Elçi Hâris İbn-i Umeyr’in şehadeti ve Mûte
Sekizinci yılın Cemâziye’l-evvel ayıydı; sulh ortamının şartları en üst seviyede değerlendiriliyor ve gelişmeler yakından takip edilerek İslâm adına tebliğ ve irşad görevi yerine getiriliyordu. Bu sebeple Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Hâris İbn-i Umeyr ile Busrâ valisine yeni bir mektup daha gönderiyordu. Ancak o güne kadar hiç karşılaşılmayan bir şey olacak ve Efendiler Efendisi’nin elçisi Hz. Hâris İbn-i Umeyr, Belkâ denilen mevkiden geçerken buranın valisi Şurahbîl tarafından hunharca öldürülecekti. O, yolunu kestikten sonra Hz. Hâris’i bağlatmış ve Allah Resûlü’nün elçisi olduğunu öğrendikten sonra da şehit etmişti! Affedilmeyecek bir cürümdü bu ve açıkça savaş ilanı anlamına geliyordu. Zira en olumsuz durumlarda bile elçilere dokunulmaz ve onların can güvenliği garanti altında tutulurdu.
Hz. Hâris’in şehit edildiği haberi Efendiler Efendisi’ne ulaşınca çok üzülecek ve yolunda giden elçinin varlığına bile tahammül edemeyen Şurahbîl’e karşı ashâbını teşvik ederek hazırlık yaptıracaktı. Zira O (sallallahu aleyhi ve sellem), eşkıyalığın kökünü kazımak için vardı ve bunu meslek edinenlere hadleri bildirilmeliydi. Gidilecek yön, Bizans’ın hâkimiyeti altında olduğu için mesele çok ciddi tutuluyor ve bunun için de her türlü ihtimal düşünülüyordu.
Kısa zamanda üç bin kişilik bir ordu meydana gelmişti. Bu kadar kalabalık bir ordu bugüne kadar sadece Hendek’te bir araya gelmişti! Âdeta Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), olacakları önceden görür gibiydi. Beyaz sancağı kendisine teslim ederek bu ordunun başına azatlı kölesi Zeyd İbn Hârise’yi tayin etmişti; Haris İbn-i Umeyr’in şehit edildiği yere kadar gitmesini ve orada bulunanları İslâm’a davet etmesini talep ediyordu. Bunu kabul etmedikleri taktirde Allah’a güvenip O’na dayanarak üzerlerine düşeni yerine getirmelerini istiyor ve neticeye gitmelerini arzu ediyordu. Bu hareketiyle de tabanda yerleşmiş köhne anlayışları teker teker söküp atıyor ve köleden de kumandan olabileceğini göstermek istiyordu. Zaten bu çıkışın, sadece Hz. Zeyd ile neticelenmeyeceğini biliyordu; onun için:
– Şâyet Zeyd şehit olursa insanlara Ca’fer İbn Ebî Tâlib, Ca’fer de şehit olursa Abdullah İbn Revâha kumanda etsin, diyerek durumun ciddiyetini bir kez daha ortaya koymuş oluyordu. Ashâbın çoğu bu ifadelerden, zikri geçen kumandanların sırasıyla şehit olacağını anlamış ve vedalaşırken geri dönmeyecek olanlarla helalleşircesine bir vedalaşma yaşıyorlardı.
Ordusunu yola vururken, savaş hukukunun zirvesini temsil eden ve bugün de hepimizin kulaklarına küpe şu tembihlerde bulunuyordu:
– Allah’ın adıyla savaşın; Allah’ı inkar edip de O’na karşı koyanlara karşı Allah yolunda cihat edin! Ancak sakın ola kimseye gadretmeyin! Ahde vefasızlık gösterip de kimseye zulmetmeyin! Çocuklarla kadınları, pîr-i fâni adamlarla kendini kilisede ibadete adamış din adamlarını sakın öldürmeyin! Sakın ola ki ne bir ağaç kesin, ne de bir hurmalığı yok edin! Ve sakın ola ki binaları yakıp yıkmayın!
Efendiler Efendisi onları, Vedâ tepesine kadar uğurlayacak; onları yola vurduktan sonra da uzun uzun arkalarından bakacaktı.
