Benî Kurayzalı esirlerin akıbeti
Sa’d İbn Muâz’ın verdiği hüküm, elbette Benî Kurayza’nın bütününü kapsamıyordu; zira o gün Benî Kurayza arasında, Atıyyetü’l-Kurazî ve Rifâe İbn Şemvâl1 gibi gençlerle Amr İbn Su’dâ, İbn Sa’ye’nin oğulları Sa’lebe ve Üseyd ile onların amcaoğulları Esed İbn Ubeyd gibi sağduyulu kişilere aynı hüküm uygulanmayacak ve onlar affedileceklerdi.
Zebîr İbn Bâta, Buâs savaşlarının devam ettiği günlerde Sâbit İbn Kays İbn Şemmâs’a çok büyük bir iyilik yapmıştı. Vefa hissiyle hareket eden Hz. Sâbit, bir çırpıda esirlerin bulunduğu yere gelmiş ve Zebîr’i bulmuştu. Ona:
– Yâ Ebâ Abdirrahmân! Beni tanıdın mı, diye sordu.
– Benim gibi birisi hiç seni tanımaz mı, diye mukabele ediyordu Zebîr. Bunun üzerine Hz. Sâbit, şunu söyledi ona:
– Senin benim üzerimde hakkın var; büyük bir iyilik yapmıştın! Şimdi ise ben, o iyiliğin karşılığını verebilecek bir konumdayım!
İçine inşirah veren cümlelerdi bunlar; bir anda gözlerinin içi parlayıvermişti ve ümitle şunları söyledi:
– Şüphe yok ki kerim bir insan, kendisi gibi kerem sahibi olan birisini kereminden mahrum etmez; benim sana en çok muhtaç olduğum gün de zaten bugün!
Bunları söyleyip de kendisinden Zebîr’in kerem dilendiğini gören Hz. Sâbit, bir çırpıda Allah Resûlü’nün yanına geldi:
– Yâ Resûlallah, diyordu. “Zebîr’e için benim, Buâs gününden kalma bir iyilik borcum vardı; o gün elimden tutup beni kurtarmıştı! Bu iyiliği Senin huzurunda dillendirip de o sebeple Zebîr’i bana bırakmanı istiyorum; onu benim hatırıma bağışla!”
Vefaya karşı gösterilen vefa, güzel bir hasletti ve Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Sâbit’e:
– O senindir, buyuruverdi. Bunun üzerine Hz. Sâbit, büyük bir heyecanla Zebîr’in yanına gelip durumdan onu haberdar etti. Ancak Zebîr, oralı olmuyor:
– Yesrib’de, yanında ne mal ve mülkü ne de ailesi olan yaşlı bir adam bundan sonra yaşasa ne olacak ki, diyordu. Hz. Sâbit de şaşırmıştı; Adam’ın kendi kurtulduğu yetmiyormuş gibi bir de ailesiyle malını ve mülkünü yanında istiyordu. Garip bir durumdu ama bir defa bu yola girilmişti; gidecek ve Resûlullah’tan, Zebîr’in ailesiyle mal ve mülkünü de talep edecekti. Geldi ve:
– Yâ Resûlallah, dedi. Onun ailesiyle mal ve mülkünü de bana bağışla!
– Onlar da senin olsun, diyordu Allah Resûlü. Zebîr’in ailesiyle birlikte mal ve mülkünü de kurtarmış olmanın sevinciyle tekrar yanına gelen Hz. Sâbit:
– Şüphesiz Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), senin çocuklarını, aileni ve mallarını da bana bağışladı, diye müjde vermeye başladı. Ancak Zebîr’de hâlâ sevinme belirtisi göremiyordu; içine kapanmış bir hâli vardı. Biraz sonra da:
– Ey Sâbit, diye başladı sözlerine. “Hakikaten sen, sana yapmış olduğum iyiliğin karşılığını tam olarak bana ödedin; böylece borcunu ödemiş oldun! Ancak ey Sâbit! O yüzü Çin aynası gibi parlayan ve genç kızların da hayranlıkla kendisini gözlediği Ka’b İbn Esed’e ne yapıldı?”
– Öldürüldü, cevabını verdi Hz. Sâbit. Zaten sorusunun cevabını Zebîr’in kendisi de biliyordu; belli ki anlatacağı başka şeyler vardı. Bu sefer de, Benî Ka’b ve Benî Amr’ı kastederek:
– Peki, o iki ünlü meclise ne oldu, diye sordu. Hz. Sâbit:
– Onlar da öldürüldü, diye cevapladı. Belli ki adam çok içerlemişti; şunları söylemeye başladı:
– Ey Sâbit! Bunların olmadığı yerde yaşamanın ne manası var? Ben de onların gittiği yere gider ve orada onlarla beraber ebedi kalırım! Benim buna ihtiyacım yok. Fakat ey Sâbit, çocuğumla hanımıma gidip bir bak; çünkü onlar, ölümden çok korkmuşlardır. Adamına söyle de onları serbest bıraksın ve mallarını da onlara iade etsin!
