Benî Mustalık Seferi

398
Benî Mustalık

Bir haber de Mustalikoğullarının bulunduğu yerden geliyordu. Benî Mustalık’in lideri Hâris İbn Ebî Dırâr, civarın kabileleri de işin içine çekerek bir ordu meydana getirmiş, Medine üzerine saldırı hazırlığı yapıyordu. Öncelikle haberin doğru olup olmadığı teyit edilmeliydi ve bunun için Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ashâbından Büreyde İbn Husayb’i görevlendirdi.

İstihbarat göreviyle yola çıkan Hz. Büreyde, sözü edilen yere geldiğinde büyük bir kalabalıkla karşılaştı; kendilerinden emin ve gururlu bir duruşları vardı. Onun gelişini görünce:

– Sen de kimsin, diye tepki verdiler. Endişelenmişlerdi. Ancak Hz. Büreyde:

– Sizlerden birisi, diye cevapladı önce. Zira bu görev için tayin edildiğinde o, gerektiğinde sözdeki esnekliği kullanma konusunda Resûlullah’tan izin istemiş ve O da, ümmetin selameti adına ona bu izni vermişti. Ardından şunları sıraladı:

– Şu adamın üzerine yürümek için bir araya geldiğinizi duyunca ben de çıkıp yanınıza geldim. Şâyet bu niyetinizde hâlis iseniz ben de gidip kavmimi ve bana itaat edenleri toplarım, hep birlikte tek bir yumruk olarak O’na saldırır ve kökünü keseriz!

Rahatlamışlardı. Tanımadıkları bir adamdı ama bunun ne önemi olabilirdi ki! Aynı düşmanı hedef almış bir adamdan ne zarar gelebilirdi! Onun için:

– Zaten bizler de bunun için bir araya geldik; o zaman elini biraz çabuk tut, dedi Hâris İbn Ebî Dırâr.

Maksat anlaşılmıştı; demek ki Resûlullah’a gelen haber doğruydu. Gerçekten de bu adamlar, Medine’ye saldırmak için bir araya gelmiş ve ciddi ciddi savaş hazırlığı yapıyorlardı. Ancak yine de ihtiyatlı davranmak gerekiyordu. Onun için Hz. Büreyde:

– Hemen şimdi gidiyorum; çok geçmeden kavmimden büyük bir grup ile birlikte buraya gelirim, diye seslendi onlara.

Sevinmişlerdi; hiç hesapta yokken bir adam gelmiş ve adamlarını da toplayarak kendilerine gönüllü katılma vaadinde bulunuyordu!

Beri tarafta Hz. Büreyde, en seri şekilde Medine’nin yolunu tutmuştu ve gerçekten de büyük bir grupla üzerlerine gelecek olan mü’minlere haberin doğruluğunu ulaştıracaktı. Haberi alır almaz Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), hemen hazırlık emri verdi ve bir çıbanın daha başını ezmek için ordunun toplanmasını istedi.

Takvimler, hicretin altıncı senesinin Şa’bân ayını gösteriyordu. Derken Allah Resûlü, otuzu süvari olmak üzere ashâbıyla birlikte Mustalıkoğullarının bulunduğu tarafa yürüdü. Yerine Medine’de, Zeyd İbn Hârise’yi bırakmıştı.1

Gidilecek yerin yakınlığı dolayısıyla ve elde edilecek ganimetten pay koparabilmek için münafıklar, daha önceki savaşlardan farklı olarak bu ordunun içine katılmışlardı.

Halâık denilen yere gelindiğinde mola verilmişti. Bu sırada yanlarına, Abdülkaysoğullarından bir adam çıkageldi. Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) ona:

– Kavmin nerede, diye sordu.

– Ravhâ’da diye cevapladı adam. Efendimiz tekrar sordu:

– Nereye gidiyorsun?

– Başka değil, sadece Sana gelip Sana iman etmek, getirdiklerinin hak olduğuna şehadet edip Seninle birlikte düşmana karşı savaşmak istiyordum, dedi adam.

Resûlullah’ın sevincine diyecek yoktu; yine mürde bir gönül Rabbiyle buluşmuş, Allah’a kul olma yoluna girmişti. Dudaklarından, hamd dolu şu cümle döküldü:

– Seni İslâm’la şerefyâb kılan Allah’a hamd olsun!

