Efendimiz’in (sas) Veda Tavafı ve Kâbe’ye Son Bakışı (14 Zilhicce 10 Hicrî)

653

Gece Ten’im’de ihrama giren Âişe Validemiz, kardeşi Hazreti Abdurrahmân ile umrelerini bitirmiş ve sabaha doğru Ebtah’a gelmişlerdi. Gecelerinin çoğunu ayakta ve kulluk hâlinde geçiren Resûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem), onların gelişini görür görmez, umrelerini kastederek “Bitirdiniz mi?” diye sordu. “Evet!” cevabını alır almaz da hareket emrini verdi; Kâbe’ye gidiyorlardı!

Sabah vaktinden önce varmışlardı. “Benî Şeybe” kapısı olarak da bilinen “Abdimenâf” kapısından giriyordu. Hastalığı sebebiyle kafileye ayak uydurmakta zorlanan Ümmü Seleme Validemiz “Yâ Resûlallah! Ben, hâlâ hastalıktan muztaribim!” diyerek halini arz etmiş ve “Ne yapayım?” diye sormuştu.  Bunun üzerine Annemiz’e yol gösteren Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), “O zaman sen, binekli olarak ve insanların arasına karışmadan dışardan tavaf yap!” buyurdu. 

Diğer tarafta bu tavafa gelemeyen bir annemiz daha vardı; Hazreti Safiyye’nin (radıyallahü anhâ) hastalandığını öğrenen Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Şimdi o, bizim ayrılıp gidişimizi durdurdu mu?” diye sordu. Bunu sorarken halinde, hastalığından kurtuluncaya kadar burada kalacağının endişesi okunuyordu. O’nu rahatlatan, Âişe Validemiz oldu; “Ey Allah’ın Resûlü!” dedi. “O, ifâza tavafını yapmıştı!” 

Resûlullah’ı rahatlatan bir haberdi bu ve “O halde ayrılıp gidebilir!” buyurdu. Aynı zamanda bu, haccın ikinci rüknü olan ifâza tavafını yapmayanların, hac ibadetlerinin tamamlanmayacağı, bu ibadeti yaptıktan sonra hayız gören kadının da veda tavafını yapmadan önce memleketine dönebileceği anlamına geliyordu.

Gelir gelmez tavafa başlayan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), herkesin kendisini görebilmesi, sorusu olanların da rahatlıkla sorabilmesi için devesinin üzerinde tavaf ediyordu.

Etrafındaki kalabalıkla birlikte Kâbe’yi tavaf ederken gözüne ilişen bir manzara hoşuna gitmemişti. Adamın birisi, Kâbe’yi tavaf ederken kendini bir iple bir başkasının eline bağlayarak tavaf yapıyordu. Bu, mahlukatın en şereflisi olarak yaratılan insana, diğer canlılara yapılan muameleye benzer bir uygulamayı çağrıştırdığından Allah Resûlü’nün hoşuna gitmedi. Böyle yapmalarının sebebini soran Efendimiz’e “Ya Resûlallah! Biz bu şekilde tavaf yapmayı nezretmiştik!” dediler. Bunun üzerine Allah Resûlü “Bu şekilde bir adak doğru değildir. Hakiki adak, kendisiyle Allah’ın rızasının arandığı şeydir.” buyurdu ve müdahale edip bizzat kendi elleriyle bu bağı çözdü. Sonra da “Bundan böyle bu insanı, elinden tutarak yürüt!”dedi.

Her şavtında, elinde bulunan ve “mihcen” denilen ucu azıcık kavisli değnekle Hacerü’l-Esved’i istîlâm ediyordu. Bunu yaparken aynı zamanda “Allahu Ekber” dediği duyuluyordu. O’nu daha yakından takip edenler, her istîlâmından sonra elindeki değneği mübarek dudaklarına götürüp öptüğünü görüyorlardı.

Sabah namazından önce tavafını bitiren Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Makâm-ı İbrâhîm’e geldi ve burada iki rekât tavaf namazı kıldı. Ardından “Mültezem” adı verilen ve Hacerü’l-Esved ile Kâbe kapısı arasındaki yerde durdu. Ona göğsünü yasladı; sanki üzerinde, efendisinin kapısında dilenip yalvaran bir kölenin hâline benzer bir hâl vardı ve izzet ü celâl sahibi Yüce Mevlâ’ya uzun uzadıya dua ediyordu!

Ezanının okunuşuyla birlikte saf tutan ve sünnetini kılıp da kendisini bekleyen cemaatinin yanına geldi ve ashâbına sabah namazını kıldırdı; “Tûr” Sûresi’ni okuyordu.

