Efendimiz’in (sas) Kararlarında Kamuoyunu Dikkate Alması

782

İnsanların bir hususla alakalı duygu, düşünce, tercih ve muamelelerinde, yaşadıkları ana, döneme ve topluma hâkim olan fikirlerin, algıların, önyargıların kısacası kamuoyunun büyük yeri ve etkisi vardır. Zira zihinlerde kalan iz, bakış açısına, kararlara, eylem ve söylemlere doğrudan etki etmektedir. Hatta günümüzde bu husus, fert ve toplumlar üzerinde yürütülen psikolojik/soğuk savaşın ve reklam endüstrisinin en önemli unsuru olarak kullanılmaktadır. Farklı yollarla (sosyal medya ve haber kanalları, gazete, dergi, lobicilik…) toplumda/toplumlarda bir algı atmosferi oluşturulmakta ve böylece fertlerin niyet ve nazarlarına yön verilmeye çalışılmaktadır. Bu faaliyetler, insanlardaki cehalet, önyargı, araştırma isteğinin zayıflığı, hamaset, hırs, haset, milliyetçilik, tarihte yaşanmış kavgalar ve menfaat duygusuyla birleşince tam bir yıkım etkisi yapmaktadır. En masum ve makul dini-ahlakî değerler, fikirler, yapılar ve insanlar, kamuoyunda oluşturulan algılarla zihinlerde en karanlık, en kirli ve en tehlikeli “şey” konumuna çekilebilmekte; aynı yolla en zararlı, en yıkıcı ve en ayrıştırıcı unsurlar, masum ve faydalı görüntüsüne kavuşturulabilmektedir.

Bu çerçevede tevhid ve nübüvvet tarihine baktığımızda Peygamberlerin çok hassas hareket ettiğini görmekteyiz. İnsanların dünya ve ahiret saadetini ilgilendiren ve tebliğle yükümlü oldukları ilahi mesajların, birileri tarafından olumsuz sıfatlarla yaftalanmaması ve oluşturulan algılara kurban edilmemesi adına kılı kırk yararcasına dikkatli hareket etmişlerdir. Tertemiz bir hayat yaşamış, hep hak hukuk dairesinde kalmış, hal ve hareketlerini evrensel insani değerler üzerine inşa etmiş, barışı, sevgiyi, şefkat ve merhameti öncelemiş, işlerini istişare ile topluma mal etmiş, dünyevi hiçbir beklentiye girmemiş, mesajlarını ve hedeflerini en anlaşılır şekilde ortaya koymuşlardır. Özellikle Allah Resûlü, bu konuda daha bir hassas davranmış; tavır ve davranışlarında insanlarda oluşabilecek veya oluşturulabilecek menfi ya da müspet algıları hep dikkate almış, temsil, tebliğ ve inşa ettiği değerlerin ruhuna zıt hiçbir duruş ortaya koymamıştır. 

Mekke’deki Sabır

Allah Resûlü, vazifesini yaparken, karşılaştığı problemleri çözerken, krizleri yönetirken kullandığı metotlara, attığı adımlara, verdiği kararlara çok dikkat ediyor; Allah’ın nurunu söndürmek isteyenlere, açık kapı bırakmıyordu. Bunun için Mekke döneminde yapılan onca zulme ve kötülüğe sabretmiş, ashâbına da sabretmelerini emir ve tavsiye etmişti. Onlar ısrar etse de kendilerine yapılanlara aynıyla karşılık vermelerine izin vermemişti. Yarımadada Müslümanlar aleyhinde kamuoyu oluşturmak isteyen hatta bunun için özel bir ekip kuran Mekkeliler, bir türlü aradıkları bahaneyi bulamamış, kampanyalarını yalan ve iftiralarla yürütmek zorunda kalmışlardı. Hatta Müslümanları kamuoyunda zor duruma düşürmek için ateşe tapan Perslerin, Ehl-i Kitap Bizanslılar karşısında elde ettikleri zaferi bile kullanmışlardı. İnsanların yolları üzerine oturuyor, her gördüklerine -haşa- O’nun şair, mecnun, kâhin, büyücü ve bölücü; yanındakilerin de sapkın, aklı kıt ve mürted kimseler olduğunu anlatıyor ama bir türlü hedeflerine ulaşamıyorlardı.1 Zira kamuoyunda oluşturulan bütün bu isnat ve ithamların, zihinlerden dağılıp gitmesi için insanların, Allah Resûlü’nü görmeleri, meclisinde oturup onu dinlemeleri veya O’nunla birkaç dakika muhabbet etmeleri yetiyordu.2