Yolda giderken Hirakl’in, iki yüz bin kişilik bir ordu hazırladığının haberini alacaklardı; durumdan Allah Resûlü’nü haberdar edip etmeme konusunda bir miktar tereddüt yaşamış olsalar da yollarına devam etme kararı alacak ve işin ucunda şehadet olsa da yollarına devam edeceklerdi.
Meân’daki iki günlük moladan sonra yeniden yola koyulmuşlardı. Nihâyet Meşârif denilen yerde iki ordu karşılaşmıştı. Önlerinde, engin denizler misali ucu bucağı gözükmeyen bir asker sürüsü duruyordu. Artık savaş kaçınılmaz görünüyordu. Hz. Zeyd ordusu, Mûte denilen yerde karargâh kurmayı tercih edecek ve burada savaşa hazırlanacaktı! Sağ kanada Kutbe İbn Katâde, sol cenaha ise Ubâde İbn Mâlik kumanda edecekti.
Ertesi günün ilk ışıklarıyla birlikte Mûte’de kılıçlar çekilmiş ve üç bin kişilik iman ordusuyla iki yüz bin kişilik Bizans ordusu karşı karşıya gelmişti. Güç dengesinin olmadığı bir savaştı; iki yüz bin kişilik ordu hiçbir şey yapmadan sadece düz ovada yürüyüverse kendi adlarına neticeye gidiverirdi; ancak sonuç hiç de öyle olmadı. Yedi gün süren bu savaşta, Resûl-ü Kibriyâ’nın ifade ettiği gibi sırasıyla Hz. Zeyd, Hz. Ca’fer ve Hz. Abdullah şehit olmuştu. Sancağı, ashâb arasından Sâbit İbn Ekram alarak uzun bir arayıştan sonra onu Hâlid İbn Velîd’e vermişti.
Medine’den Mûte
Beri tarafta Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine’de durmuş, ashâbına savaşın safhalarını haber veriyordu. Gözlerine yaş yürümüş, ağlamaktan sakal-ı şerifleri ıslanmıştı:
– Sancağı Zeyd aldı ve şehit oldu. Sonra onu Ca’fer aldı ve o da şehit düştü. Daha sonra ise onu İbn Revâha aldı ve o da şehit oldu. Şimdi ise onu, Allah’ın kılıçlarından bir kılıç aldı! İşte şimdi esas savaş başladı ve Allah (celle celâluhû), onun vesilesiyle bir fütûhat nasip etti!
Bunları söyledikten sonra her biri için Allah’ın Cennet’te hazırladığı ikramlardan bahisler açtı; isimlerini de zikrederek onlara dua ediyordu.
Bu sırada Ya’lâ İbn Ümeyye Medine’ye gelmiş ve Mûte’nin haberini Allah Resûlü’ne vermek istemişti. Resûlullah:
– İstersen onu sen Bana anlat; dilersen Ben sana anlatayım, buyurdu. Hz. Ya’lâ da şaşırmıştı; kendisinden önce bir başkasının gelip de olup bitenleri haber vermesine imkân yoktu. Ancak belli ki, yine Cibril gelmiş ve herkesten önce Mûte’nin haberini Resûlullah’a ulaştırmıştı:
– Yâ Resûlallah, dedi. “Onu Sen bana anlat!”
Bunun üzerine Allah Resûlü, başından itibaren safha safha Mûte’de yaşanılanları anlatmaya başladı. Dinledikçe Hz. Ya’lâ’nın gözleri yerinden fırlayacak gibi oluyordu; eksiği yok fazlası vardı!
– Seni hak beyan ile gönderene yemin olsun ki, diye başladı sözlerine. “Sen, mücâhidlerin yaşadıklarından bir harf bile eksik bırakmadan hepsini anlattın; onların haberlerini ben vermiş olsaydım, ancak bu kadar aktarabilirdim!”
Bu taaccübün ardından Efendiler Efendisi, minnet sadedinde şunları söyleyecekti:
– Benim için Allah (celle celâluhû), yeryüzü mesafelerini aradan kaldırdı da, onların savaş meydanlarını gözlerimle gördüm!