Hz. Sâbit de derin düşüncelere dalmıştı; elinden tutmak istediği adam, gerçekten de garip biri çıkmıştı. Huzura gelip de durumdan Resûlullah’ı haberdar etmek isteyecek ve bunun üzerine Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Zebîr’in çocuğuyla hanımını serbest bırakıp, silahı dışındaki mallarını da kendilerine iade edecekti.
Zebîr’in bu talebi de yerine getirilmişti; şimdi sıra son isteğindeydi. Bir an önce kendisini öldürmesini istiyor ve şöyle diyordu:
– Ey Sâbit! Senin yanındaki hatırım için senden beni, bir an önce kavmimin yanına göndermeni istiyorum; dostlarıma kavuşmak için o kadar sabırsızlanıyorum ki, kovanın kuyudan çıkacağı an kadar bile sabredemem!
Olacak şey değildi; adamı kurtarmak için elinden geleni yapmış ve bunda da muvaffak olmuştu ama o, şimdi bizzat kendisinin onu öldürmesini istiyordu; onun için:
– Ben seni öldüremem, diye tepki gösterdi. Ancak Zebîr, kendini ölüme şartlamış, başka bir şey düşünmüyor ve şunu söylüyordu:
– Beni kimin öldürdüğü çok da umurumda değil!
Çoluk çocuk ve kadınlardan müteşekkil bin kadar esir vardı; önce bir vakit tayin edilerek o zamana kadar bedelini getirenlerin hiçbir şey sorulmaksızın hürriyete kavuşturulacakları ilan edildi. Ebu’ş-Şahm gibi zengin Yahudiler, bu arada gelmiş ve belli başlı yakınlarını, bedellerini ödeyerek esaretten kurtarmışlardı.2
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onları beş parçaya böldü. Âyetle tespit edilen beşte biri kendisine ayırdıktan sonra kalanları ashâb arasında paylaştırmaya başladı. Kendi payına düşenleri de, ya hürriyete kavuşturuyor ya da bir başkasına hediye ediyordu. Bu arada hizmet görmeleri için ashâbından bazılarına verdikleri de oluyordu.3
Bu arada ashâbına bazı tembihlerde bulundu; esir bile olsa insanlara iyi muamele edilmesi gerektiğini tekrarlıyor ve taksimat yapılırken de esirlerin satışa arzı sırasında da çocukların, annelerinden ayrılmaması gerektiğini söylüyordu; bunun için:
– Çocuk büluğ çağına erişinceye kadar annesiyle arasına girilmez, buyuruyordu. Ashâb-ı kirâm hazretleri:
– Büluğ nedir yâ Resûlallah, diye sorunca da:
– Büluğ, kız çocukların hayız görmesi, erkeklerin ise ihtilam olmasıdır, buyuracaktı. Bunun üzerine çocuklu olan kadınlar, Yahudi veya müşriklere de satılabilirken küçük yaştaki annesiz çocukların, sadece mü’minlere satışına izin veriliyordu.
O gün Hz. Osman ile Abdurrahman İbn Avf, Benî Kurayza’dan birçok esiri müşterek satın almış, daha sonra da aralarında taksim etmişlerdi.4
Yazar: Dr. Reşit Haylamaz/EFENDİMİZ isimli kitabından alınmıştır.
Dipnot:
- O gün, Efendimiz’in baba tarafından teyzesi olan Selmâ Binti Kays, huzura gelmiş ve “Yâ Nebiyyallah! Anam babam Sana feda olsun; Rifâe’yi bana bağışla! Çünkü o, namaz kılmaya çok müsait; hem deve eti de yiyor!” demişti. Bunun üzerine Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Rifâe’yi onun hatırına bağışlamıştı. Bu kadar lütfu gözleriyle gören Rifâe de gün gelecek Müslüman olacaktı. Bkz. Vakıdi, Meğâzî, 1/515; Taberi, Tarih, 2/103; Süheyli, Ravdu’l-Unf, 3/444
- Ebu’ş-Şahm’ın yüz elli dinara kurtardıkları arasında, her birinin yanında üçer çocuk bulunan Yahudi inancına gönülden bağlı iki kadın da vardı. Bkz. Vakıdi, Meğâzî, 1/523; Salihi, Sübülü’l-Hüda ve’r-Reşad, 5/16
- Efendimiz’in, esirlerin bir kısmını Sa’d İbn Ubâde ile Şam’a, diğer bir kısmını da Sa’d İbn Zeyd ile Necid’e gönderdiği ve bunların karşılığında at ve silah olarak savaş malzemesi tedarik ettiği ifade edilmektedir. Bkz. Salihi, Sübülü’l-Hüda ve’r-Reşad, 5/16
- Bu taksimde, Abdurrahman İbn Avf’ın muhayyer bırakması sonucu, Hz. Osman ihtiyarları tercih edecek ve başlangıçta kendi aleyhine gibi duran bu durum, neticede onun lehine cereyan edecekti. Zira o gün yaşlıların yanında, sağa sola sokuşturup gizledikleri emtia ortaya çıkacak ve Hz. Osman yaşlılarla birlikte onlara da malik olacaktı. Bkz. Vâkıdî, Meğâzî, 1/524; Salihi, Sübülü’l-Hüda ve’r-Reşad, 5/16