Çevredeki Kabilelere Yöneliş

190

Belli ki Mekke, artık kapılarını kapatıyordu. Tâif’ten de beklediği cevabı bulamamıştı. Ancak, can bedende bulunduğu sürece tebliğ, vazgeçilmez bir vazifeydi; Rabbin rızası burada yatıyordu zira. Onun için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), yaklaşan hac mevsimini de iyi değerlendirip daha geniş kitlelere ulaşmak istiyordu. Bu sebeple de kabile kabile dolaşmaya başladı. Her gittiği kabileye kendini arz ediyor, Allah’ın emirlerini onlara ulaştırıyor ve imana davet ediyordu. Ne garip ki, sanki bu kabileler de Mekke halkıyla anlaşmış gibiydi ve Allah Resûlü, bunlardan da beklediği cevabı alamıyordu. Her birinin başka bir talebiyle karşılaşıyor veya bir başka beklenti içinde olduklarını görüyordu. Onlardan birisi:

– Vallahi bu genci biz, Kureyş’ten alıp himaye etsek, Araplar bizi yiyip bitirir, diyor, diğeri de Efendimiz’e hitaben:

– Biz şimdi Sana söz verip anlaşsak ve Seni korusak, yarın Allah Seni, muhaliflerine karşı üstün kıldığında sonrasında meseleye biz vaziyet edebilir miyiz, deyip bunu, bir nevi pazarlık meselesi haline getiriyordu. Tabii olarak Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), bu ve benzeri düşüncelere prim vermeyecek ve:

– İşin neticesi Allah’a aittir; O, bu işi, kimi dilerse ona verir, buyuracaktı. Bu sefer de adam:

– Biz, Seni korumak için Arapların önüne başımızı uzatacağız ve sonunda Allah Seni muzaffer kıldığında da iş gidip başkasına verilecek! Bizim böyle bir işe girmemizin imkanı yok, diye cevap verecekti.

Bir de o gün, gönlü Kâbe’de olmakla birlikte yaşlılığı sebebiyle Mekke’ye gelemeyen kabile mensupları vardı. Hac mevsimi bitip kabilesinden Mekke’ye gelenler geri döndüklerinde onları dinleyecek ve neler yaşadıklarını soracaktı. Onlar da, karşılaştıkları ilginç hadiseleri aktarırken bir de, Muhammed isminde birisinin, kendilerini Allah’a imana davet ettiğine; ahir zamanda gönderilen son peygamber olduğuna, mesajlarına kulak vererek kendisine sahip çıkmaları gerektiğine dair sözlerini naklettiler. Bunun üzerine yaşlı adam, ellerini başına koymuş ve büyük bir fırsatı kaçırmış olmanın heyecanıyla şunları söylemeye başlamıştı:

– Ey Âmiroğulları! Siz, nasıl bir fırsatı kaçırdığınızı fark ediyor, elimizden nasıl bir kuşun kaçtığını anlıyor musunuz? Nefsim yed-i kudretinde olana yemin olsun ki bu, İsmâilî’nin bize anlattığı haberdir ve o, gerçektir. Nasıl oldu da sizler bunu akıl edemediniz?1

Sonuç ne olursa olsun, Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), dur durak bilmeden tebliğ vazifesine devam ediyordu. Bu süre içinde az dahi olsa, bazı insanlar gelip Müslüman olacaklardı. Süveyd İbn Sâmit de onlardan birisiydi. Şairdi ve kendisine kavmi, şiirdeki mahareti sebebiyle kâmil diye hitap ediyordu. Efendimiz’le konuşunca O’na:

– Herhalde Senin dediklerin de benimkiler gibi olmalı, demişti. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem):

– Senin bildiklerin ne, diye sordu.