Kuba’daki On Dört Günlük İkamet 

Hicretten sonra Kuba’ya gelen Allah Resûlü, 14 gün boyunca Medine’ye girmemişti. Zira on bin kişilik Medine’de onu davet edenler 75 kişiydi. Bu süre zarfında geriye kalanların gelişini nasıl algıladığını okuma imkânı elde etmiş ve Medine’ye varır varmaz ilk icraatlarından biri, şehrin anayasası kabul edilen, farklı kimliklerin hak ve huzur içerisinde yaşamasını temin edecek Medine Vesikası’nı onlarla birlikte kararlaştırıp yürürlüğe sokmak olmuştu. Zira Kuba’da 14 gün boyunca misafir kaldığı ev taşlanmış; krallık tacı giymeye hazırlanan İbn-i Übeyy tarafından dışlanmış, Nadir, Kaynuka ve Kurayzaoğullarının düşmanlık duygusuyla hareket edeceklerini anlamıştı. Medine Vesikası ile özellikle bu üç kabilenin kamuoyunda nefret söylemi yürütüp dünyanın değişik yerlerindeki dindaşlarını harekete geçirmelerinin önüne geçmişti. Çünkü Vesika onlara, kendi dinlerini ve değerlerini istedikleri gibi yaşama, ticaretlerini kaldıkları yerden sürdürme ve aralarında öteden beri devam edegelen kavgaları bitirme imkânı da veriyordu.

Hamrâü’l-Esed Hamlesi

Uhud’un üzerinden 24 saat geçmeden Efendimiz’in, yaralı ashâbıyla birlikte Hamrâü’l-Esed’e hareket etmesinde de kamuoyunu önemsemenin büyük bir etkisi vardı. Zira Uhud’da yaşananlar, Mekkelilerinde gayretleriyle kısa sürede yarımadada duyulacak ve Medine’ye saldırmak için fırsat kollayanların iştahını kabartacaktı. Zira Bedir’de elde edilen zafer, kabilelerin kalbine korku salmıştı; saldırı hazırlığı yapanlar Efendimiz’in çıkışını haber alınca dağılıp kaçıyorlardı. Fakat kamuoyuna hâkim olan bu psikolojik hava Uhud’da sarsılmıştı. Şimdi kabilelerin cesaretlerini toparlayıp Medine’ye saldırmaları kuvvetle muhtemeldi. Doğru, Uhud’da bir yara alınmıştı ama Müslümanlar devrilmemişti ve bunun hemen, herkese gösterilmesi gerekiyordu. Bu vb. sebeplerle Efendimiz, ertesi sabah Hamrâü’l-Esed’e kadar gelip karargâh kurmuş; geri dönüp Medine’yi yağmalamak isteyen müşrikler ise korkup Mekke’nin yolunu tutmuştu.  

Remel

Hudeybiye’den ayrıldıktan sonra kazanan tarafın kendileri olduğuna Mekke kamuoyunu ikna etmeye çalışan müşrikler, “Müslümanlar, yoksulluğa ve hastalığa uğramışlar. Yokluk ve sıkıntı içine düşmüşler. Yesrib’in humması onları çok zayıf düşürmüş. Zayıflıktan geceleri uyuyamıyorlarmış!” diyerek kampanya yürütüyorlardı. Allah Resûlü, bütün bunlardan haberdar olmuştu. Ertesi sene Kaza Umresi için yola çıkan Müslümanların bu perişan halini(!) görmek için halk, Daru’n-Nedve ve Hicr’de kuyruğa girmişti.

