Ayrıcalık Talepleri

210

Efendimiz’in etrafında, Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman, Sa’d İbn Ebî Vakkas ve Hz. Talha gibi zengin sahabeler olduğu gibi, Bilâl-i Habeşî, Ammâr İbn Yâsir, Zeyd İbn Hârise ve Habbâb İbn Erett gibi fakir ve kimsesiz insanlar da vardı. Aynı zamanda bu insanlar, büyük çoğunluk itibariyle köle statüsünde, yahut köle iken hürriyete kavuşturulan kimselerdi. Elbette bu farklılık, Allah Resûlü ve ashab arasında bir problem teşkil etmiyordu; insanlar, Allah katında bir tarağın dişleri gibi eşitti. Ne Arap olanın Acem’e ne de siyahî olanın beyaz tenliye bir üstünlüğü olabilirdi!

Ancak Kureyş öyle düşünmüyordu; cehaletin en koyu tonunun hakim olduğu bu anlayışa göre, statü itibariyle alt tabakayı temsil edenlerle sürekli üstte bulunması gerekenler aynı mekanı paylaşamaz ve birlikte oturamazlardı. İşin esasına bakılacak olursa onlar, bu insanları ‘insan’ olarak bile görmüyorlardı; onlara göre bu insanlar, sadece kendilerine hizmet için var olan yaratıklardı!

Efendiler Efendisi’nin bu insanlara değer verip de kendi huzurunda oturtmasından hiç haz almayan ve arzu ettikleri bu sistemin yavaş yavaş kontrollerinden çıktığını gören bu adamlar, hiç akla gelmeyecek bir teklifte bulundular. Diyorlardı ki:

– Bizler, Senin kavminin efendileriyiz; şayet Sen, bizi de yanına çekip meclisinde görmek istiyorsan, yanında bizden başka kimse olmasın!

İnsanlara tepeden bakanların teklifiydi bu. Ancak bu teklif, Allah tarafından da Resûlullah tarafından da kabul görmeyecekti.1 Çünkü insanlar, imanlarına imanlarındaki derinliklerine göre değer kazanırdı. Allah bilmeyen bir kâfir veya müşrik, dünyanın en zengini veya en zekisi de olsa Allah katında bir değer ifade etmezdi. Zaten akıllı olmak, açıktan iman etmeyi gerektirirdi; iman sahibi olamadıklarına göre, bunların akıllı olduğunu söylemenin de imkânı yoktu. İşin doğrusu, akıllarını kullanıp iman etme gibi de bir niyetleri yoktu; sadece, kendilerini rahatsız eden (!) bir mesele karşısındaki tepkilerini dile getirmek istemiş ve kendilerince, uygun bir meclis hakkı verilmediği için iman etmedikleri konusundaki haklılıklarını (!) ortaya koymaya çalışmışlardı.

Çok geçmeden Cibril-i Emîn gelmişti ve bu kanaati pekiştirme adına şu ifadeleri getirmişti:

– Sabah-akşam, sadece onun rızasını düşünerek Rablerine râm olmuş olanları sakın huzurundan uzaklaştırma!2

Anlaşılan bu iş, elini sıcak sudan soğuk suya sokmamış çilesiz insanlarla yürüyecek bir iş değildi; bu iş, yokluğun ne anlama geldiğini bilen ve elindekini başkalarıyla da paylaşabilen insanların omzunda yükselmeliydi. Varlık içinde yüzenler, yokluğun ne anlama geldiğini bilemez ve onların elinden tutma adına da istenilen gayreti gösteremezlerdi.

Demek ki, yüce insanlar için, gönülden davaya inanmış hasbileri uzaklaştırıp da müşriklerin hidayetini umarak müşrikleri kendilerine yaklaştırmak gibi bir uygulama asla düşünülemezdi. Zira bu, küçük hesapların ve büyük düşünememenin bir sonucu olurdu. Açıkça bir zulümdü ve Allah Resûlü de böyle bir zulümü irtikâb etmekten fersah fersah uzaktı. Üç-beş müşrikin, sırf kendilerini tatmin adına ortaya attıkları bu türlü hezeyanlara kulak asmayacak ve sabah-akşam, davada, düşüncede, duyguda ‘Allah’ deyip inleyenlerle beraber olacak; gözünü onlardan ayırmayacak ve asla başkalarına kaydırmayacaktı. Çünkü biliyordu ki, Allah’ın rahmeti onlarla beraberdir. Nasıl olabilirdi ki O (sallallahu aleyhi ve sellem):

– Cennet şu üç insana kavuşmak için iştiyak içindedir: Ali, Selmân ve Ammâr,3 buyuracaktı. Kendini bilmeyen üç-beş sergerdanın sahte taleplerine karşılık, kendilerine cennetin müştak olduğu bu samimi ve yürekten insanlar huzurdan kovulur muydu hiç?


Dipnot:

  1. Onların imanını ümit ederek Efendimiz’in de bu teklife meylettiğine dair yorumlar, ‘ismet’ vasfını haiz peygamberler için düşünülmemesi gereken hususlardandır. Hele söz konusu olan Zât, Efendiler Efendisi olursa!
  2. Bkz. En’âm, 6/52; Kehf, 18/28
  3. Tirmizî, el-Câmiu’s-Sahîh 5/667 (3797); Hâkim, Müstedrek, 3/148 (4666)
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.