Elçiler ve Necâşî
Nihayet Müslümanlar, yeniden Habeşistan’a gelmiş ve yine burada, namazlarını rahat kılıp Kur’ân’larını da gürül gürül okumaya başlamışlardı. Çok geçmeden arkalarından, Kureyş’in iki elçisi de, kucak dolusu hediyeleriyle birlikte Habeşistan’a çıkageldi. Mekke önderlerinin kendilerine anlattıkları şekilde önce, fert fert bütün din adamlarının ve sarayda etkin olabilecek her bir görevlinin yanına giderek hediyelerini takdim etmeye başladılar. Yanına uğradıkları her insandan, kralın yanında kendilerini desteklemeleri ve bu ülkeye gelen Müslümanları geri göndermeleri konusunda yardımlarını talep ediyorlardı. Bunun için de şöyle diyorlardı:
– Şu anda Melik’in ülkesine, bizim aramızdan kaçkın ve sefih gençlerimiz gelip sığınmışlardır; bunlar, kendi dinlerini bırakan; ama sizin dininizi de tercih etmeyen, bizim de sizin de bilmediğiniz yeni yetme bir dinle ortaya çıkan insanlardır. Nihayet biz, Melik’in yanına da girip onları bize teslim etmesini isteyeceğiz. Sizden ricamız, onun huzurunda mevzu gündeme geldiğinde bizi destekleyip, onlarla konuşmadan hepsini bize teslim etmesini sağlamaya yardımcı olmanızdır. Çünkü, arkada bıraktığımız Mekke’nin göz ve kulağı, burada gelişecek işin üzerinde!
Yaklaşım çok sinsice ve talep de, kendilerince çok masum idi. Hatta, “Kendi ülkelerini karıştırıp ikilik çıkardıkları yetmediği gibi bir de gelmişler, sizin ülkenizde de anarşi çıkaracaklar, çoluk-çocuğunuzu aldatıp dininizi ifsat edecekler ve neticede sizin de otoritenizi sarsacaklar.” gibi ifadelerle asılsız yakıştırmaları peşi peşine sıralıyorlar, kendilerini de, açık birer uyarıcı olarak tarif ediyorlardı. Bunun için uğradıkları her bir insan da:
– Peki, tamam; yardımcı oluruz, diyordu.
Nihayet, herkesin yanına uğranmış ve sıra, Necâşî’nin hediyelerini takdim edip konuyu huzurda açmaya gelmişti. Randevular alındı ve günün birinde, Necâşî Mekke temsilcilerini kabul etti.
Selam ve temennilerden sonra Amr İbnü’l-Âs ve Abdullah İbn Ebî Rebîa, sözü ana konuya getirdiler. Diyorlardı ki:
– Ey Melik! Duyduk ki bizim aramızdan bazı sefih ve ne yaptığını bilmez gençlerimiz, kendi kavimlerinin dinini bırakıp sizin ülkenize sığınmışlar. Halbuki onlar, sizin dininizi de kabullenmiş değiller; bizim de sizin de bilmediğiniz yeni bir din ortaya çıkarmışlar! Geçmiş dedelerimiz ve şeref sahibi atalarımız hürmetine onları bize teslim etmeni talep ediyoruz. Çünkü onların gözü bu gençlerin üzerinde; ne yaptıklarının da farkındalar ve bu işin nereye gittiğini de görüyorlar!
Bunu Necâşî’ye söylerken Amr ve Abdullah’ın gözleri, bir taraftan da yüzlerdeki ifadeleri süzüyor ve onlar gidişatı tahmin etmeye çalışıyorlardı. Necâşî’nin yüz ifadeleri pek de hoşlarına gitmemişti; kendilerini yeterince dinlemediğini ve meseleye şartlı baktığını düşünüyorlardı. Ancak, konuyu buraya kadar taşımışken netice almadan geri dönmek de istemiyorlardı. Bu sebeple, etrafta halkalanmış din adamları ve vezirlerle göz göze gelmeye çalışıyor ve onların da desteğini alarak, daha kral ‘hayır’ demeden ağzından çıkacak sözü ‘evet’e çevirmeye gayret ediyorlardı. Bu arada, huzuruna çağırma ihtimaline binaen, Müslümanlar hakkında bazı ön bilgiler vermeyi ve meliki onlar hakkında şartlandırmayı da ihmal etmeyeceklerdi; herkes gibi selam vermediklerinden ve melikin otoritesini kabul etmeyerek ona secdeye yanaşmayacaklarından bahisler açıyorlardı.
