Efendimiz’in (sas) Mina’daki Bayram Hutbesi (10 Zilhicce 10 Hicrî)

261

O gün Hazreti Ali ve Abdullah İbn-i Huzâfetü’s-Sehmî gibi sahâbîler, Efendimiz’in bu emirlerini insanlara duyuruyorlardı.

Duruşundan, ashâbına söylemek istediği önemli hususların olduğu anlaşılıyordu. Burada da bir hutbe îrâd edecekti. Onun için bekliyor ve belli ki arkadan gelenlerin de kendisine yetişmesini istiyordu. Büyük çoğunluk itibariyle insanların geldiğini görünce, mübarek elleriyle işaret ederek “Muhâcirler buraya!”, “Ensâr da şuraya!” demiş ve kıblenin sağına Muhâcirleri, soluna da Ensârı yerleştirmişti. Diğer insanların da onların etrafında halkalanmasını istemişti.

Ardından yeniden devesi Kasvâ’ya bindi. Amr İbn-i Hârice Kasvâ’nın önünde dururken Hazreti Bilâl onun yularını tutuyor, Hazreti Üsâme de ihramıyla Efendiler Efendisi’ne gölge yapıp güneşin hararetinden O’nu korumaya çalışıyordu.     

“Ey insanlar!” diye başladı sözlerine ve “Sözlerimi iyi dinleyin ve sakın unutmayın! Bilemiyorum; belki de bu yılımdan sonra ben, sizinle bir daha burada buluşamayacağım!” buyurdu.          

Bu, yeniden kalpleri titreten, göz pınarlarını harekete geçiren bir hatırlatmaydı. Yolculuk öncesinden başlayan ve yol boyunca her fırsatta tekrar ettiği bir husustu. Yine söz vedalaşma ve helalleşmeye getirilmişti!            

Mübarek beyanlarının bir kısmı, Arafat’taki hitabını hatırlatır mahiyetteydi. “Ey insanlar!” deyip üst üste sorular sormaya başladı. Her defasında ashâb, farklı bir cevap alacaklarını zannederek ihtiyatla karşılıyor ve cevabını da Resûlullah’a havale ediyordu. Üst üste gelen karşılıklı şu diyaloga sahne oldu o gün Minâ:      

            – Biliyor musunuz; bugün hangi gündür?

            – Allah ve Resûlü daha iyi bilir!

            – Bugün, Kurban günü değil mi? 

            – Evet, Kurban günüdür! 

            – Doğru söylediniz; büyük hac günüdür! 

            – Peki, bu ayın hangi ay olduğunu biliyor musunuz? 

            – Allah ve Resûlü daha iyi bilir! 

            – Zilhicce değil mi? 

            – Evet, Zilhicce’dir. 

            – Doğru söylediniz; Zilhicce’dir!       

            – Burası hangi beldedir? 

            – Belde-i Haram değil mi? 

            – Evet! 

            – Doğru söylediniz!

            – En çok hürmet gösterdiğiniz gün hangisi? 

            – Bu günümüzdür! 

            – Kıymet itibariyle en çok hürmet ettiğiniz ay hangisi? 

            – Bu ayımızdır! 

            – Kutsallık açısından en önemli belde hangi beldedir? 

            – Bu beldemizdir!

Üst üste gelen bu soru ve cevaplardan sonra Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), sözü esas mecrasına getirip ashâbına şunları söyledi: 

 “Rabinize kavuşacağınız âna kadar kanlarınız, mallarınız, ırz ve namusunuz bu şehrin, bu ayın, bugünün haramlığı ve dokunulmazlığı gibi birbirinize haramdır; Allah size bunları haram kılmıştır!”

Herkesin duymasını arzu eden ve iyice pekiştirilmesini dileyen bir görüntüsü vardı ve dün olduğu gibi yeniden, “Tebliğ ettim mi?” diye sordu. Ayrılığı hatırlatan her ifadeyle gönüllerindeki coşkuyu dışa vuran ashâb-ı kirâm, “Evet!” diye karşılık verirken, bulundukları yerden hıçkırık sesleri yükseliyordu. Resûlullah’ın mukabelesi yine aynıydı: 

“Allah’ım! Şâhid ol!”