Adam:

– Allah için hangi amel daha sevimlidir, diye soruyordu. Elbette bu iş, sadece kelime-i tevhidi söylemekle sınırlı olamazdı ve bu bahtiyar gönül de, diliyle ikrar ettiği bu cümlelerin ardından yapması gerekli olan ilk işin ne olduğunu soruyordu.

– İlk vaktinde kılınan namaz, buyurdu Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem). Demek ki, imandan sonra en önemli mesele namazdı ve imanı tercih ettikten sonra bir mü’min, hep namazı kollamalı, vakit girer girmez de onu en kâmil manada eda etmeliydi.

Halâık’ın semeresi olan sahabî de alınarak yeniden yola çıkılmıştı. Karşılarına, düşman adına gözcülük yapan bir casus çıkmış ve ashâb da, yakalayarak onu huzura getirmişti. Resûlullah, düşman ordularının yerini ve ne türlü teçhizata sahip olduklarını sormuş, ancak bir cevap alamamıştı. Onun da Müslüman olmasını istiyordu; bunun için kendisine İslâm’ı anlatıp Allah’a kul olduğunu kabul etmesini istedi. Ancak adamın inadı tutmuştu ve ayağına kadar gelen bu teklifi kabule yanaşmıyordu.

Derken Müreysî denilen yere kadar gelinmişti ki, Medine’ye saldırmak için bir araya gelen düşman ordusu Allah Resûlü’nün üzerlerine doğru geldiğinin haberini aldılar. Büyük bir telaş içine düşmüşlerdi. Üstelik, gözcü olarak gönderdikleri adamları da yakayı ele vermişti! Şakası yoktu; göz göre göre üzerlerine büyük bir ordu geliyordu ve çok geçmeden savaşı göze alamayan bu kabileler kaçmaya başlamış, Hâris’i kendi adamlarıyla birlikte yapayalnız bırakıvermişlerdi!

Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Müreysî’de konaklayıp hemen savaş hazırlıklarına başladı. Çok geçmeden ordu, saf düzenine geçmiş ve gelecek emri beklemeye durmuştu. Muhâcirlerin sancağını Hz. Ebû Bekir,2 Ensâr’ınkini ise Sa’d İbn Ubâde taşıyordu.

Her zaman olduğu gibi Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), savaşı tercih edenin kendisi olmadığını fiilen gösterecek ve bu insanların üzerine yürümeden önce onlarla konuşmayı deneyecekti. Bunun için yine Hz. Ömer’i seçmişti.

Derken Müreysî vadisi, Hz. Ömer’in gür sesiyle çalkalanmaya başladı:

– Gelin; siz de ‘Lâ ilâhe illallah’ deyin ve böylelikle mal ve canınızı koruma altına almış olun!

Sesin yankısı dağlara vurup ümitsizce geri dönerken, düşmanın bulunduğu yerden Resûlullah ve ashâb üzerine ok yağmaya başlayıverdi. Hâris’in niyeti belli olmuştu; savaş kaçınılmazdı. Gelen oklara karşılık Müslümanlar da ok atmaya başlamışlardı.

O günkü parola da:

– Yâ Mensûr! Emit idi. Cüveyriye Validemizin müşahedesiyle o gün düşman askerleri, İslâm ordusunu olduğundan daha büyük görürken Müslümanlar, düşmanı olduğundan daha az görüyorlardı. Aynı zamanda bu savaşta da kendini gösteriyordu; ne daha önce ne de daha sonradan kimsenin göremeyeceği insanlar yağız atların üzerinde buraya gelmiş Müslümanlara yardım ediyorlardı.

Karşılıklı ok atışları bir müddet devam ettikten sonra Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ashâbına, hep birlikte düşmanın üzerine taarruz emri verdi. Âdeta İslâm ordusu yekvücut olmuş Benî Mustalık üzerine yürüyordu. Böylesine bir duruşun önünde hangi güç durabilirdi ki! Çok geçmeden Benî Mustalık tamamen etkisiz hâle getirilmiş, savaşçıları esir alınarak yanlarında bulunan mallarına da el konulmuştu. Düşman ordusundan on kişi öldürülürken Ashâb arasından sadece Hişâm İbn Subâbe şehit olmuştu; onu da Ensâr’dan birisi yanlışlıkla öldürmüştü. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Hişâm’ın diyetinin ödenmesini emrederek onu, Hz. Hişâm’ın kardeşi Mikyes İbn Subâbe’ye teslim etti.3

Elde edilen esirler, iki yüz aileden oluşuyordu ve bunların üzerine Büreyde İbn Husayb; deve, koyun ve sığır cinsinden ganimet mallarının organizesi için de, Efendimiz’in azatlısı Hz. Şukrân görevlendirilmişti. Ganimetlerin dağıtılması işini ise Mahmiye İbn Cez’ yürütüyordu.