– Lokman’ın hikmetleri, diyordu. Bunun üzerine:

– Onlardan bana söyler misin, dedi. Bildiklerini sıralamaya başladı Süveyd. Bunun üzerine Habîb-i Zîşân Hazretleri:

– Bu sözler çok güzel! Ancak, benim yanımdakiler bunlardan daha faziletli; çünkü o, Allah’ın Bana indirdiği Kur’ân’dır; hidayet ve nur kaynağıdır, buyurdular. Ardından da, Kur’ân ayetlerinden okumaya başladı ve bitirince de Süveyd’i İslâm’a davet ettiler. Çok makûl bir insandı ve:

– Gerçekten de bunlar çok güzel ifadeler, diyerek oracıkta Müslüman oluverdi.2

Başka bir gün, Medine’den Evs kabilesine mensup bazı insanlar gelmiş, başlamak üzere olan savaş öncesinde Hazreçlilere karşı lojistik destek arıyorlardı.3 Bunu duyan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), bu hey’etin de yanına gelecek ve:

– Geldiğiniz niyetten daha hayırlı bir yol size göstereyim mi, diye soracaktı.

– Peki, nedir o, diye sordular. Efendiler Efendisi:

– Ben, Allah’ın Resûlü’yüm; Beni O, bütün kullarına peygamber olarak gönderdi. Ben de sizi, sadece O’na ibadet etmeye ve O’ndan başkasını O’na şerik koşmamaya davet ediyorum. O, Bana Kitap da indirdi, buyurdu ve arkasından da, İslâm’la ilgili temel meseleleri anlatıp Kur’ân okudu ve onlardan da, bütün bunlara iman etmelerini talep etti.

Hey’et arasında İyâs İbn Muâz isminde birisi vardı ve öne çıkarak:

– Ey cemaat! Bu, gerçekten de bizim peşinde olduğumuz şeyden daha hayırlıdır, diye seslendi.

Cemaat içinden hemen itiraz sesleri yükselmiş, hatta aralarından birisi öne atılarak avuçladığı toprağı İyâs’ın üzerine atarak açıkça tepkisini dile getirmişti. Şöyle diyordu:
– Bırak şimdi onu! Biz buraya bunun için mi geldik?

Kendi kabile mensupları arasında büyük bir tepkiyle karşılaşan İyâs’a susmak düşmüştü. Medine’ye geri dönerken ne bir destek bulabilmiş ne de ayaklarına kadar gelen hakikatten bir mesaj alabilmişlerdi! Ancak İyâs, çok geçmeden hastalanacak ve bu süre içinde, Müslüman olduğunu ifade sadedinde sürekli tekbir getirip dilinden hamd ve tesbihi hiç düşürmeyecekti.4

Tufeyl İbn Amr, Evs kabilesi arasında hatırı sayılır ve güvenilen bir şairdi. Hatta, Yemen taraflarında, kabilesi adına belli başlı faaliyetleri o yürütüyordu. Günün birinde onun da yolu Mekke’ye düşmüştü. O günün Mekke’sinde Allah Resûlü’ne karşı öylesine organize bir karşı duruş var idi ki daha o, Mekke’ye yaklaşmadan Mekkeliler yolunu kesmişlerdi ve Efendimiz’le görüşüp konuşmaması konusunda olabildiğince tahşidat yapıyorlardı. İzzet ü ikramda da kusur etmeyen bu insanlar, Tufeyl’i karşılarına almış şöyle diyorlardı:

– Ey Tufeyl! İşte sen, bizim memleketimize geldin, hoş geldin! Şu bizim aramızdan çıkan adam var ya, işte O, bizi çok zor durumda bıraktı; aramızdaki yapıyı parçalayıp ahengimizi darmadağın etti. Sözünde sanki bir sihir var; insanı peşine takıp götürüyor! Baba ile oğlun, karı ile kocanın ve kardeşle kardeşin arasını ayırıyor! İşin doğrusu biz, senin ve kavminin de bize musallat olan bu adamdan etkilenmenizden korkuyoruz. Sakın ola ki, o adama kulak verme ve gidip de O’nunla konuşayım deme!