Bu sıralarda Efendimiz’in yanına, Ebû Cehil’in kardeşi Hâris İbn-i Hişâm’ın yaklaştığı görüldü. “Yâ Resûlallah!” diyordu. “Şüphesiz ki siz, akrabalık bağlarını güçlü tutmayı ve ziyaretleri aksatmamayı, komşulara ihsanda bulunmayı, yetimi koruyup gözetmeyi, zayıf ve miskinleri yedirip içirmeyi teşvik ediyorsunuz. Bütün bunların hepsini, Hişâm İbn-i Muğire de yapıyordu; sizin onun hakkında ki kanaatiniz nedir?”

Hişâm İbn-i Muğîre, Hâris’in babasıydı. Hâris Mekke fethine kadar kardeşi Ebû Cehil’den farksız bir duruş sergilediği halde fetih sonrasında hassaslardan hassas bir Müslüman olmuştu. Belli ki babasının yaptığı bu iyi işlerin, ötede ona bir faydasının olup olmayacağını merak ediyordu. Herhâlükarda hakkı temsil eden Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), şunları söyledi:

“Kabir’de yatan bir kimse, ‘Lâ ilâhe illallah!’ diyerek Allah’ın varlığına ve birliğine şahitlik yapmadan ölmüşse, o kabir, onun için ateşten bir çukurdur. Ben amcam Ebû Talib’i de Cehennem’in orta yerinde bulmuştum. Ancak Allah (celle celâlühü), benim hatırıma ve bana yaptığı iyiliklerden dolayı onu, Cehennem azabının en hafif ve az olduğu sığ yerde kıldı.”

Bunları ifade ettikten sonra yine bamteline dokunan cümlelere geldi sıra; “Benden sonra nebî gelmeyeceği gibi sizden sonra da başka bir ümmet yoktur!” diyordu Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem). Şüphesiz ki böyle bir meziyetin korunabilmesi, mükellefiyetlerin titizlikle yerine getirilmesine bağlıydı ve bu hassasiyete dikkat çekme kabîlinden şunları söyledi: 

“Rabbinize kulluk edin, beş vakit namazınızı ikâme edin, zekâtlarınızı verin, Ramazan orucunuzu tutun ve ulü’l-emre itaat edin ki Rabbiniz’in Cennet’ine giresiniz!”

Ayrılık vaktinin yaklaştığı bu demlerde bir de müjdesi vardı. Dünya hayatında ellerinden tutup dupduru bir hayatı yaşamalarına vesile olduğu ümmeti için Hesap Günü’nde de devreye girecek ve onlara şefaat edecekti. Bunu ifade ederken şöyle diyordu:

“Bana şefaat izni verildi!”

Şimdi sırada, vatandan, acı-tatlı hâtıralardan, ikizi olan Beytullah’tan ayrılmak var. Hicret esnasında son nazarlarını atfederken, “Biliyorum ki Allah nezdindeki en kıymetli şehirsin; şayet seni benden mahrum etmeselerdi seni bırakıp gitmezdim!” dediği Mekke ile Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), dünya gözüyle son kez vedalaştı. Gölgesinde doğup çocukluğunu semtinde geçirdiği ve hayatı boyunca ünsiyet peydâ edip kıble olarak yöneldiği Kâbe’den ayrılıyordu! Âdeta ruhun bedenden ayrılışı gibi zor olsa da insanlığın yöneldiği “mihrâb” artık Mekke’de kalmış, yüzleri ona çeviren Rehber-i Ekmel ise Medîne’ye dönüyordu! 

Kâbe’den çıkarken, aşağı tarafa denk gelen ve “Hayyâtîn” kapısı olarak bilinen “Hazvere” kapısından çıktı. O’nun hareketiyle birlikte Kâbe’den ayrılmaya başlayan ashâbı, Arafat’ta omuzlarına emanet olarak aldıkları vazifeleri eda etmek için akın akın kendi memleketlerine dönüyordu. 

Efendimiz ile birlikte Medîne istikametine gidecek olanların konaklama yeri, yine Zî Tuvâ idi. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) buraya gelmiş, gece burada konaklayacağını ilan etmişti.

Kâbe’den ayrılık söz konusu olsa da hayat devam ediyordu ve Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Müslümanlara ait işlerin organizesi adına boşluk bırakmak istemiyordu. İki yıl öncesine kadar babası Ebû Cehil’i aratmayan Hazreti İkrime’yi, Hevâzin tarafına zekât âmili olarak tayin etti.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.