Derken taksimat yapılmış ve ortada kalan bir kısım eşya da, talep edenlere ücret mukabilinde satılmıştı.

Reisleri olan Hâris’in kızı Cüveyriye Binti Hâris,4 Sâbit İbn Kays İbn Şemmâs ve onun amca oğlunun hissesine düşmüş ve o da, dokuz okka altın karşılığında serbest bırakılma konusunda onlarla anlaşmıştı.5

Bu savaş ve bu esaret, hiçbir savaş ve esarete benzemiyordu. Ellerindeki imkânı kullanıp herkesi öldürebilirlerdi ama onlar, öldürmeyip esir almayı tercih etmiş, şimdi ise esirlerine yediklerinden yediriyor, giydiklerinden de giydiriyorlardı. Muhataplarındaki bu farkı görüp de bunun arkasında yatan sebebi öğrenen Hâris’in kızı Cüveyriye, üç gün önce gördüğü o unutulmaz rüyayı hatırladı ve çok geçmeden kelime-i tevhidi söyleyerek Müslüman oluverdi. Çünkü üç gün önce gördüğü rüyada, Medine’den doğan bir ay onun yanına kadar gelmiş ve sanki kucağına konuvermişti. Etkisinde kalmıştı kalmasına ama kimseye de anlatma cesareti bulamıyordu. Şimdi ise bu rüyanın gerçek olmasını umuyor, gelişmeleri merakla izliyordu.

Babasına rağmen Müslüman olan Hz. Cüveyriye, bütün cesaretini toplayarak Allah Resûlü’nün huzuruna girdi. Şefkat peygamberinden merhamet dileyecekti. Şöyle diyordu:

– Yâ Resûlallah! Ben, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Senin de O’nun Resûlü olduğuna şehadet eden Müslüman bir kadınım! Ben, bu insanların reisi Hâris’in kızı Cüveyriye Binti Hâris İbn Ebî Dırâr’ım. Başımıza ne hâllerin geldiğini biliyorsun! Ben, Sâbit İbn Kays İbn Şem­mâs ile onun amca oğlunun payına düştüm. Ancak Sâbit, Medine’deki hurma bağlarından bir kısmını amca oğluna vererek beni aldı. Sonra da, esaretten kurtulabilmem için asla altından kalkamayacağım bir bedelle benimle anlaştı. Aslında buna beni o zorlamadı; bunu ben kabul ettim. Çünkü ben, bu konuda Senin bana yardımcı olacağını umuyordum; hürriyetimi elde edebilmem için bana yardımcı ol!

Büyük bir dikkatle Hâris’in kızı Hz. Cüveyriye’yi dinleyen Efendiler Efendisi ona:

– Bundan daha hayırlısını ister misin, diye sordu. Şaşırmıştı; heyecanla:

– O da nedir yâ Resûlallah, diye sordu. Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem):

– Senin hürriyet bedelini Ben öder ve seni de nikâhım altına alırım, buyurdu.

Bundan daha büyük saadet olabilir miydi? Elinde avucunda ne varsa hepsini kaybeden ve üstelik hürriyetini de yitiren bir insanın önüne, dünya ve ukbanın saadet saraylarına giden kapılar açılmış ve o da, bizzat bu sarayın sultanı tarafından içeriye ‘buyur’ ediliyordu; hem de beş kuruş bedel ödemeden! Evet ya, rüyası gerçek oluyordu. Hz. Cüveyriye de, böyle bir saadeti kaçırmayacak kadar iman dolu bir gönüle sahipti ve:

– Peki yâ Resûlallah! Kabul ediyorum, dedi.

Teklif kabul gördüğüne göre şimdi sıra, Sâbit İbn Kays ile görüşmeye gelmişti. Derken ona da haber gönderilmiş ve çok geçmeden Hz. Sâbit de huzura gelmişti. Efendimiz de, Hz. Cüveyriye’nin bedelini kendisine ödeyerek onu nikâhı altına almak istediğini bildirdi.

