Ebû Cehil’in Sonu

700

Ön saflarda savaşan Abdurrahman İbn Avf’ın yanına bir aralık Ensâr’dan iki delikanlı geldi. Bunlar, Muâz İbn Amr İbn Cemûh ve Muâz İbn Afrâ adındaki iki Ensâr idi. Bıyıkları yeni terlemiş bu gençler, kervanı takip için Medine’den yola çıkarken, belli ki geri dönmekten son anda kurtulmuş ve buraya kadar gelebilmişlerdi.

Hatta sağ ve sol tarafına gelen bu iki delikanlıyı gören Hz. Abdurrahman, bunlar yerine yanında daha tecrübeli insanların olması temennisinde bulunacaktı. Ancak onların derdi, kendisiyle birlikte savaşmak değildi; birisi usulca yanına yaklaşacak ve yanındaki arkadaşına da duyurmamak için sesini biraz da kısarak fısıltı hâlinde ona şunu soracaktı:

– Ey amca! Sen Ebû Cehil’i tanıyor musun?

– Evet, tanıyorum, dedi Abdurrahman İbn Avf ve sordu:

– Peki, senin Ebû Cehil’le ne işin var ey kardeşimin oğlu?

– Resûlullah’a küfrettiğini duydum; nefsim yed-i kudretinde olana and olsun ki, şâyet onu görürsem, gölgem gölgesinden ayrılmadan önce mutlaka onu öldüreceğim!

O, Abdurrahman İbn Avf’a bunları söylerken diğer delikanlı da arkadan eteğinden çekiyor ve o da, benzeri şeyler söyleyip gizlice Ebû Cehil’i soruyordu. Abdurrahman İbn Avf, bu iki delikanlıların hâl ve istekleri karşısında şaşkınlığını gizleyememişti ama yine de:

– İşte, sizin bana sorduğunuz adam şu, diyecek ve karşısında şiir mırıldanarak savaşan Ebû Cehil’i gösterecekti.

Daha o, parmağını kaldırıp da işaret eder etmez her iki genç, yaydan fırlayan ok misali Ebû Cehil’in olduğu yere doğru koşmaya başlamışlardı. Abdurrahman İbn Avf, arkadan gençleri hayranlıkla seyre dalmıştı. İnsanlar:

– Bugün Ebû Cehil’in yanına kimse yaklaşamaz, diyorlardı ama gençler çoktan Ebû Cehil’in yanına sokulmuşlardı bile. Onların gitmesiyle Ebû Cehil’in yere serilmesi arasında çok az bir zaman geçmişti; Her ikisi birden saldırmış ve inen kılıç darbeleriyle Ebû Cehil yere serilmiş can çekişiyordu.

Sevinçle huzura geldiler; onlar için bir Allah düşmanı daha devrilmişti ya, bundan daha büyük bir müjde olamazdı. Şimdi bu müjdeyi Allah Resûlü ile de paylaşma zamanıydı ve ümmetin firavunu Ebû Cehil’i öldürdüklerini söylüyorlardı. Onların heyecanlarına ayrı bir değer veren Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem):

– Peki, onu hanginiz öldürdü, diye sordu. Her ikisi de:

– Onu ben öldürdüm, diyordu. Bu sefer de onlara:

– Kılıçlarınızdaki kanı sildiniz mi, diye sordu.

– Hayır, yâ Resûlallah, dediler. Bu arada kılıçlarını da çıkarmış, her birisi de, Ebû Cehil’i kendisinin öldürdüğünü ispat için onları Efendimiz’e göstermeye çalışıyorlardı. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), her iki kılıca da dikkatlice baktı ve:

– Onu ikiniz öldürmüşsünüz, buyurdu.

Muâz İbn Afrâ küfür ordusunu İslâm’a karşı kışkırtıp da Bedir’e kadar getiren böylesine önemli bir adamı öldürmüş olmanın hazzıyla huzurdan ayrılırken, kolundaki kılıç darbesini fark etmişti. Kan kaybediyordu. Meğer, Ebû Cehil’e kılıç sallarken onun oğlu İkrime de, Muâz’ı hedeflemiş ve koluna bir kılıç darbesi indirmişti.