Daha sonra Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), hicret dolayısıyla yaklaşık on beş yıl ayrı kaldıktan sonra henüz bir yıl önce yeniden kavuşma fırsatı bulduğu amca oğlu Hz. Ca’fer’in evine gidecek ve çocuklarının başını sıvazlayıp onları şefkatle kucaklayacaktı. Esmâ Binti Ümeys, bu durumdan endişelenmiş ve:
– Yâ Resûlallah, diye seslenmişti. “Anam babam Sana feda olsun; niçin oğullarıma yetim çocuklar gibi bakıp gözyaşı döküyorsun? Yoksa Ca’fer ve arkadaşlarından Sana acı bir haber mi geldi?”
– Evet, buyurdu Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem). “Onlar, bugün şehit oldular!”
Bunu duyar duymaz:
– Vah efendim! Vah Ca’fer’im, diyerek ağlamaya başlayan Hz. Esmâ’ya dönecek ve şehidin arkasından takınılması gereken tavır adına da şunları tembih edecekti:
– Ey Esmâ! Sakın ola ki ağzından kaba ve uygunsuz sözler kaçırıp kendini döverek ağlamaya kalkma!
Hz. Ca’fer’in çocuklarını dizine alıp da başlarını okşayan Allah Resûlü’nün gözlerinden süzülen damlalar sakalını ıslatmıştı; mahzun Nebi, her zamankinden daha hüzünlüydü! Daha sonra da ellerini kaldırıp şöyle dua etti:
– Allah’ım! Hiç şüphe yok ki Ca’fer, sevabın en güzeline doğru gidip ulaştı. Öyleyse Sen, iyi kullarına bulunduğu ihsanlarla ve en güzel şeylerle onları mükâfatlandır!
Bir süre Hz. Ca’fer’in evinde kalan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), oradan ayrılacak ve kızı Fâtıma validemizin kapısını çalacaktı. Bu sırada o da haberi almış:
– Vah amcacığım, diyerek ağlıyordu. Önce ona:
– Ağlayacaksan Ca’fer gibisine ağla, diyerek amca oğlu Hz. Ca’fer’i takdir eden sözler söyledi. Ardından da:
– Ca’fer ailesi için yemek yapmayı ihmâl etmeyin; onlar bugün başlarının derdiyle ve kaybettikleri aile büyüklerinin acısıyla meşguller! Onlar için yemek yapın, buyurdu.
O gün için bu da, daha sonraları âdet hâline gelecek yeni bir uygulama idi ve Mûte şehitleri için Medine’de üç gün yemek pişirilecekti.
Aradan üç gün geçtikten sonra yeniden Hz. Ca’fer’in evine gelen Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), artık onlar için ağlamayı yasaklayacak, arkada kalanları için de hayır ve bereket duasında bulunacaktı. Ardından Ca’fer İbn Ebî Tâlib’in çocuklarının bakımını kendi üzerine aldığını bildirecek ve anneleri Hz. Esmâ’yı da, bundan sonrası için endişelenmemesi konusunda teselli edecekti.
Aynı hassasiyeti diğer şehitler için de gösteren Efendiler Efendisi, Hz. Zeyd’in küçük kızının mahzun ve mükedder duruşu karşısında duygulanıp kendini tutamayacak ve gözyaşı dökecekti. Bunu gören ashâbdan:
– Yâ Resûlallah! Bu da ne, diye soranları da:
– Bu, sevgilinin sevgilisine özlemidir, şeklinde cevaplayacaktı.
Allah’ın Kılıcı
Kumandayı alan Hz. Hâlid, o gün akşama kadar savaşın seyrini bozmadan savaşmış ve bütün maharetini akşamın karanlığına bırakmıştı. Bu kadar kalabalık bir ordu, bir avuç denilebilecek üç binlik bir gücü beş gündür dize getirememişti, getiremeyecekti de! Zira o akşam Hz. Hâlid, ordunun nizamında köklü bir değişikliğe gitti. Buna göre en önde savaşanlar arkaya alınmış, sağ taraftakiler sola ve sol kanattakiler de sağ cenaha çekilerek gecenin karanlığında yeni bir orduyla takviye gördükleri izlenimi vermek istemişti.
