Ayyâş İbn Ebî Rebîa
Ayyâş İbn Ebî Rebîa, ilk Müslüman olan sahabelerdendi; henüz İbn Erkam’ın evine yerleşmeden önce Müslüman olmuş, baskı ve zulümler artınca da Habeşistan’a hicret etmişti. Mekkelilerin Müslüman olduğu haberi üzerine, yeniden geri gelenler arasında o da vardı; ancak bu geliş, zulüm ve baskıların bittiği anlamına gelmiyordu. Şimdi ise, Ayyâş da harekete geçmiş, artık yeni bir hicret için yola düşmüştü.
Yol arkadaşı Hz. Ömer’le anlaştıkları yerde buluştuktan sonra, uzun ve yorucu; ama sonucu itibariyle sükûn ve itminan vadeden bir yolculuğa çıkmışlardı. Gerçi, diğer arkadaşları Hişâm’ın gelemeyişine üzülmüşlerdi; ama bunun için yapabilecekleri pek bir şey yoktu.
Günlerce süren bir yolculuktan sonra, nihayet Kuba’ya kadar gelmiş ve burada, dinlenmek için mola vermişlerdi. Bu sırada, arkalarından gelen iki atlı dikkatlerini çekmiş ve onların da muhacir olabileceklerini düşünerek beklemeye başlamışlardı. Ne güzel, iki Müslüman daha mihnetten kurtulmuş ve kendilerini Medine’nin medeni atmosferine atmak için yolun sonuna yaklaşmışlardı!
Ancak, çok geçmeden bu beklentilerinde yanıldıklarını gördüler; zira gelenler, Ebû Cehil’le kardeşi Hâris İbn Hişâm’dı. Bunların hicretle bir ilgileri olamazdı! Gerçi Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebû Cehil’in kapısına defalarca gitmişti; ama o her defasında farklı bir tepki göstererek Allah Resûlü’ne hakaretler etmiş ve kapısına kadar gelen saadete yüz çevirmişti. On üç yıldır kin kusan bir firavun, bir günde hizaya gelmiş olamazdı; keşke olsaydı! Öyleyse, buraya kadar gelmelerinin sebebi neydi? Yoksa, Kâbe’deki meydan okuyuşunu kaldıramayıp da Ömer’le hesaplaşmak için mi geliyordu buraya kadar? Neyse, mesele az sonra nasılsa anlaşılacaktı!
Ayyâş’ı arıyordu Ebû Cehil. Şimdi maksadı anlaşılmıştı; zira Ebû Cehil, Hişâm ve Ayyâş, –anneleri birdi– kardeşdiler. Aynı zamanda Hz. Ayyâş, Ebû Cehil’in amca oğluydu. Meğer Ebû Cehil, meseleyi daha önceden kurgulamış, üvey kardeşini can alıcı yerinden vurarak geri getirmeyi planlayarak arkasından koşturup tâ buraya kadar gelmişti. Şöyle diyordu:
– Şüphesiz ki annen, sen bırakıp da gidince, başına tarak vurmamaya ahdetti ve seni görmeden de güneşin altında bekleyecek ve ölünceye kadar da gölgeye girmeyecek!
Ayyâş, yufka yürekli bir insandı ve annesi hakkında Ebû Cehil’in anlattıkları karşısında da bir hayli duygulanmıştı. Zaten Ebû Cehil de, onun için bu konuyu öne sürüyor ve kardeşini etkilemek istiyordu. Onun bu halini gören yol arkadaşı Hz. Ömer, basîret ve firasetiyle meseleyi kavramış:
– Ey Ayyâş! Vallahi de bu insanlar, bahane bulup seni dinin konusunda sıkıntıya sokmak istiyorlar; aman ha, sakın onlardan! Allah’a yemin olsun ki, annenin başına bitler musallat olunca mecbur kalır ve tarar onu. Mekke’nin sıcağı başına vurunca da mecburen bir gölgeye sığınır, diyerek onu uyarmak istiyordu. Çünkü biliyordu ki, Ebû Cehil’in ipiyle kuyuya inilmezdi; mutlaka kurduğu bir tuzak, planladığı bir dümen olmalıydı!
Ancak Ayyâş, öyle düşünmüyor, meseleye safiyâne bakıyordu; ona göre ne yapıp edip annesinin yanına gitmeli ve yemini konusunda onu, içinde bulunduğu zor durumdan kurtarmalıydı. Zaten, Mekke’de bitiremediği işler de vardı ve bu arada onları da yoluna koyar, arkadan yine hicretle Medine’nin yolunu tutardı!
