Can Düşmanlarının Efendimiz’e Bakışları

228

Her ne kadar Efendimiz’e karşı böylesine olumsuz kampanyalar yürütülse ve bu kampanyalar, O’nun hayatına kastetme kertesine gelse bile, yine de düşmanlarının O’nun hakkındaki fikirleri olumsuz değildi; zira, Efendimiz’in ‘Emîn’ denilecek kadar dürüst bir hayatı vardı ve onlar, bir türlü bu güveni yok sayamıyorlardı.

Aynı zamanda, söyleyip durduğu şeyler, öyle yabana atılacak cinsten şeyler de değildi; adam öldürmemek, zina etmemek, hırsızlık yapmamak; başkasının malınına göz dikmemek… Velhâsıl bütün bunlar, toplum salahını isteyen herkesin sahip çıkması gereken değerlerdi.

Bunun yanında anne babaya ihsanda bulunup onları hiç incitmemek, akrabalar arasındaki kaynaşmayı artırıcı ziyaretler yapmak, insanlara iyilikte bulunmak, bencilce davranışlardan uzak durup ihtiyaç sahiplerine yardım etmek gibi güzellikler de, öyle yabana atılacak şeyler değildi.

Ancak, Allah’a iman… Kur’ân… Ahiret hayatında karşılaşılacak hesap ve kitap ve atılan her adımı kaydeden meleklerin varlığı gibi konular, onları rahatsız ediyordu. Canlarının istediği gibi yaşamalarına engel olacak her türlü duruşa karşı çıkıyorlardı. Kolay değildi; bir ömür yaşadıkları hayatı bir kenarda bırakacak ve o güne kadarki her şeyi yalanlarcasına bugün yeni bir yola gireceklerdi! Bunu yapabilmek, fazilet isterdi!

O gün için karşı cephenin en önde gelenlerinden Ebû Cehil, Ebû Süfyân ve Ahnes İbn Şerîk, birbirlerinden gizlice ve bağımsız olarak gelmiş; namaz kılarken Kur’ân okuyan Allah Resûlü’nü daha yakından görüp okuduklarını dinlemek istemişlerdi. Merak ediyorlardı; ancak, yaptıkları bu işten bir başkasının haberdar olmasını da istemiyor ve bunun için gecenin karanlığından istifade etmeyi tercih ediyorlardı. Ne müthiş bir buluşmaydı; Allah’ın en sevgili kulu, Cenâb-ı Hakk’la mülâki olmuş, seyrine doyum olmayan bir vuslat yaşıyordu. Hayranlıkla ve uzun uzun dinlediler; yaz sıcağında inen rahmet damlaları gibiydi, kulaklarına çarpıp gelen nağmeler… Kendilerini o kadar kaptırmışlardı ki, o geceki son kelamını duyuncaya kadar vaktin nasıl geçtiğini fark edememişlerdi bile…

Kur’ân sesi kesilince, her biri evine dönmek için yola koyulmuştu; çok geçmeden yol, üçünü de bir noktada birleştiriverdi. Mahcup olmuşlardı:

– Bir daha böyle bir şey yapmayalım! Zira, aramızda zayıf karakterli olanlarımız bizi bu halde görürlerse, onların kalplerine şüphe düşer ve onlar da gelip teslim olurlar, diyerek birbirlerinden ayrıldılar.

Bunu demek kolaydı, ama akşam yaşadıkları o manzarayı unutmanın ve duyduklarını yok saymanın imkânı yoktu. Sürekli beyinlerini meşgul ediyordu. Bir defa daha gidip dinleselerdi ne çıkardı? Hem, artık diğer arkadaşları da gelmez ve yalnız başlarına bir kez daha Kur’ân dinlemiş olurlardı!

İşin doğrusu bunu; sadece biri değil, her biri düşünmüştü. Ertesi akşam da gelmişlerdi; yine sonuna kadar dinlediler ve ayrılık vakti gelince, yol yine aynı noktada birleştiriverdi üçünü de. Bu kadar da olmazdı! Hani dün söz vermişlerdi? Gecenin karanlığında kızaran yüzler gözükmese de ses tonları, mahcubiyetlerini ele veriyordu. Yine ilk geceki gibi sözleşip ayrıldılar; artık bir daha gelip dinlemeyecek ve böyle bir şeyle, bir daha asla karşılaşmayacaklardı.