İşin burası, içeriden bir desteğin gelmesi gereken yerdi ve nihayet, aralarından bir papaz ileri atılıp:
– Ey Melik! Bunlar doğru söylüyorlar! Kavimlerinin göz ve kulağı bunların üzerinde; en iyisi, kendi hesaplarını kendilerinin görebilmeleri için bu adamları teslim edelim gitsin!
O ana kadar sesini çıkarmayan Necâşî kızmıştı. Devlet işi, ciddiyet isterdi. Öyle, iki dudak arasından çıkan birkaç cümle ile ve muhatapları dinlemeden kimsenin hakkında hüküm vermek, adalet ölçüleriyle bağdaşmazdı. Zaten öyle olsaydı, masum insanlar kendi ülkesini tercih etmez; bir başka beldeye sığınırlardı. Ani bir refleksle şunları söylemeye başladı:
– Hayır, vallahi de olmaz! Bunları, onlara asla teslim edemem! Bazı insanlar, başka ülkeler yerine gelip benim ülkemde kalmayı ve benim adaletimi tercih edecek ve ben de, şu iki adamın sözlerine dayanarak onları kendi ellerimle teslim edeceğim; olacak şey değil! Onları dinlemem lazım; şayet gerçekten bu iki adamın dedikleri gibi bir durum varsa o zaman teslim ederim. Ancak durum, sanıldığından farklı ise, işte o zaman ben, asla onları teslim etmem ve ülkemde huzur içinde kalmaları için kendilerine daha çok imkan tanır; inançlarını yaşamaları konusunda elimden gelen yardımı yaparım.
Bir anda ortalık buz kesilivermişti! Mekke temsilcileri ne niyetle gelmiş ve Necâşî üzerinde baskı kurabilmek için ne oyunlar oynamışlardı; ama bunların hiçbiri netice vermiyor ve yine kral, kendi bildiği gibi hareket ediyordu. Ancak, öyle hemen pes etmemek gerekiyordu.
Bu arada Necâşî, ülkesine sığınan Müslümanları da huzuruna davet etmiş ve bir de onları dinlemek istemişti. Kendilerine Necâşî’nin daveti gelince, zaten gelişmelerden haberdar olan mü’minler kendi aralarında konuşmaya başladılar:
– Huzuruna gittiğimizde bu adama neler söyleyeceğiz?
– Allah’a yemin olsun ki bildiklerimizi ve Resûlullah’ın, neler olup biteceğini görüp de bize daha önceden söylediklerini söyleyeceğiz!
Derken huzura gelinmiş ve olup bitecekler beklenmeye başlanmıştı. Gelişlerinde bile ayrı bir farklılık vardı ve bu, huzurdakilerin de dikkatinden kaçmamıştı; selam veriyorlar ve diğerleri gibi kralın huzurunda secde etmiyorlardı! Döndü onlara Necâşî ve ardı ardına şunları sormaya başladı:
– Söyleyin bakalım ey cemaat! Buraya niye geldiniz, haliniz nicedir ve niye beni tercih ettiniz? Halbuki siz, ne ticaret ehlisiniz, ne de ülkeniz adına benden bir talepte bulunuyorsunuz! Zuhûr eden Nebi’niz kim ve bu işin aslı nedir? Hem, niye sizler bana diğer insanlar gibi selam vermediniz? Bir de, Meryem oğlu İsa hakkında neler düşünüyorsunuz? Hem, söyleyin bakalım; şu sizin, kavminizin dinini bırakarak benim dinime de buralardaki herhangi bir topluluğun dinine de girmeyen dinî anlayışınız nedir?