Ca’fer İbn-i Ebî Tâlib’in Çıkışı

226

Bu arada Necâşî, din adamlarını huzuruna çağırmış ve temel kitaplarını da önüne açıp serdirmişti. Belli ki, din adına İslâm’ın getirdiği yeniliklerle kendi anlayışlarını mukayese edecek ve bir sonuca gitmeye çalışacaklardı. Onun için, efradını câmi, ağyarına mâni bir cevap verilmeliydi. Kısa bir duraksamanın ardından, aralarından Ca’fer İbn Ebî Tâlib öne atıldı ve önce:

– Ey Melik! Bizler seni, Resûlullah’ın selamıyla selamladık ki bu selam, aynı zamanda cennet ehlinin selamıdır; onunla biz, iç dünyamızda yeni bir hayat buluruz. Secdeye gelince biz, sadece Allah’a secde eder, O’ndan başkasına secde etmekten yine O’na sığınırız, diyerek iki temel meseleye açıklık getirdi. Ardından, sözün mecrasını değiştirerek Melik’ten:

– Şu elçilere üç soru sormanızı talep ediyorum, ricasında bulundu.

– Sor öyleyse, diyordu Necâşî.

– Bizler, efendilerinin elinden kaçmış köleler miyiz ki bun­lar, bizi efendilerimize teslim etmek için gelmişler?

Hiç beklenmedik bir çıkıştı ve Necâşî elçilere yönelerek:

– Bunlar, köleler miydi yâ Amr, diye sordu. Öldürmek isteseler de yiğidin hakkını vermek gerekiyordu. İstemeseler de:

– Hayır, bilâkis onlar kerem sahibi insanlar, dediler. İlk raund tamamdı. İkinci soruyu yöneltti Hz. Ca’fer:

– Ona sorar mısın ey melik! Bizler, haksız yere kan akıtıp da kısastan kaçmış kimseler miyiz ki bunlar, adaleti temin için bizi geri istiyorlar?

Belli ki Hz. Ca’fer, er meydanında kelimelerin silaha dönüştüğü bir cenk ateşini tutuşturmuştu. Ne de olsa, sözün büyülü bir gücü vardı ve bundan istifade etmek istiyordu. Kelimeler, üstesinden gelinemez silaha dönüşüyor ve küfür adına dikilmek istenilen kaleleri düşürüyordu teker teker! Necâşî yine elçilere dönüp sordu:

– Bunlar, haksız yere bir cana mı kıydılar?

– Hayır, bir damla bile kan akıtmadılar, diyordu Amr. Zaten, gerçek fazilet, düşmanın bile takdir etmek zorunda kaldığı fazilet değil miydi? Şimdi sıra son sorudaydı:

– Bunlara söyler misin ey melik! Bizler, insanların mallarını bâtıl yolla almış insanlar mıyız ki bunlar, gelip de bizden bunların hesabını soruyor, gaspettiğimiz malları geri istiyorlar?

Melikin gözü yine elçilere yönelmişti; kimseyi öldürmemiş, ırz ve namusa göz dikmemiş ve efendilerine isyan ederek isyan etmemiş olan bu insanlardan o zaman ne istenebilirdi ki? Onun için Necâşî, Ca’fer’in son sorusunu Amr’a yöneltirken üslubunu değiştirecek ve şöyle diyecekti:

– Şayet bunların size bir borcu varsa onu ben tekeffül ediyorum!

Elçiler açısından iş, daha başlarken kontrolden çıkıyordu. Onun için sadakatten ayrılmamak gerekliydi ve Amr:

– Bir kırat bile borçlu değiller, cevabını verdi. Bu sefer, soru sorma sırası melikteydi:

– Peki, öyleyse bu adamlardan siz ne istiyorsunuz?

Huzurdaki sessizliği, daha da derinleştiren bir soruydu bu. Söyleyebileceği tek bir şey vardı ve onu ileri sürdü:

– Daha önceleri biz, aynı dine inanır ve bir inanç etrafında bütünleşirdik; şimdi ise bunlar, o birliği terk ettiler ve biz de onların peşine takıldık!

Anlaşılan, esas meseleye sıra şimdi gelmişti. Kral, Hz. Ca’fer’e döndü:

– Bugüne kadar üzerinde olduğunuz anlayış ne idi, şimdi nasıl bir din üzeresiniz, diye sordu. Hz. Cafer:

– Ey Melik! Daha önce biz, cahil ve şeytanın elinde oyuncak haline gelmiş bir topluluk idik; putlara tapar ve ölü eti yerdik! Fuhşiyatın her türlüsünü yapar, akrabalık bağlarını gözetmez ve komşuluk haklarını da hiçe sayardık. Doğrusu, aramızda kim güçlü ise o, zayıf ve güçsüz olanımızı ezer ve iflah etmezdi. Derken Allah, aramızdan nesebini, doğruluk ve güvenirliliğini bildiğimiz, emanete riayetteki hassasiyetini müşahede ettiğimiz ve iffeti dillere destan bir peygamber gönderdi; bizi Al­lah’a, O’nu tek ve yektâ kabul edip bilmeye, O’ndan başkasına ibadet etmemeye ve atalarımızdan kalma bir alışkanlığı devam ettirerek taş ve toprak cinsinden kendi elimizle yapıp sonra da karşısına geçerek taptığımız putlara ibadetten vazgeçmeye çağırdı. Aynı zamanda O bizi, sözün en doğru olanını söylemeye, emanete riayet ederek verilen sözü yerine getirmeye, akrabalar arasındaki bağları güçlü tutup birbirimizi ziyaret etmeye ve komşularımızla iyi geçinip yakınlık kurmaya davet edip bunları emretti. Buna mukabil de, her türlü haramdan kaçınmamızı, kan akıtmamızı, her türlü fuhşiyata bulaşmayı, dedikodu yapıp yalan söylemeyi, yetim malı yemeyi, namus ve iffetiyle yaşayan kadınlara iftira etmeyi de bize yasakladı. Ayrıca, tek ve yektâ olan Allah’a ibadet etmemizi, O’na hiçbir şeyi şerik koşmamamızı, namaz kılıp oruç tutmamızı ve zekat vermemizi emretti. Bizler de, O’nun dediklerini kabul ederek O’na iman edip tasdikte bulunduk. O’nun Allah’tan bize getirdiklerinin peşinde olup bir olan Allah’a ibadet etmeye ve O’na hiçbir şeyi denk tutmamaya başladık. Artık, O’nun haram kıldığını haram görüyor, helal olarak ilan ettiğini de helal biliyorduk. Tâ ki, işte bu kavmimiz, bize karşı büyük bir mücadele, arkası kesilmez bir düşmanlık başlattı; işkencenin her türlüsüne maruz bırakıp, bizi dinimizden döndürerek Allah’a yönelmemizi engelleyip, her türlü harama yeniden bulaşmamızı istedi. Yeniden el yapımı putların peşinde sürükleyebilmek için de ellerinden gelen her türlü kötülüğü reva gördüler. Bunun için de üzerimize gelip işkenceyi yoğunlaştırdıklarında, zulümle üzerimizde baskı kurup işin dozajını artırdıklarında ve dinimizle aramıza girmeye çalıştıklarında biz de, senin memleketine sığındık. Seni, diğer ülkelere tercih ederek buraya geldik; senin ikliminde kalmayı yeğledik ve senin huzurunda zulüm görmeyeceğimizi umarak adaletine sığındık, ey Melik, dedi.

Hz. Ca’fer’in, süreci bir çırpıda özetleyen bu veciz beyanından hemen sonra Necâşî:

– O’nun Allah’tan getirdiklerinden sizin yanınızda var mı, diye sordu. Anlaşılan maya tutmuş ve Necâşî ilk sinyali vermişti. Heyecanla Hz. Ca’fer, yeniden ileriye atılıp:

– Evet, var, dedi.

– Onu bana okur musun, deyince de, Meryem suresinin başından başlayarak okumaya başladı. Hücrelere kadar işleyen lâhûti bir sesti bunlar… O kadar ki, çok geçmeden Necâşî’nin yanaklarından süzülen damlalar çarptı gözlere… Mecliste bulunan diğer insanları taradı gözler; din adamları da, Necâşî’yle birlikte gözyaşı döküyorlardı! Sakallar gözyaşlarıyla ıslanmış, önlerine açılan kitapların sayfalarına göz pınarlarından kutsi damlalar düşmeye başlamıştı. Bir noktaya gelince Necâşî müdahale etti:

– Vallahi de, İsa’ya gelenlerle bunlar, aynı aydınlıktan kaynaklanan nurun birer parçası ve belli ki aynı kandilden kaynaklanıyor! Söylediklerinizin hepsi de doğru; sizler de doğru söylüyorsunuz Nebi’niz de Sadıku’l-Emîn.

Sonra da, Kureyş’in iki elçisine döndü ve:

– Haydi, sizler de geldiğiniz yere gidin; vallahi de bunları size, asla teslim edecek değilim, diye çıkıştı. Elçiler, büyük bir şok yaşıyorlardı; tabii ki, huzurdaki kıssîs u ruhbân, vezir ü vüzera da! Çaresiz, boyunlarını bükerek çıktılar huzurdan. Ancak, öyle kolay pes edecek gibi gözükmüyorlardı. Kendilerini destekleyecek gayr-i memnunları bulmak da zor görünmüyordu. Ortamın havasını değerlendiren Amr İbnü’l-Âs, arkadaşına yöneldi ve:

– Vallahi de yarın ben, öyle şeyler ortaya koyacağım ki, onunla buradakilerin kökünü temizleyeceğim, dedi. Abdullah İbn Ebî Rebîa, daha ihtiyatlıydı:

– Gerek yok! Öyle bir şey yapma! Her ne kadar bize muhalefet etmişlerse de onlar, yine de bizim akrabalarımız, diye karşılık verdi. Bir miktar daha aralarında konuştular ve neticede, ertesi gün yeniden kralın huzuruna çıkmaya karar verdiler.
Ertesi sabah yine merasim başlamış ve iki elçi de huzura gelmişti. İlk fırsatta Amr İbnü’l-Âs ileri atıldı ve:

– Ey Melik! Şüphesiz onlar, Meryem oğlu İsa hakkında çok büyük laflar ediyorlar!
Ortaya atılan her şüphe yeni bir ümitti onlar için… Hz. İsa, onlar için her şeydi. Bir anda zihinlerde sorular peş peşe sıralanıverdi; acaba ne diyorlardı? Herkesin huzurunda umuma mâl edilen böyle bir bilgi, yine herkesin huzurunda tebeyyün etmeliydi. Onun için Necâşî, haber gönderip Müslümanları da huzuruna davet etti ve gelir gelmez de hemen sordu:

– Sizler, Meryem oğlu İsa hakkında ne diyorsunuz?

İş, yine Ca’fer İbn Ebî Tâlib’e düşmüştü. Öne çıktı ve:

– Resûlullah’ın bize anlattıklarını söylüyoruz; şüphesiz O, Allah’ın kulu ve insanlara gönderdiği elçisi, kendi ruhundan bir parça, iffet ve haya sahibi Hz. Meryem’e ilka ettiği bir kelimesiydi, dedi. Zaten bu, Necâşî’nin de beklediği bir cevaptı. Heyecanla yerinden kalktı; eline bir baston aldı ve onunla yerde bir çizgi çizdi. Ardından da:

– Vallahi de, Meryem oğlu İsa hakkında senin dediklerinle bizim bildiklerimiz arasında, bastonun çizdiği şu çizgi kadar bile fark yok, dedi. Bu sözü krallarından duyan bazı din adamları homurdanmaya ve rahatsızlıklarını dile getirmeye başlamışlardı. Buna rağmen Necâşî, Hz. Ca’fer ve arkadaşlarına dönerek şunları söyledi:

– Allah’a yemin olsun ki sizler, aleyhinizde tuzak kurup da size kötü muamele edenlerin şerrinden emin olarak ülkemde kalın. Size yan bakan, karşısında beni bulacaktır! Yemin olsun ki, sizden birisinin başı ağrıyacaksa, dağlar dolusu altına bile malik olsam onu istemem!

Bunları söyledikten sonra Necâşî, etrafındaki vezirlerine döndü. Belli ki, daha diyeceği şeyler vardı. İstiğna duyguları içinde, “Bunlar burada olduğu sürece üzerimde baskı oluşturur ve adil karar veremem.” dercesine şunları söyledi:

– Şu adamların getirdiği hediyeleri de kendilerine geri verin, onlara benim ihtiyacım yok! Vallahi de Allah, bana bu saltanatı verirken rüşvet almadı ki, ben onlardan bu rüşveti kabul edeyim!

Bu, Kureyş adına büyük bir yıkımdı; huzurdan çıkarken elçilerin perişan hali yürüyüşlerine de yansımış; karşılaştıkları muamele adeta bellerini bükmüştü. Ne beklemişlerdi; şimdi ise ne ile karşılaşıyorlardı!

Bundan böyle, Müslümanlar için Habeşistan; namazların rahat kılındığı, Kur’ân’ın açıktan okunduğu ve İslâm adına gelen yeni mesajların kendi aralarında rahatlıkla paylaşılabildiği emin bir beldeydi. Hatta, bir müddet sonra Necâşî’nin ülkesine bir saldırı vukû bulacak ve bu hadise münasebetiyle Müslümanlarda büyük bir endişe baş gösterecekti. Bu süre içinde, dua adına eller Necâşî için kalkacak ve Necâşî’nin yeniden galip gelip de huzur ortamını devam ettirebilmesi için manevi destek sağlanacaktı. Nihayetinde, savaşın galibinin de Necâşî olduğu haberini alan Habeşistan muhacirleri, büyük bir sevinç yaşayacak ve kendilerine bu imkanı yeniden nasip eden Allah’a hamd edeceklerdi.[1]


Dipnotlar:
[1] Bkz. İbn Hişâm, Sîre, 2/176 vd. İbn Sa’d, Tabakât, 1/207 vd. İsfehânî, Delâil, 100 vd. Hatta bu kargaşa ortamında, kendilerini koruyamayacağı zannıyla Necâşî, Müslümanlara iki gemi tahsis edecek ve kendilerine, ‘galip geldiği takdirde yeniden ülkesine gelebileceklerini, ancak şayet mağlup olursa o zaman kendilerinin Medine’ye dönmelerini’ söyleyecekti. Bkz. Hâkim, Müstedrek, 2/329 (3175)

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.