Mescid-i Haram’a giren Allah Resûlü, sekiz gündür yol yürüyen ashâbına, “Bugün, kendisini şu müşriklere güçlü ve zinde gösterenlere Allah merhametiyle muamele buyursun. Dikkat edin onlar sizde bir gevşeklik ve noksanlık görmesin. Onların gücünüzü görmesi için ilk üç şavtta remel (sağ omuz açık, hızlı ve çalımlı yürüme) yapın!” buyurdu. Hatta tavaf esnasında Abdullah İbn-i Revaha’ya şiir okutturmuş ve ashâb da gür sesle iştirak etmişlerdi. Müşrikler büyük bir hayal kırıklığı yaşamışlardı: “Baksanıza Yesrib’in humması onları hiç de zayıflatmamış! Hâlâ zinde ve sapasağlamlar! Bize, bunların sıtmadan zayıf düştükleri anlatılmıştı. Halbuki, bizden daha zindeler! Yürümüyor geyik gibi zıplıyorlar!”3

Allah Resûlü, tavaf ibadetinin içine dahil ettiği remel sünnetiyle, müşriklerin kamuoyunda oluşturmaya çalıştığı, “Göç ettikleri yurtta bunlar zayıf ve çelimsiz düşmüş!” algısını yerle bir etmiş; Müslümanlara düşmanlık duygularıyla oturup kalkan kimselerin de morallerini bozmuş ve cesaretlerini kırmıştı.

Münafıkların Reisi Abdullah İbn-i Übeyy’in Durumu 

Müreysi seferinde kuyudan su çekerken bir Muhacir ile Ensar arasında yaşanan gerginliği fırsat bilip fitne çıkartma adına Abdullah İbn-i Übeyy’in yapıp ettikleri, bardağı taşıran son damla olmuştu. Zira Allah Resûlü’nün olayı zamanında haber alıp müdahale etmesi ve her iki tarafın ileri gelenlerinin gösterdiği sağduyu olmasa, Muhacir ve Ensar’ı vuruşmak için karşı karşıya getirmişti. Beş yıl boyunca defalarca Rahmet Peygamberi’nin şahsına ilişen, Mekkelilerle iş birliği yapıp hem Medine’den istihbarat veren hem de onları Medine’ye saldırıya kışkırtan, Uhud sürecinde Müslümanları yüzüstü bırakmakla kalmayıp alınan yarayı derinleştirme adına sürekli fitne fesat çıkaran, Kaynuka ve Nadiroğullarını iç isyana teşvik eden Abdullah İbn-i Übeyy’in faaliyetlerine daha fazla dayanamayan bazı Müslümanlar gelmiş ve onun işini bitirmek için izin istemişlerdi.

Fakat Allah Resûlü, onlar gibi düşünmüyordu. Meselenin adalete bakan tarafı bir yana onun işini bitirmek, etrafındaki bini aşkın insanın kalbindeki nifakı artırır ve onları, toplum için daha zararlı hale getirebilirdi. Onu taraftarları arasında kahraman yapardı. Ailesinden ve kabilesinden samimi Müslümanları üzüp rencide edebilirdi. Ama bunlardan da öte başta yarımada olmak üzere bölge ülkelerinde Allah Resûlü ve Müslümanlar aleyhinde kamuoyu oluşturup insanları hem İslam’dan soğutmak hem de korkutmak için kullanılabilirdi.

Nitekim bazı gruplar en normal durumları bile daha önce bu istikamette kullanmıştı. Hicretten yedi ay sonra Hz. Es’ad İbn-i Zürâre hastalanıp vefat ettiğinde onun ölümünü değerlendirmek isteyenler, “Eğer O gerçekten peygamber olsaydı sahabisi ölmezdi!” diyerek aleyhte bir propaganda başlatmış ve bununla Allah Resûlü’nü kamuoyunda zor duruma düşürmeye çalışmışlardı. Yine Uhud’da alınan yarayla alakalı -haşa- “Eğer gerçekten peygamber olsaydı, müşriklere yenilmezdi. Kendisinin saltanattan başka bir maksadı yoktur!” diyerek toplumu yönlendirmeye ve Müslümanlar arasında fitne, fesat çıkarmaya yeltenmişlerdi. Bir de Tebûk sonrasında yaşanacak Ka’b İbn-i Malik olayıyla ortaya çıkmıştı ki Medine’deki gelişmeler hatta Müslümanların kendi aralarındaki ilişkiler bile tüm bölgede yakından takip ediliyordu.