Durup dururken, bu kadar konuşma lüzumu hissettiklerine göre gerçekten bu adam, çok etkiliydi ve onun için Tufeyl, tedbirini alacak ve bir tek kelimesini bile duyup sözünün tesirinde kalmamak için kulaklarını tıkayarak Kâbe’ye gelecekti. Olacak ya, onun geldiği saatte Efendiler Efendisi de, Kâbe’de durmuş namaz kılıyordu. Uzun uzun seyre daldı Tufeyl… Öyle derinden Kur’ân okuyordu ki! İster istemez bazı ifadeler kulağına gelmiş ve hem gözüne ilişenlerden hem de kulağına gelip çarpanlardan oldukça etkilenmişti. Kendi kendine düşünmeye başladı:

– Hay kahrolası! Niye ben kulağımı kapatıyorum ki? Halbuki ben, şiirin inceliklerini bilen, sözün güzelini çirkininden ayırabilen irade sahibi bir adamım; öyleyse, niçin bu adamın dediklerini dinlemeyeyim ki! Şayet söyledikleri güzel ise kabul eder alırım; yok, kötü şeyler söylüyorsa o zaman da ondan uzak durur kendi işime bakarım, diyordu kendi kendine.

Kulağındaki tıkanıklığı açmasıyla birlikte gönlüne giden yollar da hareketlenmiş, dinledikleri karşısında kalbindeki buzlar erimeye başlamıştı. O kadar ki, namazını bitirip Kur’ân’ına hatime çektiğinde kendini, O’nun peşinden gidiyor bulacaktı. Evine kadar Resûlullah’ı takip etti ve arkasından o da içeri girdi. Bütün kapılar aralanmış, sımsıcak bir dünyaya doğmuştu Tufeyl. Bu sıcak atmosferi bulunca dilinin bağı çözülecek ve başından geçenleri anlatacaktı bir bir; buraya kadar gelişindeki hedefi, Mekkelilerin onu dışarıda karşılayıp da kendisine söylediklerini, kelamını işitmemek için kulağını nasıl tıkadığını ve Kâbe’de gördüğü zaman yaşadığı değişimi anlattı… Arkasından da:

– Bana, meselenin gerçek yönünü anlat, dedi. Bir yıldız daha doğuyordu. Onun için Efendiler Efendisi’nin sürûruna diyecek yoktu. Hemen anlatmaya başladı; İslâm’la gelen güzelliklerden bahsetti ve ardından da Kur’ân okudu. Tufeyl’in, hayatında duyduğu en güzel ifadelerdi bunlar… Bugüne kadar, bunlardan daha lâtif ve daha oturaklısına hiç şahit olmamıştı… Ve, hemen oracıkta kelime-i şehadeti söyleyerek Müslüman oluverdi.

Huzura gelip de O’ndan ışık alan her bir sahabede görülen değişim, onda da kendini gösteriyordu; daha adımını attığı yerde, inandığı değerlere başka adımların da gelmesi gerektiğini düşünüyor ve bunun için Efendimiz’e şunu söylüyordu:

– Kavmimin arasında benim konumum gayet iyidir ve ben ne dersem insanlar kırmaz, dinlerler; şimdi ben onlara gider gitmez, İslâm’ı anlatacak ve İslâm’a davet edeceğim. Bana, gördükleri zaman kavmimin etkileneceği bir alâmet bahşedip ifadelerime kuvvet vermesi için Allah’a dua eder misiniz?