Arkadaşının, tercihini geri dönmekten yana kullandığını gören Hz. Ömer, bir adım daha atacak ve şu teklifte bulunacaktı:
– Mekke’de bıraktığın mal ve mülkü düşünüyorsan, hiç dert etme; sen de bilirsin ki ben, mal yönüyle Kureyş’in en önde bulunanlarından biriyim. Malımın yarısı senin olsun; yeter ki onlarla birlikte gitme!
Belli ki Ayyâş kararını vermişti; artık, ısrarın bir faydası olmayacaktı.
Sanki, başına gelecekleri görmüş gibiydi Hz. Ömer. Belki de, muhatabını iyi tanıyordu; zira, Ebû Cehil gibi bir firavun, sadece annesinin nezrini haber vermek için günlerce yol almaz ve başkası adına ter dökmezdi. Onun için Ayyâş’a yardım etmesi gerektiğini düşünüyordu. Bir hamle daha yaptı; zaten gidecekti, öyleyse yolda başına bir şey geldiğinde elini güçlendirecek bir formül üretmeliydi. Bunun için de şu teklifte bulundu:
– Madem öyle, o zaman şu benim devemi al ve onunla git; çünkü o, soylu ve hızlı bir devedir. Şayet yolda bunlardan bir kötülük sezersen onun üzerine atlar ve hızlı bir şekilde kurtulmuş olursun!
– Peki, dedi Ayyâş ve Hz. Ömer’in devesi üzerine binerek geri dönmeye başladı. Bir müddet yol aldıktan sonra Ebû Cehil, Hz. Ayyâş’a şöyle seslendi:
– Ey annemin oğlu! Vallahi de benim şu devem çok yoruldu; artık zor yürüyor. Bir müddet arkana binmeme ne dersin?
Çok masum bir talebe benziyordu ve Ayyâş da safiyâne:
– Olur, gel ve bin, dedi. Bunun üzerine develer durduruldu ve Ebû Cehil de Hz. Ayyâş’ın devesinin arkasına, Hz. Ayyâş’ın yedeğine binmişti. Bir müddet böylece yol almışlardı. İşte, işin tam burasında, arkadaki Ebû Cehil, ani bir hamle yapacak ve Hz. Ayyâş’ı arkadan bağlayıverecekti. Bu arada, zaten anlaşmalı olduğu diğer kardeşi Hâris de gelmiş; bir daha ellerinden kurtulup kaçamayacak şekilde Hz. Ayyâş’ın el ve kolunu tamamen bağlamıştı.
Hz. Ömer’e hak vermediğine yanıyordu Hz. Ayyâş; ama artık iş işten geçmişti. Hiç, Ebû Cehil gibi ümmetin firavunu olan birisine güvenip de yola çıkılır mıydı, hüsn-ü zannını, itimatla dengelemediği için bin pişman olmuştu; ama bu pişmanlığın, bundan sonrasına bir faydası yoktu.
Mekke’ye geldiklerinde gündüz vaktiydi ve Ebû Cehil, Ayyâş’ı da kendi emeli adına kullanacak, Mekkelilere şöyle seslenerek bunu siyaset malzemesi yapacaktı:
– Ey Mekke halkı! İyi bakın ve biz, kendi sefihimizi nasıl yakalayıp getirmişsek sizler de kendi sefihlerinize aynı muameleyi yapın ve sakın elinizden kaçırmayın![1]
Ebû Cehil’in küfür adına ortaya koyduğu, gerçekten de görülmeye değer bir gayretti! Ancak o, Müslümanların aleyhine işliyordu. Onun bu gayretini lehe çevirmenin yolu ise, iman safında daha fazlasını ortaya koymakla mümkün olabilirdi!
Hz. Ayyâş’ın başına gelenleri de duyan Allah Resûlü, yaşanılanlara oldukça üzülecek ve mübarek ellerini açarak, Velîd İbn Velîd ve Seleme İbn Hişâm’ın yanında Ayyâş’ın da adını zikrederek, zulüm gören bütün Müslümanlar için dua dua Rabbine yalvararak nusret talep edecekti.[2]
Dipnotlar:
[1] İbn Hişâm, Sîre, 1/322
[2] Bkz. Buhâri, Sahîh, 1/277 (771); İbnü’l-Esîr, Üsüdü’l-Ğâbe, 4/308, 309