Nihayet üçüncü gece olmuş ve etraftan el-etek çekilince, aynı üç şahıs yine yola koyulmuştu; Efendiler Efendisi’ni dinlemeye geliyorlardı. Her biri de, bu sefer diğerlerinin gelmeyeceğinden emindi. Fecir vakti tulû’ edince yine ayrılmış, evlerine doğru gidiyorlardı ki, yolları aynı noktada üçüncü kez birleşiverdi! Bu kadar olurdu! Hem, bayrak açıp karşı koyacaklar hem dinlememek için aralarında anlaşıp söz verecekler hem de bütün bunlara rağmen gelip yine O’nu dinlemek için can atacaklardı! Birbirlerini kınayarak konuşmaya başladılar ve artık, ne pahasına olursa olsun bir daha böyle bir hadise yaşamamak için ölümüne söz verdiler.

Ertesi sabah Ahnes İbn Şerîk, asasını kaptığı gibi soluğu Ebû Süfyân’ın yanında aldı:

– Söyle bana, ey Ebâ Hanzele! Muhammed’den dinlediklerin konusundaki fikrin ne, diye sordu.

Ebû Süfyân, muhatabının niyetini öğrenmeden renk vermek istemiyordu ve:

– Peki, sen ne düşünüyorsun, diye sorusuna soruyla mukabele etti. Kendini gizleme lüzumu hissetmeyen Ahnes:

– Ben O’nun hak üzere olduğunu sanıyorum, diye cevapladı Ebû Süfyân’ın sorusunu. O da rahatlamıştı;

– Allah’a yemin olsun ki ey Ebâ Sa’lebe! Bugüne kadar ben, çok şey işittim ve onlarla nelerin kastedildiği konusunda çok muarefe sahibi oldum; hangi kelamla neyin kastedildiğini iyi bilirim yani!

Daha cümlesini bitirmemişti ki, Ahnes araya girdi:

– Aynen, vallahi de ben de öyle, deyiverdi. Bununla onlar, hakikat nazarında Efendiler Efendisi’ni tasdik ediyor ve getirdiklerinin de hak olduğunu ikrar etmiş oluyorlardı. Ancak, bunu dışarı vurup ilan etmek öyle kolay değildi!

Bundan sonra Ahnes İbn Şerîk, Ebû Süfyân’ın evinden ayrıldı ve doğruca Ebû Cehil’in yanına geldi; aynı şeyleri onunla da konuşmak istiyordu:

– Ey Eba’l-Hakem, diye başladı sözlerine ve devam etti:

– Muhammed’den dinlediğin şeyler konusundaki fikrin ne?

– Ne duymuşum ki, diyerek pişkinliğe vurmak istiyordu Ebû Cehil. Ancak, Ahnes kararlı görünüyordu:

– Ey Ebâ’l-Hakem! Muhammed konusundaki gerçek fikrin ne; o doğru birisi mi yoksa yalan mı söylüyor? Bak, burada seni duyacak benden başka da kimse yok!

Kaçamak bir cevapla başından savamayacağını anlamıştı Ebû Cehil. Kitabın ortasından konuşmak gerekiyordu. Önce derin bir iç geçirdi ve ardından, yelkenleri suya indirip şunları söylemeye başladı:

– Allah’a yemin olsun ki, Muhammed doğru söylüyor; zaten O, asla yalan söylemez! Fakat, Kusayoğullarının sancaktarlık, zemzem suyundaki hizmetleri, perdedarlık ve dışarıdan gelen hacı adaylarına yemek verme hizmetlerine ilave olarak bir de peygamberlik meselesine sahip çıkmalarını düşününce kahroluyorum; onlar bütün bunları tek ellerine alırken, Kureyş’in hâli nice olur, bir düşünsene? Halbuki bizler ve Menâfoğulları, bugüne kadar şeref konusunda hep, birbirimizle yarışıp durduk; onlar yemek ziyafetleri verdiler, biz de verdik! Onlar, bazı yüklerin altına girip insanlara hizmet ettiler, bizler de benzeri şeyler yaptık! Ellerindeki imkânları başkalarına da açtılar, biz de malımızdan başkalarına vermeye başladık! Neticede, artık onlarla at başı gitmeye başlamıştık ki, şimdi onlar:

– Bizim aramızda, semadan haber getiren bir Nebi var, diyorlar. Söyler misin; bunun üstesinden biz nasıl gelebiliriz? Vallahi de, biz O’na asla inanmayacak ve hiçbir zaman da O’nu tasdik etmeyeceğiz![1]

Kalplerini küfrün kalın perdeleri kaplamış olsa da, vicdanlarıyla yalnız kaldıklarında, kendi yaptıklarından rahatsızlık duyuyor ve insafın kalıplarıyla konuşmaya başlıyorlardı.