Ebû Cehil devrilmişti ama hâlâ yaşıyordu. Artık savaş bitmişti Efendimiz’in talimatıyla sahabe, savaş meydanında dolaşıp da neticeyi görmek istiyordu. Hatta Ebû Cehil’in de ölüler arasında olup olmadığını Efendimiz özellikle sormuş ve tanıyamazlarsa bacağındaki bir yarayı tarif ederek ona bakmalarını tembih etmişti. Zira Hira’daki vuslat öncesinde, Abdullah İbn Cüd’ân’ın hanesinde bulundukları bir sırada Ebû Cehil oyunbozanlık yapmış ve Efendimiz de onu yere çalıvermişti. İşte bu hadise sonrasında Ebû Cehil’in dizinde yara oluşmuştu. Bugün Allah Resûlü aynı yaranın izini hatırlatıyordu.

Abdullah İbn Mes’ûd, Ebû Cehil’i fark ettiğinde Ebû Cehil’in ölümüne ramak kalmıştı. Yüzünü demir miğferle kapatmış, kılıcını da dizi üzerine koymuştu. Hareket edecek hâli yoktu ve yüzü yere bakıyordu. Ancak, hâlâ yaşıyordu. Önce, kılıcını kaldırıp işini bitirmek istedi; ancak bu, onun için kolay bir ölümdü. Ebû Cehil, hezimeti iliklerine kadar yaşamalıydı. Bir de, yıllar önce kendisine karşı savurduğu tehditleri hatırladı. Mekke’nin o sıkıntılı günlerinde:

– Seni mutlaka öldüreceğim, diye İbn Mes’ûd’u tehdit etmişti. Hatta o zamanlar İbn Mes’ûd bir rüya görmüş ve bu rüyasını da, Ebû Cehil’i kendisinin öldüreceği şeklinde yorumlamıştı. Onun için iyice yanına yaklaştı ve ayağını Ebû Cehil’in başına hafifçe dokundurarak:

– Seni rezil ve rüsva eden Allah’a hamd olsun ey Allah düşmanı! Şimdi aklın başına geldi mi, diye seslendi.

Ebû Cehil, hâlâ eski Ebû Cehil’di. Ne yenilgiyi bir türlü kabullenmek istiyor ne de küfründen taviz veriyordu. İbn Mes’ûd’un bu sözlerine karşılık şunları söyleyecekti:

– Niye rezil ve rüsva olayım ki! Neticede bir adamı öldürmüş oluyorsunuz! Beni öldüren bir baldırı çıplaktan dolayı mı rezil olayım!

Ebû Cehil’in derdi başkaydı; çünkü aklı, hâlâ savaştaydı. Bir macera uğruna Bedir’e kadar getirdiği ordunun durumunu öğrenmek istiyordu ve güçlükle sordu:

– Sen esas bana söyle; kim galip geldi?

– Zafer, Allah ve Resûlü’nün, diye haykırdı İbn Mes’ûd.

Ebû Cehil’i öldüren bu haberdi. Kin ve nefretinden zerre kadar taviz vermeyen bu adam, İbn Mes’ûd’a acı acı baktı. Küfrün tükenişiydi bu bakışlar aynı zamanda. Ancak kibir ve gururundan da taviz vermek istemiyordu. Bu hâldeyken bile İbn Mes’ûd’u küçümsüyor ve içinde bulunduğu konumu kabullenmek istemiyordu. Onu hâlâ koyun çobanı olarak görüyordu; hâlbuki koyun gütmenin ayıplanacak bir yanı olamazdı. Hem, her peygamberin koyun güttüğünü bizzat Efendiler Efendisi beyan buyurmuştu. Evet, İbn Mes’ûd da koyun gütmüştü ama esasında Ebû Cehil’in maksadı, giderayak İbn Mes’ûd’a hakaret etmekti. Bu bardağı taşıran son damla olmuş ve kaçınılmaz sonunu kendisi hazırlamıştı.

Ve… Yılların vebalini üzerinde taşıyan Ebû Cehil’e son darbeyi indirdi İbn Mes’ûd. Küfür adına önemli bir kale daha yıkılmıştı. Onun ölümü, aynı zamanda Bedir’in dönüm noktasını ifade ediyordu. Zira zaten onun zorlamasıyla Bedir’e gelen müşrikler, onun da öldüğünü duyar duymaz kaçmaya başlamışlardı.