Ertesi sabah olduğunda yeniden saf tutan düşman, akşamdan beri duyup durduğu gürültünün sebebini şimdi anlıyordu. Meğer Müslümanlara bu gece yeni ve taze bir kuvvet gelmişti; zira önlerinde duran askerler, altı gündür savaştıkları insanlardan farklıydı! Büyük bir şok yaşıyorlardı; üç bin kişiyle baş edemeyen bu ordu, takviye görmüş ve yüzünü değiştirmiş bir güçle nasıl savaşacaktı! Daha o gün savaşa başlamadan yenilgiyi kabullenmiş gibi bir hâlleri vardı ve bu durumu Hz. Hâlid, ayrıca değerlendirmek isteyecekti. İntizamlı bir şekilde geri çekilmeye başlamış düşmanla arasını açmaya çalışıyordu. Bunu gören Bizans ordusu, Hz. Hâlid’in bu hamlesini de yeni bir taktik olarak algılamış, saldırdıkları takdirde çember içine alınarak kendilerine büyük zayiat verileceğinin endişesine kapılmışlardı.
O günün akşamına kadar devam eden bu durum, iki taraf için de savaşın bittiği anlamına geliyordu. Zira Bizans, bu kadar kalabalık bir orduya sahip olduğu hâlde, küçük bir ordu karşısında daha fazla zayiat verip de daha büyük kayıplarla geri dönmek ve bundan sonrası adına bir zaaf göstermek istemiyordu! Geri çekilmeye başlamışlardı!
Zaten Hz. Hâlid’in de niyeti buydu; Allah Resûlü’nün emanetlerini sağ salim Medine’ye getirme arzusundaydı ve sonuç da öyle olacaktı. Yedi gün göğüs göğüse yapılan bu savaşın sonunda, üçü komutan olmak üzere toplam on iki kişi şehit verilmişti ki bu, dillere destan bir kahramanlıktı! O günün dünyasında söz sahibi hâkim bir devlete karşı savaşılacak ve güç dengesinin bu kadar aleyhte olduğu bir zeminde yine de on iki tane şehit verilecekti! İnâyet-i ilahiyeden başka bir şeyle izahı mümkün değildi ve bunu duyan her bir kabile, artık Resûlullah ordusuna bu gözle bakmaya başlayacaktı. Aynı zamanda Mûte, Bizans’ın surlarında açılan ilk gedik anlamına geliyordu!
Mûte’ye giderken kendilerine problem çıkarıp da kan döken bazı kabileler vardı. Hz. Hâlid, Medine’ye dönüş yolunda bunların yanına da uğrayarak hadlerini bildirip öyle geri gelmeyi tercih edecekti.
Medine’deki Karşılama
Gelişlerinin haberini alan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Toplanınız da kardeşlerinizi karşılamaya çıkınız, diyerek ashâbına seslenecek ve çoluk çocuk hep birlikte onları karşılamak için Medine’nin dışına çıkacaklardı. Bu sırada Hz. Ca’fer’in çocuklarını da kendi terikesine almış, Cürüf denilen yere kadar gelmişti. Mûte’nin kahramanları şimdi karşılarında duruyorlardı!
İmkânsızlıklar içinde Allah (celle celâluhû) inâyet etmiş ve en az zayiatla; en önemlisi de mağlubiyet yaşamadan geri dönülmüştü. Ancak herkes bunun farkında değildi ve ashâbdan bazıları onlara:
– Savaş kaçkınları, diye seslenmeye başlamıştı. Yüreğe işleyen acı sözlerdi bunlar ve dayanamayıp onlar da:
– Yâ Resûlallah! Bizler kaçaklar mıyız, diyerek bunu, Allah Resûlü’ne taşıdılar. bunun adının, gerçekten savaştan kaçmak olup olmadığını bizzat öğrenmek istiyorlardı:
– Bilâkis sizler, yeniden toparlanıp da düşmanla çarpışmaya hazırlananlarsınız, diyerek Mûte ashâbının yüreğine su serpti Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem). Ardından da ashâbına döndü ve:
– Onlar, Allah yolunda savaşmaktan kaçanlar değil; bilâkis inşâallah yeniden cepheye koşma azmiyle geri çekilmiş askerlerdir, buyurdu. Meseleye son noktayı koyan cümlelerdi bunlar ve o âna kadar utancından gizlenme lüzumu hissedenler rahat bir nefes almışlardı ve Allah ve Resûlü katında bir kusur işlememiş olmanın huzurunu yaşıyorlardı.