Allah Resûlü’nün rüyası ve ilk umre seferine çıkışı
Gündüzler Mekke’nin hayaliyle tüllenirken geceler de Kâbe’de ibadet rüyalarıyla geçiyordu. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) de bir rüya görmüş ve bu rüyasında, ashâbının bir kısmının saçlarını tıraş ettirmiş, diğer bir kısmının da kısaltmış olarak emniyet ve güven içinde Kâbe’yi tavaf ettiklerine şahit olmuştu; Kâbe’nin anahtarlarını almış ve onu tavaf ederek umre vazifesini gerçekleştirmişti!
Resûlullah, sabah olup da bu rüyasını ashâbıyla paylaşınca Medine’de büyük bir sevinç yaşanmış ve ashâb uzaktan kendilerine el sallayan Kâbe’ye gideceklerinin müjdesini almış olmanın huzurunu yaşamaya başlamışlardı; gidecek ve umrelerini yapıp Kâbe ile hasret gidereceklerdi. Resûlullah da zaten aynı şeyleri söylüyordu!
Hemen hazırlıklar yapılmaya başlandı. Zira Kâbe, kimsenin tekelinde olamazdı; onu ataları Hz. İbrâhim inşa etmiş ve Allah’a kulluk etsinler diye kendisinden sonrakilere emanet etmişti. Şimdi bu emanet, ehil olmayanların elinde heba ediliyordu; onun şan ve şerefini yeniden iade edecek olan da yine, Allah Resûlü’ydü. Gidecek ve orada, Allah’a kulluk vazifesinin nasıl eda edilebileceğini bizzat gösterecekti.
Bu sırada Medine’ye, Büsr İbn Süfyân gelmiş ve Müslüman olmuştu. Geri dönmek istediğinde Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ona:
– Ey Büsr, diye seslendi. “Gitmekte acele etme; belki hep birlikte gideriz! Çünkü biz, inşâallah umre için yola çıkmak üzereyiz.”
Maksat, savaş değil ibadetti; onun için yanlarına sadece vahşi hayvanlardan kendilerini koruyacak çapta küçük kılıçlar almışlardı. Bu yolculukta kendilerine, kurban edilmek üzere bir kısım koyun ve develer de eşlik ediyordu. Resûlullah da bunun için yanına bir deve almıştı.
Yine bir pazartesi günüydü; takvimler, altıncı yılın Zilkâde ayını gösteriyordu. Hücre-i saadetlerine girerek abdest alan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), iki kat elbise giyerek dışarı çıktı ve kapısının önündeki Kasvâ’ya binerek hareket etti. Artık yeryüzünün merkezine doğru yeni bir yolculuk başlamıştı. Bu sefer yanında Ümmü Seleme validemiz vardı.
Medine’de yine İbn Ümmi Mektûm bırakılmıştı. O’nunla birlikte, iki yüzü atlı olmak üzere Ensâr ve Muhâcirîn bin dört yüz kişi bulunuyordu. Az dahi olsa etraftaki Arap kabilelerinden gelenler de bu kutlu kervana katılmıştı. Aralarında Ümmü Ümâra, Ümmü Menî’ Esmâ Binti Amr ve Ümmü Âmir el-Eşheliyye gibi hanım sahabiler de vardı. Rüyası görülmüştü ya, Kâbe’ye girip de onu tavaf edeceklerinden şüphe etmiyorlardı.
Zü’l-Huleyfe’ye gelindiğinde burada öğle namazı kılındı. Ardından Efendiler Efendisi, kurbanlık olarak ayrılan yetmiş kadar deveye işaret koymaya başlamıştı; kurbanlıkları kıbleye çeviriyor ve sağ yanına işaret koyuyordu. Bir kısmını kendileri yapmış, geride kalanları da Nâciye İbn Cündeb’e bırakarak onun yapmasını istemişti.
Bu sırada yeni Müslüman Büsr İbn Süfyân’ı yanına çağırarak gözcü olarak önden gitmesini söyledi. Aynı zamanda Abbâd İbn Bişr komutasında yirmi kişilik bir müfrezeyi de, herhangi bir gelişmeye karşılık öncü kuvvet olarak gönderiyordu.
Bu arada Hz. Ömer ve Sa’d İbn Ubâde Allah Resûlü’nün yanına gelmiş, yanlarına daha fazla silah alma konusunda O’nunla konuşmak istiyorlardı. Endişeleri vardı; Kureyş’in ne yapacağı belli olmazdı. Her ne kadar ibadet maksadıyla yola çıkmış olsalar bile onların kural tanıyacak halleri yoktu. Onun için ihtiyatlı olmak istiyorlardı. Ancak bütün ısralarına rağmen Habîb-i Kibriyâ Hazretleri, yolcu silahından başka silahlanmayı arzu etmeyecek ve her hâlükârda ibadet niyetinden taviz verilmesini uygun bulmayacaktı.