Efendimiz’e bu müjdeyle gelen İbn Mes’ûd:

– Yâ Resûlallah, diye seslenecek ve Ebû Cehil’in ölüm haberini verecekti. Haberi duyar duymaz Efendimiz, önce:

– Lâ ilâhe illallah, dedi. Arkasından da sordu:

– Gerçekten öldürülmüş mü?

– Evet, deyince, önce secdeye kapandı ve ardından da, iki rekât namaz kılıp:

– İslâm’ı ve Müslümanları aziz kılan Allah’a hamd olsun, buyurdu.

Artık, hakla batılın arası iyice belirginleşip müşrikler kaçmaya başlayınca Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), kılıcını çekecek ve onları arkadan takip etmeye başlayacaktı. Bu takip sırasında yine:

– Onların toplu kuvvetleri bozguna uğrayacak ve arkalarını dönüp kaçacaklar,1 meâlindeki âyeti tekrar edip duruyordu. Bu âyet, bundan beş yıl önce Mekke’de inmişti ve o gün bugündür sahabe, müşrik ordusunun hezimet yaşayıp da kaçacağı günü bekliyordu. Bedir günü olup da müşrikleri kaçarken gören ve bu kaçışı takip ederken de Allah Resûlü’nün bu âyeti okuduğuna şahit olan sahabenin, söz konusu âyetin daha o günden Bedir müjdesini verdiğinde şüphesi kalmamıştı.

Artık Bedir meydanında, bir kenarda bağlanıp bekleyen esirlerle cansız yatan müşrik bedenlerden başka Kureyş ordusundan herhangi bir unsur kalmamıştı. Bir grup sahabe, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ile birlikte esirleri teftiş ediyor. Bu esnada sahabe arasından birisi ileri atılacak ve sıranın, şimdi de kaçan kervana geldiğini söyleyecekti. Bunu, Efendimiz’in amcası Hz. Abbâs da duymuştu ve hemen sesini yükseltti:

– Hayır, bu Sana helal olmaz!

Herkes şaşırmıştı. Olacak şey değildi; bir adam hem esir olacak hem de kendilerini esir alanlara akıl öğretecekti! Efendiler Efendisi de sordu:

– Peki, niye?

– Çünkü, Allah (celle celâluhû) Sana, iki topluluktan birisini vadediyor şimdi de onlardan birisini Sana vermiş bulunuyor!

Gerçekten doğruydu; Allah (celle celâluhû), Bedir zaferini bir ihsan olarak lütfettiğine göre bir de kervanın peşine düşerek hırs göstermek olmazdı ve Hz. Abbâs’a dönen Efendimiz:

– Doğru söylüyorsun, buyurdu.

Bu arada, Allah’ın kendilerine bahşettiği zaferi, şiirin kalıplarına döküyor ve Hz. Ebû Bekir ile karşılıklı olarak sevincini paylaşıyordu. Bir aralık yanına, Tâif dönüşünde kendisine emân veren Mut’im İbn Adiyy’in oğlu Cübeyr gelecek ve onları affetmesi için talepte bulunacaktı. Resûlullah’ı düşündürüp maziye götüren bir talepti bu ve bir müddet sonra şunları söylemeye başladı:

– Şâyet, Mut’im İbn Adiyy bugün yaşıyor olsaydı ve şu esirler konusunda Benimle konuşmuş olsaydı, sırf onun hatırı için bunları serbest bırakırdım!

Vefa insanıydı ve O’nunla birlikte o günleri yaşayanlar, Mut’im İbn Adiyy’in üç yıl süren boykotun kaldırılmasındaki rolünü düşünüyor, Tâif dönüşünde ortaya koyduğu kahramanlığı hatırlamaya çalışıyorlardı; zira Mut’im, her iki kritik noktada da önemli roller üstlenmiş ve Allah Resûlü ve mü’minler yanında yer alarak zulüm adına karanlık bir dönemin daha kapanmasına vesile olmuştu!2


Yazar: Dr. Reşit Haylamaz

Dipnot:

  1. Kamer, 54/45
  2. Yaşlı Mut’im, Bedir’den yedi ay kadar önce vefat etmişti. Bkz. İbn Sa’d, Tabakât,1/233; İbn Abdilberr, İstîâb, 1/69
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.