Bu samimiyete müspet cevap vermemek olmazdı ve Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), hemen oracıkta dua etmeye başlamıştı bile… Derken Tufeyl, huzurdan ayrılmış ve kavmini hidayete davet etmek üzere memleketine dönüyordu. Yolu, köyüne yaklaştığında birden yüzünde, sabahın aydınlığı gibi bir nur beliriverdi. Endişelenmiş ve kendi kendine:

– Allah’ım! Yüzümde bir gariplik oldu; şimdi bana, “Bu müsledir, diyecekler.” demiş ve daha işin başında bir olumsuzlukla karşılaşmaktan çekindiğini ifade etmişti. Bir anda bu nur, elindeki bastonunun ucuna kayıverdi. Artık o, kavmine karşı elini güçlendirecek ve onların imana gelişlerini kolaylaştıracak bir mucizeydi. Artık o, önünü aydınlatan bir gece lâmbası gibiydi.

Eve gelir gelmez, önce anne ve babasına anlattı yaşadıklarını ve onları da İslâm’a davet etti; oğullarına itimatları vardı ve oracıkta Müslüman oldular. Ancak kavmi, aynı duyarlılıkta değildi; olanca gayretlerine rağmen kapılarını kapatmışlardı ve asla yumuşama emaresi göstermiyorlardı.5

Müşriklerin propagandalarına muhatap olanlardan birisi de, Dımâd el-Ezdî idi. O da, Yemen’den çıkmış bir işi için Mekke’ye gelmişti. Rukye tabir edilen bir yöntemle bazı cisimlerin üzerine okuyarak insanlara faydalı olmaya çalışıyordu. Daha Mekke’ye adımını atar atmaz, sefahete kurban gidenlerden bazıları yolunu kesmişti ve ona Allah Resûlü’nün yanına yaklaşmaması gerektiğini anlattıktan sonra şunları söylüyorlardı:

– Şüphesiz ki Muhammed, mecnûndur.

Bunu duyunca Dımâd, kendi kendine:

– Bu adamın yanına gideyim; belki de Allah, O’na benim elimle şifa verir, diye düşünmeye başladı. Ve, bir gün yolu, Allah Resûlü ile aynı noktada birleşivermişti.

– Yâ Muhammed! Ben, okuyarak insanları tedavi ediyorum; Senin de buna ihtiyacın var mı, diye sordu:

Garip bir karşılaşma ve garip bir teklifti. Okunarak tedavi olmaya esas kendisinin ihtiyacı vardı ve Resûl-ü Kibriyâ Hazretleri:

– Şüphe yok ki hamd, Allah’a mahsustur, diye başladı sözlerine. Biz de yardımı, sadece O’ndan dileniriz. O, kime hidayet murad etmişse artık kimse ona bir zarar veremez ve kim de dalâlet yolunu seçip O’ndan uzaklaşmışsa onu da hidayete kimse muktedir olamaz! Ben şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur ve yine ben şehadet ederim ki Muhammed de O’nun kulu ve Resûlü’dür. Sözün özüne gelince…

Belli ki Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), devam edecekti; ancak Dımâd araya girdi ve:

– Şu söylediklerini bir kez daha tekrar edebilir misin, dedi. Bir değil, üç kez tekrarladı Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem). Bu kadarı bile yetmişti Dımâd için ve:

– Şimdiye kadar ben, ne kâhinler gördüm ne sihirbazlara şahit oldum ve nice şairlere kulak verdim; ancak, şu Senin söylediğin kelimeler kadar güzeline hiç rastlamadım! Bunlar, bahr-ı bîpâyan ifadeler! Uzat elini, ben Sana beyat edeceğim, diyerek, kendisine uzanan bu mübarek eli tutarak kelime-i şehadeti söyledi ve oracıkta Müslüman oldu.6

Bu arada, Medine’den gelen altı kişilik bir grup vardı; Efendiler Efendisi son bir ümit deyip bunların da yanına uğradı ve önce selam verdikten sonra:

– Sizler kimlersiniz, diye sordu.