İhrâm ve Ona Ait Hükümler
– Lebbeyk Allahümme lebbeyk. Lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk. İnne’l-Hamde ve’n-Ni’mete lek; ve’l-mülke lâ şerîke lek, diye telbiye getirmeye başladı. Ümmü Seleme Validemiz de ihram için niyet etmişti.
İlk defa karşılaşıyorlardı; ihramla da ilk defa tanışacaklardı. Resûlullah’ın adımları yakın takibe alınmış ve yaptığı her şey ashâbı tarafından tekrarlanır olmuştu. Adım adım O’nu takip eden ashâb-ı kirâmın çoğu burada ihrama girmişti. Burada giremeyenler de Cuhfe’ye gelince girecek ve tam tekmil ibadet neşvesine bürüneceklerdi; zira Cuhfe’ye kadar kendilerine bir kolaylığın sağlandığını biliyorlardı.
Yolculuk devam ediyordu; Beydâ denilen mevkiden Benî Bekir, Cüheyne ve Müzeyne kabilelerinin yanına doğru yönelen Efendimiz’in maksadı, onları da bu yolculukta yanında görmekti. Ancak onlar, mal ve mülkleriyle meşguliyetlerini ileri sürerek umre kervanına katılmayacaklardı. Kâbe’ye doğru ilerleyen mü’minleri arkadan süzerken müşrikler kendi aralarında şöyle konuşuyorlardı:
– Muhammed bizi, silah ve mühimmat bakımından son derece hazırlıklı bir kavimle savaşmaya çağırıyor; hâlbuki O ve ashâbı bugün, bir oturumda yenilecek deve gibiler. Muhammed ve arkadaşları bu seferden asla sağ olarak dönemezler; baksanıza yanlarında ne silah var ne de savaşmak için bir hazırlıkları!
Her hâlinde tebliğ ve irşad nümâyân olan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) yolda ilerlerken Benî Nehd kabilesine mensup bir kısım insanlarla karşılaşmıştı. Konuyu hemen sohbet-i cânâna getirdi ve onları Allah’a iman etmeye çağırdı; müspet cevap vermiyorlardı. Kısmet ayaklarına kadar gelmişti ama kıymet bilememişlerdi. Ancak gelip Allah Resûlü’ne süt ikram etmek istediler. Allah Resûlü:
– Bir müşrikin hediyesini kabul edemem, diyerek geri çevirdi. Ancak, ashâbına dönerek bunların satın alınmasını talep etti; denilen hemen yapıldı. Bugüne kadar ellerinde ne varsa yanlarına uğrayanlar tarafından gasbedilen Benî Nehd, karşılaştıkları bu civanmertlik ve inceliği hayranlık ve şaşkınlık içinde seyrediyorlardı.
Ashâb-ı kirâm, daha da ileri giderek Benî Nehd’in avladığı üç tane keleri onlardan satın almış ve oturup aralarında yemek istemişlerdi. Daha önceden ihrama girenlerin aklına hemen, ihramdayken avlanmanın yasak olduğu hükmü geldi ve kendilerinin bizzat avlamadıkları bu hayvanların etinden istifade edip edemeyeceklerini sordular:
– Yiyin, diyordu. “Kendiniz için bizzat avladıklarınız veya özellikle sizin için avlananlar dışında her türlü kara hayvanı size helaldir; ihramlı olarak bunları yiyebilirsiniz!”
Her adımda din adına yeni bir şey öğreniyorlardı; Ebvâ’ya geldiklerinde, kurbanlıkların başında görevli olan Hz. Nâciye Allah Resûlü’nün huzuruna gelmiş ve:
– Yâ Resûlallah, diyordu. “Develerden birisi yolda kaldı; yürüyemiyor. Ne yapalım?”
– Onu kes ve boynundaki ipini de kanına batır, buyurdu. “Ancak onun etinden ne sen ne de arkadaşlarından herhangi biriniz yemesin; onun etini sizin dışınızdaki insanlara bırakın!”
Ashâb arasında Ebû Katâde henüz ihrama girmeyenlerdendi. Yirmi kişilik öncü birlikle hareket etmiş ve bir hayli mesafe katetmişlerdi. Mola verdikleri bir sırada o da oturmuş, bir kenarda ayakkabısının bağını bağlamakla meşguldü. Bu sırada karşılarına bir zebra çıkıvermişti; onunla birlikte olan birliğin diğer elemanları, ihrama girdikleri için zebraya bir şey yapamıyor, bir an önce Ebû Katâde’nin görerek onu avlamasını istiyorlardı. Etinin helal olabilmesi için kendileri de ikaz edemiyor ve Ebû Katâde görmeden önce zebra kaçacak diye büyük üzüntü duyuyorlardı. Nihâyet zebrayı Ebû Katâde de görmüştü; görür görmez hemen yayına koşup onu kaptığı gibi atının üstüne atladı. Bu sırada ok ve mızrağını almayı unutmuştu; arkadaşlarına seslenerek kendisine onları vermelerini istedi. Ancak hiçbiri buna yanaşmıyordu; zira biliyorlardı ki, zebrayı avlama konusunda ona yardım etseler, etini hiçbiri yiyemeyecekti:
– Vallahi de biz, bunun için sana yardım edemeyiz, diyorlardı. Ebû Katâde sinirlenmişti; atından aşağıya atladı ve istediği malzemeleri kendisi alarak yeniden atına bindi.
