Allah Resûlü (sas) Hudeybiye’de (8 Zilkâde 6 Hicrî)
Umre yolculuğu devam ediyordu. Nihâyet, Hudeybiye denilen mevkiye yaklaştıklarında, hiç beklemedikleri bir durumla karşı karşıya kaldılar. Kasvâ çökmüş, her türlü çabaya rağmen bir türlü ayağa kalkıp yürümüyordu. Kasvâ’nın çökmesine ve ashâb-ı kirâmın onca gayretlerine rağmen bir türlü hareket etmemesine Allah Resûlü de bir anlam verememişti. Ashâb-ı kirâm:
– Kasvâ inat etti, dediklerinde hemen:
– Hayır! Kasvâ inat etmedi; onun böyle bir âdeti yoktur; ancak onu, vaktiyle fil ashâbını Mekke’ye girmekten alıkoyan aynı Zât alıkoydu, buyurdu. Zira kâinatta tesadüfe yer yoktu ve O’nun için her hareket, Allah tarafından kendisine bir mesaj anlamına geliyordu. Aynı zamanda bu durum, Mekke’ye yürüyüp de sonucu belli olmayan hadiseler zinciriyle karşılaşmaktan daha iyiydi. Zira iyice gerginleşen bu atmosferde, çok fazla kan dökülme ihtimali vardı; bir de o güne kadar Müslüman olduğu hâlde kendilerini Mekke’de gizleyen ve bu sebeple durumlarını, Medine’deki ashâbın da bilmediği mü’minler vardı. Bu durumda kılıçlara sarılıp da savaşla karşı karşıya kalındığında ashâb-ı kirâmın, farkına varmadan başka bir mü’mini öldürme ihtimali vardı. Aynı zamanda Mekke’de, yarın İslâm’la tanışacak potansiyel mü’minler bulunuyordu; onların ya kendileri ya da nesillerinden pek çok insan Allah Resûlü’ne sadâkatlerini bildirecek ve O’nun yolunda ölümüne mücadele edeceklerdi. Öyleyse zemin, her hâlükârda sulhun aranması gereken bir zemindi ve Allah Resûlü de:
– Muhammed’in nefsi, yed-i kudretinde olana and olsun ki bugün Benden, içinde Allah’ı tazim olan ne türlü bir plan istenirse istensin onu mutlaka kabul edeceğim, buyurdu. Sulh peygamberi, yine sulhu tercih ediyordu.
Mesajı alan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Kasvâ’nın yönünü değiştirerek onu kaldırmak istedi. Aynen tahmin edildiği gibiydi; Kasvâ kalkmış ve yürüyordu! Bu hareket, anlaşılan mesajın doğruluğunu da tasdik eder mahiyetteydi.
Artık Hudeybiye’nin en uzak noktasına kadar gelinmişti; hava oldukça sıcaktı ve insanların suya ihtiyacı vardı. Aynı zamanda gelişmeler, bir müddet burada kalınacağını gösteriyordu. Bu sebeple Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), içinde bir miktar su bulunan bir kuyunun yanına gelip burada konakladı. Zaten yakında başka bir kuyu da yoktu!
Resûlullah’ın konakladığı yer, Harem’in dışında kalıyordu; ancak Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Mekke Haremi’nin içine giren yere kadar geliyor ve namazlarını hep burada kılıyordu. O günün ikindi vakti girmiş ve Resûlullah da, bir aralık abdest almak için eline ibrik almıştı; abdest alıyordu! Ancak O abdest alırken ashâb-ı kirâm etrafında toplanmış O’na bakıyorlardı. Ortada bir gariplik vardı ve sordu:
– Size böyle ne oluyor?
– Mahvolduk yâ Resûlallah, diyorlardı. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara döndü ve:
– Ben, sizin aranızda olduğum sürece sizler mahvolmazsınız, buyurdu. Gönülde Resûlullah olduğu sürece kim mahvolurdu ki! Ancak meseleyi olduğu gibi ortaya koymak gerekiyordu; onun için:
– Yâ Resûlallah, diyorlardı. “Yanımızda, Senin elindekinden başka ne abdest alacak ne de içecek bir yudum suyumuz var!”
Susuzluk son kerteye gelmişti ve anlaşılan ashâb, Resûlullah’tan bir mucize bekliyordu. O da (sallallahu aleyhi ve sellem), önce ibrikteki suyu bir kabın içine boşaltmalarını söyledi; ardından da mübarek parmaklarını bu kabın içine sokup dua etmeye başladı. Sonra da:
– Haydi alınız; buyurun! Bismillah, dedi.
Ashâb-ı kirâm hazretleri, büyük bir dikkatle olacakları beklemeye durmuştu. Aman Allah’ım! Bir de ne görsünler; Resûlullah’ın parmaklarından su akıyordu!
Eline kırbasını alan koşuyordu! Kana kana bu sudan içmiş, abdest almış ve hayvanlarını da sulamışlardı.[1] Hudeybiye’de yüzler yeniden gülmeye başlamıştı; kırbalar da dolmuş, bir süreliğine de olsa su ihtiyaçlarını gidermişlerdi. Gelişmeler karşısında tebessüm eden Resûl-ü Kibriyâ Hazretleri de ellerini açmış:
– Allah’tan başka ilah olmadığına ve Benim de O’nun Resûlü olduğuma şehâdet ederim, diyor ve Rabbine hamd ediyordu.[2]
Dipnotlar:
[1] Hadiseyi rivâyet eden Hz. Câbir’e, “O gün kaç kişiydiniz?” diye sorulduğunda önce, “Yüz bin dahi olsaydık o su hepimize yeterdi!” diyecek ve o günkü sayılarının bin beş yüz olduğunu söyleyecekti. Bkz. Buhârî, Sahîh, 4/1526 (3921); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/329 (14562); Dârimî, Sünen, 1/27 (27)
[2] O gün Hudeybiye’de, su ile ilgili başka mucizeler de gerçekleşecektir. Bkz. Buhârî, Sahîh, 3/1311 (3384), 4/1525 (3919); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/290; İbn Hibbân, Sahîh, 11/126 (4801); Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 5/73