Sonra şöyle devam etti:

“Muhakkak ki sizler Rabbinize kavuşacaksınız! O da sizleri amellerinizden sorguya çekecektir!          

Dikkat ediniz! Kimin yanında bir emanet varsa, onu sahibine hemen teslim etsin!

Biliniz ki Câhiliyye devrindeki bütün ribâlar kaldırılmıştır! 

Câhiliyye devrindeki bütün kan davaları kaldırılmıştır! Kaldırdığım ilk kan davanız da İyâs İbn-i Rebia İbn-i Hâris’in kan davasıdır! 

Biliniz ki müslümanın müslümana her şeyi haram kılınmıştır; rızası olmadıkça müslümanın malı, başkasına helal olmaz!”

Bu arada Amr İbn-i Yesrîbî isimli bir sahabî araya girdi ve şöyle bir soru sordu: “Yâ Resûlallah! Amcaoğlumun sürüsünü görsem bir koyun alıp kesemez miyim?” Allah Resûlü Hazreti Amr’ı tanımıştı veşöyle karşılık verdi: 

“Bir koyunla karşılaşsan üzerinde de bıçak ve çakmak olsa üstelikte odunun bol olduğu bir vadide bulunsan değil onu kesip alman dokunman bile uygun olmaz!”     

Araya giren soru cevabın ardından Allah Resûlü konuşmasını şöyle sürdürdü:

“Nefislerinize zulmetmeyiniz ve benden sonra, sakın küfre geri dönmeyiniz ve birbirinizin boynunu vurmayınız!      

Ey insanlar!    

Nesi’ -haram (saygın) ayların yerlerini değiştirip ertelemek- sadece kâfirlikte ileri gitmektir. Öyle yapmakla, kâfirler büsbütün şaşırtılırlar. Allah’ın saygın kıldığı sayıya denk getirmek üzere onu bir yıl helâl, bir yıl haram sayarlar ve böylece Allah’ın haram kıldığını helâl kabul ederler. Haberiniz olsun ki zaman Allah’ın, gökleri yeri yarattığı gündekine benzeyen şekline, ilk haline dönmüştür. Allah’ın katında ayların sayısı on ikidir. Bunların dördü haram aylardır. Üçü birbiri ardınca gelir Zilkade, Zilhicce, Muharrem. Biri de Cumâda’l-Âhire ile Şa’bân arasında bulunan Mudar’ın ayı diye isimlendirilen Receb’tir. Ay da 29 veya 30 gündür.      

Ey insanlar!

Muhakkak ki kadınların sizin üzerinizde hakkı vardır. Sizin de onlar üzerinde hakkınız vardır. Sizin onlar üzerindeki hakkınız; döşeğinize hiç kimseyi ayak bastırmamaları, istemediğiniz kimseyi izniniz olmadıkça evlerinize sokmamalarıdır. Eğer onlar aksini yaparlarsa, Allah sizin onları yatakta ilgisiz bırakmanıza izin vermiştir. Faydası olacaksa kendilerini fazla incitmeyecek derecede, tedip edebilirsiniz de! Eğer vazgeçip size itaat ederlerse, onların üzerinizdeki hakkı; mâruf veçhile kendilerinin bütün yiyecek ve giyeceğini sağlamaktır. Çünkü onlar yanınızda zayıf bir durumdadırlar, kendileri için bir şeye malik değildirler. Siz onları ancak Allah’ın emaneti olarak aldınız ve kendileriyle evlenmeyi de Allah’ın kelimesi, emir ve müsaadesiyle helâl edindiniz. Kadınlar hakkında Allah’tan korkunuz. Onlara daima hayırla muamele ediniz! 