– Hazreç’ten bir grubuz, diyorlardı. Bildik bir isimdi O’nun için Hazreç. Bu yüzden:

– Züfer’in dost ve müttefiki olan Hazreç mi, diye yeni bir soru sordu. Hazreç’in müttefiki Züfer Medine’de, Allah Resûlü’nün geleceğini zaman zaman anlatan önemli bir adamdı.
– Evet, diye tasdik ettiler. İçten davranıyorlardı. Ardından:

– Biraz oturup konuşmaya ne dersiniz, dedi Habîb-i Zîşân Hazretleri.

– Peki, diyorlardı.

Bunun üzerine Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), uzun uzadıya oturup bunlarla da konuştu. Kur’ân’dan bazı ayetleri paylaştı onlarla. Es’ad İbn Zürâre, Avf İbn Hâris, Ukbe İbn Âmir, Kutbe İbn Âmir, Râfî İbn Mâlik ve Câbir İbn Abdul­lah’tan oluşan bu genç Ensâr hey’eti, anlatılanlar karşısında etkilenmişti. Zaman zaman atalarının konuştuklarını hatırlıyorlardı. Ataları, Fâran dağlarının arasında İbrahim soyundan bir Nebi gelecek, diyorlardı. Aynı zamanda komşuları olan Yahudilerle savaşıp onları yendiklerinde kendilerine, şimdi yenildik; ama çok geçmeden gelecek bir Nebi ile yeniden güç kazanacak ve işte o zaman sizin işinizi bitireceğiz mânâsında tehditler savuruyorlardı. Oysa bu Nebi’ye ilk inanan, kendileri olacak ve böylelikle, Arap yarımadasının en aziz insanları olarak tarihe geçeceklerdi! Beklenen Nebi gelip zuhûr ettiğine göre beklemenin bir anlamı olamazdı. Onun için Allah’a iman eden bu samimi ve gönülden uyarıcıya kulak veriyor ve içlerinden gele gele iman ediyorlardı.

Mekke’de adam kıtlığı yaşanırken aylarca süren uğraşlar sonunda, ancak bir veya iki insan iman safına geçerken, sadece birkaç saatlik konuşmanın neticesinde altı kişilik Medine cemaatinin İslâm’ı seçmesi, Efendiler Efendisi’ni büyük bir sürûra gark etmişti. Acı olan tek şey, ayrılık vaktinin gelmiş olmasıydı. Herkesin beklediği bu Zât ile oturup konuşmak güzeldi; ama artık Medine’ye gitme vakti gelmişti. Mekke’yi terk edecek ve yeniden kendi memleketlerine geri döneceklerdi.7

Ayrılmadan önce aralarında anlaştılar ve ertesi yıl yeniden gelip burada Allah Resûlü ile buluşacak, bu arada Medine’de de yeni arkadaşlar bularak buraya onları da getireceklerdi.
Artık Medine, medeniyete el sallıyordu.

Mekke’ye geri dönerken Allah Resûlü, uzun zamandır ilk defa tebessüm ediyordu.


Dipnot:

  1. Taberî, Tarih, 1/556; Mübârekfûrî, er-Rahîku’l-Mahtûm, s. 129, 130
  2. Taberî, Tarih, 1/557; Mübârekfûrî, er-Rahîku’l-Mahtûm, s. 130
  3. Bi’setin 11. yılıydı ve Medine’de Evs ve Hazreç kabileleri arasındaki anlaşmazlık doruk noktaya çıkmış, savaş patlak vermek üzereydi. Sayı itibariyle Hazreçlilerden az olan Evs kabilesi, dışarıdan destek alma yolunu tercih etmiş ve böylelikle güç dengesini kendi lehine çevirmeyi hedeflemişti.
  4. Bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/427 (23668); İbn Sa’d, Tabakât, 3/438
  5. Bkz. İsbahânî, Delâil, 1/213-214; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 3/99
  6. Bkz. İsbahânî, Delâil, 1/193-194; İbn Sa’d, Tabakât, 4/241
  7. Bkz. İbn Hişâm, Sîre, 2/276 vd.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.