Allah Resûlü, baş münafıkla alakalı teklifi yapanlara döndü ve “Nasıl olur! Bazı insanlar, ‘Muhammed ashâbını öldürüyor!’ diye bunu kullanmaya kalkarlar! Hayır! Ben böyle bir şeye asla izin vermem!…”4 buyurdu. Bu arada gelişmeyi haber alan İbn-i Übeyy’in oğlu Hz. Abdullah da gelmiş ve “Varsa böyle bir düşünceniz bunu ben yapayım!” demişti. Allah Resûlü, ona da şu cevabı verdi: “Hayır! Bilakis, ona nezaket sınırları içerisinde davranırız. Aramızda kaldığı müddetçe de kendisiyle iyi arkadaşlık yaparız!”5  

Bu son sözüyle Allah Resûlü’nün bölge kamuoyunun yanında münafıkların kendi içindeki algıları da kırmayı hedeflediğini söyleyebiliriz. Zira reislerinin yaptığı onca kötülüğe rağmen Efendimiz’in takındığı bu müspet tavır, onları zamanla düşünmeye, yapıp ettiklerini sorgulamaya ve mülayemete götürmüştü. Hatta Efendimiz son bir hamle yapıp Abdullah İbn-i Übeyy’in cenaze namazını kıldırınca6 bini aşkın münafık daha fazla dayanamayıp o gün samimi birer Müslüman olmuştu.

Uyeyne İbn-i Hısn’a Muamele

Bu konuda çarpıcı bir örnek de Efendimiz’in, hakkında “Ahmak bir kişi. Ama kavmi ona itaat ediyor!”7 buyurduğu Benî Fezâre kabilesinin reisi Uyeyne İbn-i Hısn’a muamelesidir. Hayber’e kadar Müslümanların karşısında duran ve Medine aleyhindeki bütün organizasyonlara destek veren Uyeyne, Hayber’den sonra güç dengelerinin değiştiğini görmüş, menfaat elde etmek için teslim olmaya ve Müslümanların safında yer almaya karar vermişti. Aynı zamanda çok kaba ve kötü bir insandı. Bir gün Allah Resûlü, uzaktan onun geldiğini fark etmiş ve yanındakilere ne kadar tehlikeli bir insan olduğundan bahsetmişti. Ama huzuruna gelince ilgilenip iltifatta bulunmuştu. Bu manzara karşısında şaşıran ashâbına, “İnsanların en kötüsü, şerrinden emin olmak için kendisine izzet ve ikramda bulunulan kimsedir!”8 buyurmuştu. 

Ganimet niyetiyle Mekke’nin fethine ve Huneyn’e iştirak eden Uyeyne, Taif kuşatmasında da hazır bulunmuştu. Kuşatma Müslümanların lehine devam ederken Allah Resûlü’nün huzuruna gelmiş; “Ya Resûlallah! İzin ver de Taif kalesine gidip onlarla konuşayım! Belki Allah onlara hidayet nasip eder.” demişti. Bunun üzerine Efendimiz, kendisine izin vermiş ve Sakîflilerle konuşması için göndermişti. Ne var ki Uyeyne onların kalesine girince tam tersi istikamette konuşmuş ve Sakîflilere şöyle seslenmişti: “Babam, anam sizlere feda olsun! Vallahi, Muhammed hiç bir zaman sizin gibisiyle karşılaşmadı! Kalenizde direnin! Burası sarp ve korunaklı bir yerdir! Silahınız çok, akarsularınız boldur! Asla korkmayın! Müslümanlar kölelerden bile daha zayıf! Sakın teslim olmayın!…” Böylece teslim olmaya hazırlanan Sakiflileri yeniden cesaretlendirmiş ve ardından da Müslümanların yanına geri dönmüştü.