Muhakkak ki Yüce Allah (celle celâlühü), mirasdan her insanın hissesini belirlemiş, her hak sahibine hakkını vermiştir. Vâris için, vasiyete gerek yoktur. Biliniz ki; çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zânî için mahrumiyet vardır. Kendisini babasından başkasına nisbet eden kişi veya kendisini efendisinden başkasına nisbet eden köle, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lanetine uğrasın! Allah öylesinin farz ve nafilesini kabul etmez! Müslüman, müslümanın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştirler! Müslüman kişiye, kardeşinin kanı da malı da helâl olmaz! Meğer ki kendisi gönlünden koparak vermiş olsun!        

Ey insanlar!

Muhakkak ki Şeytân, şu toprağınızda kendisine tapılmaktan umudunu kesmiş bulunuyor! Fakat sizin küçük gördüğünüz bazı amellerinizde ona uymanız onu hoşnut edecektir!

Size, âzası kesik siyahi bir köle bile emir tayin edilirse o sizi Allah’ın Kitabı ile yönettiği sürece onu dinleyiniz ve kendisine itaat ediniz! 

Dikkat ediniz! Suçlu, kendi suçundan başkasıyla suçlanamaz! Baba, oğlunun suçu üzerine oğlu da babasının suçu üzerine suçlanamaz!

Dikkat ediniz! Siz şu dört şeyi kat’iyyen işlemeyeceksiniz: Allah’a hiçbir şeyi eş ve ortak tutmayacaksınız! Allah’ın haram ve dokunulmaz kıldığı cana haksız yere kıymayacaksınız! Zina etmeyeceksiniz! Hırsızlık yapmayacaksınız!  

Ben, insanlar ‘Lâ ilâhe illallah’ deyinceye kadar mücadele etmek üzere emrolundum! Onlar, bunu söyledikleri zaman canlarını ve mallarını korumuş olurlar. Geriye kalan hesapları ise Allah’a aitir!

Ben aranıza, sizi sapıklıktan koruyacak şeyi bıraktım. O da Allah’ın Kitabıdır!”

Bunları söyledikten sonra bir kez daha sordu:

            “Tebliğ ettim mi?”

Mahşeri kalabalığın cevabı yine aynıydı:

            “Evet!”

Yine mübarek elini kaldırdı ve “Allah’ım! Sen şahit ol!” buyurdu.

Hutbesinde verdiği mesajların, huzurda bulunup işitenler tarafından, orada bulunmayanlara ulaştırılmasını tembih ediyordu. Abdullah İbn-i Ömer gibi orada Allah Resûlü’nü dinleyenler mesajı almış ve bu haccın adını çoktan koymuşlardı: “Veda Hacı!” Abdullah İbn-i Abbâs gibi sahâbîler, neredeyse her bir sahâbisi ile teker teker helalleşmeyi ifade eden bu beyanlarıyla Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem), artık insanlar arasından ayrılık vaktinin geldiğini anlamış ve buradaki hutbelerini de Resûlullah’ın ümmetine bir vasiyyeti olarak okumuşlardı!

Hayatî meselelerin birkez daha toplu halde gündeme getirildiği bu hutbesiyle Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), birkaç gündür zikrettiği bazı konuları Minâ’da yeniden hatırlatmak suretiyle o âna kadar bunları duymayanların da duymasını sağlıyor ve söylenilenlerin muhataplar nezdinde özümsenmesinin önemine de vurgu yapmış oluyordu. Zira muhataplar nezdinde, konuşulanların doğru anlaşılması, söylenilen sözler kadar önemliydi! 

İşin bir de inayet tarafı vardı; hitâbet esnasında ashâb-ı kirâmın duyma yetenek ve kabiliyetleri katlanmış, Resûlullah’ın Minâ’da yaptığı bu konuşmayı, sanki yanı başlarındaymışçasına bir netlikte duyuyor ve anlıyorlardı! Halbuki bu esnada onlardan bazıları çok uzaklarda, hatta bir kısmı itibariyle kendi çadırlarında bulunuyorlardı. Onlar, Minâ’da yaşanan bir mu’cizeye de şahitlik ediyorlardı!

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.