Hz. Sâbit’in gözlerindeki sevince diyecek yoktu. Belki de Allah Resûlü’nün maksadını anlamıştı. Tabii ya, Hz.Cüveyriye Benî Mustalık’ın reisi Hâris’in kızıydı ve elbette o, Resûlullah’a yakışırdı. Hemen:

– Annem babam Sana feda olsun yâ Resûlallah! Hiç karşılıksız O Senindir, dedi. Ancak Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), yine de bu bedeli Hz. Sâbit’e ödeyecek ve önce Hz. Cüveyriye’yi hürriyete kavuşturacak sonra da onunla nikâh kıyacaktı.

Efendimiz’in bu evliliğinin haberi çok geçmeden ashâb arasında yayılmaya başladı. Haberi duyan her bir sahabî, elinin altındaki esire bakıyor ve:

– Resûlullah’ın akrabası, diyordu. Hiç beklemedikleri ve ummadıkları bir anda Benî Mustalık, Allah Resûlü’nün akrabası oluvermişti! Öyleyse Allah Resûlü’nün akrabaları nasıl esir olarak tutulabilirdi! Teker teker esirler serbest bırakılmaya başlanmış ve yine tarihte bir benzeri görülmeyen civanmertlik ortaya konulmuştu. O gün, sadece bu akrabalığın hatırına yüz aile hürriyete kavuşturulmuş ve bu kutlu yuvanın bereketinden istifade etmişlerdi. Amca kızı gelip de durumu kendisine anlatınca Hz. Cüveyriye Rabbine hamd edecek ve kendisi vesilesiyle kavmini esaretten kurtaran Allah’a şükredecekti.6

Esirlerin geri kalanları ise, yakınları tarafından bedelleri ödenmek suretiyle hürriyetlerine kavuşacaklar ve böylelikle Benî Mustalık esirlerinin tamamı serbest bırakılacaktı.

Yazar: Dr. Reşit Haylamaz/EFENDİMİZ isimli kitabından alınmıştır.


Dipnot:

  1. Medine’de bırakılan kişinin Ebû Zerr veya Nümeyle İbn Abdullah el-Leysî olduğuna dair de rivâyet vardır. Bkz. İbn Hişâm, Sîre, 4/252; Kurtubî, el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân, 5/215
  2. Muhâcirlerin sancağını Ammâr İbn Yâsir’e verdiği de söylenmektedir. Bkz. Vâkıdî, Meğâzî, 1/405; İbn Kesir, Sîre, 3/297; el-Bidâye ve’n-Nihâye, 4/178
  3. Resûlullah’ın verdiği hükme ve kardeşinin diyeti kendisine verilmesine rağmen Mikyes’in, kardeşini yanlışlıkla öldüren Ensâr’ın üzerine yürüyüp onu öldürdüğü, sonra da kaçıp Kureyş’e sığındığı ve Mekke’nin fethi gününde de mürted olarak öldürüldüğü ifade edilmektedir. Bkz. Vâkıdî, Meğâzî, 1/859; İbn Seyyidinnâs, Uyûnu’l-Eser, 2/196; İbn Kesir, Sîre, 3/298; İbn Hacer, el-İsâbe, 3/203; İbn Esîr, Üsüdü’l-Ğâbe, 3/78
  4. Hz. Cüveyriye’nin adının Berre olduğu ve ona Cüveyriye ismini Allah Resûlü’nün verdiği de rivâyet edilmektedir. Bkz. Müslim, Sahîh, 3/1687 (2140); Ebû Dâvûd, Sünen, 2/81 (1503); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/258 (2334), 1/316 (2902), 6/429 (27461)
  5. Hz. Sâbit, Medine’deki hurma bağlarından birisine karşılık amca oğlunun hissesini de kendi üzerine almış ve Hâris’in kızı Hz. Cüveyriye üzerindeki tasarrufu tamamiyle elde etmişti. Bkz. Vâkıdî, Meğâzî, 1/409; Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 4/347
  6. Yıllar sonra Hz. Âişe Validemiz, Hz. Cüveyriye’nin ne kadar hayırlı bir insan olduğunu anlatırken, “Onun kadar kavmine faydalı birisini bilmiyorum.” diyecek ve Efendimiz’le nikâhının hatırına kavminden yüz ailenin hürriyete kavuşturulduğunu söyleyecektir. Bkz. Ebû Dâvûd, Sünen, 4/22 (3931); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/277 (26408); Hâkim, Müstedrek, 4/28 (6781); Beyhakî, Sünen, 9/74
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.