 Efendimiz, kendisine “Ey Uyeyne! Onlara ne söyledin?” diye sorunca “Kendilerine İslâm’ı arz ettim ve Müslüman olmaya davet ettim. İslâm’ı tercih ediniz! Vallahi, Muhammed yurdunuzun ortasında sizi teslim almadıkça geri durmayacaktır! Kendiniz için O’ndan eman alınız! Sizden önce Kaynuka, Nadîr, Kurayza ve Hayber Yahudileri gibi kale ve silah sahipleri direnemeyip O’na teslim oldular.” şeklinde konuştuğunu ve elinden geldiği kadarıyla da onların moral ve motivasyonlarını düşürdüğünü söylemişti. Uyeyne sözünü bitirince Efendimiz “Yalan söylüyorsun! Onlara şöyle şöyle söyledin!” buyurmuş ve dediklerinin hepsini haber vermişti. Uyeyne, hem Sakîflileri Müslümanlar aleyhine kışkırtmış ve hem de hilaf-ı vaki beyanda bulunarak Efendimiz’i aldatmaya kalkışmıştı.

Bazı sahabîler oradaydı; hem bu ihanetin hem de Efendimiz’e karşı yapılan bu hareketin karşılıksız kalmasını istemiyorlardı. Aralarından biri: “Yâ Resûlallah! Bana izin ver de şunun işini bitireyim?” dedi. Efendimiz, bu tepkiyi ve heyecanı anlıyordu ama meselenin başka boyutları da vardı. Birileri, Hudeybiye anlaşmasından sonra hızla insanların gönüllerinde makes bulan ve sürekli inkişaf edip büyüyen İslam dinini bitirmek, bölge halklarında oluşan müspet kanaati kırmak için bahane arıyordu. Müslümanların çok dengeli ve dikkatli hareket etmesi, her gelişme karşısında hem adil hem de kamuoyunun anlayıp kabul edebileceği kendilerine yakışır bir duruş ortaya koyması gerekiyordu. Teklifi yapan sahabîye döndü ve şöyle buyurdu: “Hayır! İnsanlar bunu, ‘Muhammed arkadaşlarını öldürüyor’, diye İslam’ın aleyhinde kullanmaya kalkarlar!” Ardından da Uyeyne İbn-i Hısn’ı affetti.9 

Heyetlerin ve Elçilerin Karşılanması, Ağırlanması ve Uğurlanması 

Kamuoyu noktasında Efendimiz’in dikkat ettiği bir hususta Medine’ye gelen heyetlerin karşılanması, ağırlanması ve uğurlanmasıydı. Onları bizzat karşılıyor, odasında, Mescidinde veya hemen yakınındaki evlerde ağırlıyor, hepsiyle yakından ilgileniyor ve kucak dolusu hediyelerle geri gönderiyordu.10 Bunu yaparken de onların işin kaynağındaki ve merkezindeki yaşantıya şahit olmalarını, Medine’deki farklı kimliklere karşı hoşgörüyü yaşayarak hissetmelerini, İslam’ın merkezinde nabızların ne için attığını görmelerini ve Müslümanlarla alakalı kopartılan fırtınaların, yalan ve iftiralardan ibaret olduğunu anlamalarını hedefliyordu. Büyük çoğunluğu itibarıyla kafası karışık ve birçok önyargıyla gelen heyetler, durulmuş ve karar değiştirmiş olarak geri dönüyor; izlenimlerini kabilesine veya temsil ettiği devletin yöneticilerine anlatınca onlar da o güne kadar etkisinde kaldıkları kamuoyundaki yanlış malumatlardan arınıyor, şartlanmışlıktan sıyrılıyor, çoğu itibarıyla hak ve hakikate teslim oluyordu. 

Tebûk’te bulunduğu sırada Bizans elçisi, Herakliyus’un mektubuyla yanına gelmişti. Önce kendisine “Sen, bir kavmin elçisisin ve bizim üzerimizde hakkın var! Ancak şu anda biz hareket hâlindeyiz!” buyurarak onu Medine’de ağırlayamadığı ve kendisine hediyeler takdim edemediği için duyduğu üzüntüden bahsetmişti. Bunun üzerine ashâb yanında bulunan en değerli şeyleri, elçiye hediye etmesi için getirip Efendimiz’e vermişti.11

Efendimiz, bu meseleyi o kadar çok önemsiyordu ki vefatı yaklaşınca yaptığı vasiyetlerden birisi, “Aynen benim yaptığım gibi gelecek hey’etleri sizler de kabul edip en güzel şekilde ağırlayarak ve kendilerine hediyeler takdim etmek suretiyle hürmette bulunun!”12 tavsiyesiydi. Çünkü elçinin Müslümanlarla alakalı izleniminin hem şahsının duygu ve düşünceleri hem de devletinin takip edeceği politika üzerinde ciddi etkisi oluyordu. 