Çok geçmeden Ebû Katâde, avladığı zebrayı yüklenmiş olarak ashâbın yanına geldi. Sevinmişlerdi; yolculuk sırasında yine bir ikram-ı ilâhî ile karşı karşıya idiler. Bir taraftan da, ihramda oldukları hâlde avlanmış bir kara hayvanının etini yeme konusunda şüphe duyuyorlardı; buna rağmen oturmuş ve zebra ile bir güzel karınlarını doyurmuşlardı.
Ebû Katâde, ön budu Allah Resûlü’ne saklamıştı. Huzura gelip de durumu kendisine anlattılar:
– Sizden herhangi biri onu gösterip de avlamasını istedi mi, diye sordu.
– Hayır, dediler. Bunun üzerine Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Onun geride kalan kısmını da yiyin; zira o, Allah’ın size olan helal bir ikramıdır, buyurdu. Daha sonra da Ebû Katâde’ye döndü ve:
– Yanında ondan bir şey kaldı mı, diye sordu. Bunun üzerine Ebû Katâde, zaten Efendimiz için sakladığı ön budu kendilerine takdim etti; ihramlı olduğu hâlde Allah Resûlü de avın etinden yedi.
Hudeybiye’ye geldiklerinde ashâb arasından Ka’b İbn Ucre’nin başındaki yara üzerine haşerat üşüşmüş ve onu ciddi manada rahatsız etmeye başlamıştı. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) yanına gelip de durumuna şahit olunca ona:
– Başında üşüşüp duran bu haşerat sana eziyet veriyor mu, diye sordu.
– Evet, cevabını alınca da:
– Senin bu kadar bitkin düşeceğini hiç düşünmemiştim, buyurdu ve başını traş etmesine izin verdi. Ardından da şunları tembih etti:
– Bunun için sen, üç gün oruç tut; altı fakirin karnını doyur veya kolayına geldiği gibi bir kurban kes!1
Bütün bunlar, ihramlı iken bir mü’minin nasıl davranması gerektiğini gösteren örneklerdi ve ashâb-ı kirâm da bunlarla ilk defa karşılaşıyordu. Her adımlarında din adına yeni bir şey daha öğreniyor ve Allah’a daha yakın bir kul olabilmek için âdeta birbirleriyle yarışıyorlardı.
Güven Veren Yolculuk
Onlar kimsenin malına göz dikmiyorlardı. Onları uzaktan gözleyenler, bu farklılığı görüp de kendileri geliyor ve Allah Resûlü’ne hediyeler takdim etmek istiyorlardı. Oğluyla birlikte Îmâ İbn Rahda gelmiş ve Efendimiz’e iki yüz koyunla süt yüklü iki deve hediye etmişti. O da (sallallahu aleyhi ve sellem), önce:
– Allah size bereket ihsan etsin, diyerek onlara dua edecek ve ardından da bu ikramı ashâbı arasında paylaştıracaktı.
Yeryüzünde hüsn-ü kabul görmenin bir emaresiydi bu ve sadece bununla da sınırlı kalmayacaktı. Her karşılarına gelen kabile bu nezih davranışı hayranlıkla temaşa ediyor ve gönlünden koparak elinde bulunan ekmek, acur ve ıtr gibi en değerli mamullerle, melek yürüyüşlü bu insanlara ikramda bulunmak istiyordu. Hatta Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), bu yolculuk esnasında kendisine ikram edilen güzel kokulu ve içi sütlü bir bitkiyi yiyince çok hoşlanmış, aynı bitkiden tatması için onu Ümmü Seleme Validemize de göndermişti.
Yazar: Dr. Reşit Haylamaz/EFENDİMİZ isimli kitabından alınmıştır.
Dipnot:
- Hz. Ka’b, “Sizden her kim hasta olur veya başından bir rahatsızlık hâli zuhur ederse bu durumda oruç, sadaka veya kurban olmak üzere ona fidye gerekir.” (Bakara, 2/196) meâlindeki âyetin kendisi hakkında nâzil olduğunu söyleyecektir. Bkz. Buhârî, Sahîh, 4/1535 (3955); Müslim, Sahîh, 2/861 (1201); Tirmizî, el-Câmiu’s-Sahîh, 5/212 (2973); Taberî, el-Câmiu’l-Beyân, 2/232