Belki de Ebû Cehil’in sağ tarafından kalktığı bir gündü; yürürken Efendimiz’le karşılaşmıştı. Mahzun Nebi’yi yine hüzün içinde görünce insafa geldi ve O’nu teselli edebilmek için şunları söylüyordu:

– Ey Muhammed! Biz, Seni yalanlamıyoruz; biz, Senin bize getirdiğin şeyleri tekzip edip onların yalan olduğunu söylüyoruz!

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), durumdan zaten haberdardı; adamların bugüne kadar verdikleri tepkiler bunu gösterirken bir de Cibril gelmiş ve O’na:

– Ey Habîbim! Onların ileri sürüp de Sana söyleyegeldikleri şeylerin Seni üzüp hüznünü artırdığını biliyoruz! Ama sakın endişe edip üzülme; çünkü şüphe yok ki onlar, asla Seni yalanlamıyorlar; fakat o zalimler, sadece Allah’ın ayetlerini inkar ediyorlar,[2] mealindeki ayeti getirmişti. Çünkü bu kanaatte olanlar, sadece Ebû Cehil’le sınırlı değildi; Hâris İbn Âmir gibi bazı insanlar, açıktan Efendimiz’e karşı bayrak açtıkları halde, akşam evlerine girip yalnızlığın sessizliğinde vicdanlarına döndüklerinde:

– Muhammed, asla yalan söyleyecek biri değil; ben de O’nun, sadece doğru sözlü olduğu kanaatindeyim, demek zorunda kalıyorlardı.[3]

İşte, gerçek fazilet de zaten bu idi; öyle bir hayat yaşanması gerekiyordu ki, can düşmanları bile faziletini kabullenip başkalarına anlatma lüzumu hissetsinler!

Zaten O’nun canına kasteden bu kişiler, hislerine kapıldıklarında ölümüne ferman kesseler bile vicdanları devreye girdiğinde, asla O’nu gücendirmek istemiyorlar; aleyhlerinde beddua etmesinden de şiddetle kaçınıyorlardı. Üzerine deve işkembesi atıp da karşısında gülerlerken, O’nun duaya durduğunu görünce bütün neşeleri kaçmıştı ve beddua eder diye ödleri kopmuştu. Onun için, O’na karşı savaşa giderken titreyerek adım atıyorlar; karşı karşıya geldiklerinde de, baştan aşağıya kendilerini ölüm korkusu sarıyordu. Hatta, Ümeyye İbn Halef, sırf Efendimiz aleyhinde çevirdiği dolapların kendi başına dolanacağı korkusuyla Mekke dışına çıkamıyor; çıktığı zamanlarda da Efendimiz’den olabildiğince uzak durmaya çalışıyordu. Yine Ebû Cehil’in baskısıyla Bedir’e gideceği gün hanımı karşısına dikilecek ve ona:

– Ey Ebâ Safvân! Medineli kardeşinin senin için söylediklerini[4] unuttun herhalde, diyerek Efendimiz’in verdiği haberi hatırlattığında o:

– Hayır, asla unutmadım! Ben, Mekkelilerle birlikte giderek sadece vaziyeti kurtarmak istiyorum, cevabını verecekti. Zira onlar, Allah’ın matmah-ı nazarı olan bir kalbi kırdıklarından dolayı başlarına nelerin gelebileceğini biliyor ve helak olacaklarından korkup tir tir titriyorlardı.[5]


Dipnotlar:
[1] İbn Hişâm, Sîre, 1/269; Süheylî, Ravdü’l-Ünf, 1/280
[2] Bkz. En’âm, 6/33
[3] Bkz. Vâhidî, Esbâbü Nüzûli’l-Kur’ân, 218, 219
[4] Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), onun da Bedir’de öldürüleceğini haber vermişti. Buhâri, Sahîh, 4/1453 (3734)
[5] Bkz. Buhâri, Sahîh, 4/1453 (3734); Halebî, Sîre, 2/378; Mübârekfûrî, er-Rahîku’l-Mahtûm, s. 119, 120

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.