Sonuç

Allah Resûlü, bir lider olarak idari kararlarında kamuoyunu, peygamberliğinin ilk gününden itibaren dikkate almıştı. Birilerinin karşısına dikileceğini, şahsını, ailesini, Kur’ân’ı ve ashâbını hedef tahtasına oturtacağını ve böylece mesajının insanla buluşmasını engelleme adına kamuoyunu yanlış yönlendirmeye çalışacağını daha ilk günlerdeki tepkiden anlamıştı. Bunun için yukarda verdiğimiz birkaç örnekten de anlaşılacağı üzere hem Müslümanların kendi içerisinde ki muamele ve münasebetlere hem de düşmanlık duygusuyla oturup kalkanların ortaya koyduğu yıkıcı faaliyetler karşısında takınılacak tavra, çok dikkat ediyordu. Hem adalet ve ahlak çizgisinde hareket ediyor hem de İslam’ın temiz ve aydınlık çehresinin kirletilmesine sebep olacak hiçbir yolu, mübah görmüyor ve buna asla müsaade etmiyordu. Buna rağmen yalan ve iftiralarla kamuoyunda oluşturulmaya çalışılan menfi algıları, müspet hal ve hareketleriyle, hikmetli kararlarıyla çürütüyor; yaptığı hamlelerle insanlar üzerinde olumlu tesirler bırakıyor ve gönülleri fethediyordu. Bütün bunların yanında bir de arkadan gelen müminlere, İslam’ın aleyhine entrikalar kurup dünya kamuoyunu menfi etkilemeye çalışacak kimseler ya da gruplar karşısında takip edilecek bir yol ve örnek alınacak davranışlar miras bırakıyordu.

Dipnot:

  1. İbn-i Hişâm, Sîre 123, 124
  2. İbn-i Hişâm, Sîre 176
  3. Başlık altında verilen bilgiler için Bkz. Buhârî, Megâzî ; Ebu Dâvud, Hac 51; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 1/305, 314, 356; İbn-i Hişâm, Sîre 529, 530; Beyhakî, Sünen 5/72; Delâil 4/315
  4. İbn-i Hişâm, Sîre 491
  5. İbn-i Hişâm, Sîre 491; İbn-i Sa’d, Tabakât 2/65; Taberî, Târîh 2/608; Beyhakî, Delâil 4/62
  6. Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Abdullah İbn-i Übeyy’in cenaze namazını kıldırdığı ile alakalı hadisler için bkz. Buhârî, Cenâiz 22, 84; Tefsîr 9; Müslim, Sıfâtü’l-Münâfıkîn 3; Tirmizî, Tefsîr 10; Nesâî, Cenâiz 40, 69, 79, 92; İbn-i Mâce, Cenâiz 31
  7. İbn-i Sa’d, Tabakât 6/123
  8. Buhârî, Edeb 38, 48, 82
  9. İbn-i Sa’d, Tabakât 6/122; Beyhakî, Delâil,5/163; Vâkıdî, Megâzî 621
  10. Mesela, Medîne’den uğurlarken Sa’lebe ve Hanîfe elçilerine beşer okka gümüş hediye etmiş, Mürre elçisi ile yanındaki on kişiye 10 ve Abdullah İbn-i Avf el-Eşecc’e de hediye olarak 12 okka gümüş vermişti. Akîl İbn-i Ka’b ve Cu’de kabilelerine, içerisinde su kuyuları ve hurma bahçeleri bulunan bir vadi ve arazi; Kaşîr İbn-i Ka’b elçisine giysi hediye etmiş ve onları kavmine dağıtmasını istemişti…
  11. Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 24/418, 419 (15655); İbn-i Asâkir, Târîhu Dımaşk 2/40, 41; İbn-i Kesîr, Bidâye 5/31
  12. Buhârî, Cihâd 176
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.