızda bu, “Benimle birlikte yaşadığınız bu günleri ve bu süre içinde size söylenilenleri iyi belleyin ve onları, gittiğiniz beldeye götürdüğünüz gibi aynı zamanda yeryüzündeki her ev ve çadıra ulaştırın!” demekti.
“Dikkat edin!” diyerek sürdürdüğü hitâbına şöyle devam etti:
“Muhakkak ki Allah’ın namaz kılan dostları; kendilerine farz kılınan beş vakit namazı ikame eden; orucun kendi üzerinde Allah hakkı olduğunu bilerek ve mükafatını Allah’tan bekleyerek Ramazan orucunu tutan; karşılığını Allah’tan umarak malının zekâtını veren ve Allah’ın kendisine yasakladığı büyük günahlardan içtinap eden kimselerdir.”
Namazı, Ramazan orucunu ve zekâtı biliyorlardı; bunlar, yıllardır yaşadıkları ve hayatlarıyla bütünleştirdikleri birer ibadetti. Ancak onlarla birlikte zikredilen Nebevî beyanın sonundaki ayrıntı dikkat çekiciydi ve birisi sordu: “Ey Allah’ın Resûlü! Nedir o büyük olan günahlar?”
Resûlullah’ın cevabı şöyleydi:
“Onlar dokuz tanedir: Allah’a şirk koşmak, haksız yere mü’min bir canı katletmek, savaş meydanından firar edip kaçmak, yetimin malını haksız olarak yemek, faiz yemek, temiz ve iffetli kadınlara iftirada bulunmak, Müslüman valideynlere itaatsizlik etmek ve hayattayken veya öldükten sonra kıbleniz Beytu’l-Haram’a hürmetsizlik etmek.”
Bu cevabı verdikten sonra Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), hedef haline getirilmesi gereken bu hususları, yeniden hatırlattı ve şu müjdeyi verdi:
“Şayet bir adam namazını ikame eder, zekâtını verir ve bu büyük günahları işlemeden ölürse, ona, kapılarının altından olduğu bir yurtta Nebî ile birlikte olmak vardır!”
Bu arada, haccın bittiğini düşünüp de memleketine gitmek üzere Mekke’den ayrılmak isteyenler vardı. Onların bu hâlini gören Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), “Kâbe’ye gidip de vedâ tavafı yapacağı âna kadar hiç kimse bir yere ayrılmasın!” buyurdu. Yarınki adres, Kâbe idi.