Hicretin Tedbir Boyutu
Artık her şey tebeyyün ettiğine göre, yol için adım atmak gerekliydi; Ebû Bekir, Sıddîk olduğunu gösterecek ve hicret yolunu daha güvenli kılma adına kendine yakışır hamleler yapacaktı. Zira, tedbiri elden bırakmamak gerekiyordu. Çünkü, develerle birlikte bunca yolu katetmek öyle kolay olmayacaktı. Bunun için öncelikle, yolu iyi bilen ve delillik konusunda mâhir Abdullah İbn Ureykıt adında bir müşrikle anlaştılar. Abdullah, Kureyş’le aynı anlayışa sahipti; ancak Allah Resûlü ve Hz. Ebû Bekir, yol konusunda bu adama güveniyorlardı. Halbuki, Abdullah İbn Ureykıt başlarına konulan ödüle tamah edip de gidecekleri istikameti söyleyebilir ve koordinatları vererek dünyalık adına büyük bir servet sahibi olabilirdi!
Demek ki Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), muhataplarının karakterini çok iyi biliyordu; Abdullah, müşrik olmasına rağmen, dünyaya tamah etmeyen sözünün eri bir adamdı. Aynı zamanda bu adam, gitmek istedikleri yolu da iyi bilen bir rehberdi. Anlaşılan, böyle riskli bir ortamda bile maharet prim yapıyordu. Üç gün sonra Sevr’de buluşacaklar; buraya gelirken Abdullah, hicret için Hz. Ebû Bekir’in satın aldığı iki deveyi de getirecek ve böylelikle fiilen hicret yolu başlamış olacaktı.
Kızı Esmâ’ya da tembih etmişti Hz. Ebû Bekir; Sevr’de kalacakları günlerde arkadan azık hazırlayıp gönderecekti. Esmâ, hassasiyetle yiyecek ve içecek hazırlıyor, hazırladıklarını da küçük bir torbanın içine koyarak ağzını bağlayıp öyle gönderiyordu. Hatta, torbanın ağzını bağlayacak ip bulamamış ve annesinin de talimatıyla belindeki kuşağı çözerek ikiye ayırmış ve her iki torbayı da bu iple bağlamıştı. Ve, bundan dolayı da kendisine, iki kuşak sahibi mânâsında ‘zünnitakayn’ denilecekti.[1]
Bir başka tedbiri daha vardı Hz. Ebû Bekir’in; koyunlarını otlatan çoban Âmir’i yanına çağıracak ve yol alırlarken arkalarından koyunlarını sürüp, böylelikle geride bıraktıkları izleri yok etmesini söyleyecekti.[2] Zira biliyordu ki Mekkeliler, iz sürmekte mahir idiler ve böyle bir tedbire müracaat edilmediği yerde, sebepler açısından kendilerini fark ederler ve başlarını zora sokarlardı.
Hz. Ebû Bekir’in oğlu Abdullah da, çoban Âmir’le münavebeli olarak yanlarına gelecek ve Esmâ’nın hazırladığı azıkla birlikte, burada kaldıkları süre içinde kendilerine Mekkelilerin haberini getirecekti. Akşamları mağaraya gelen Abdullah, sabahın erken saatlerinde yine buradan ayrılacak ve bu süre içinde de Âmir, koyunlarıyla birlikte gelip onları Sevr’de otlatmaya başlayacaktı. Ve bu, orada kaldıkları her gün için yaşanacak bir hadiseydi. Aynı zamanda bu vesileyle, bu mübarek ve kutlu yoldaki en değerli yolcularının süt ihtiyaçları da karşılanmış olacaktı.[3]
Alınması gereken bir tedbir de Efendimiz’e aitti; yeğeni genç Hz. Ali’yi, kendi yerine vekil bırakmış ve hane-i saadetlerinde kalarak, o güne kadar kendisine emanet edilen emtiayı sahiplerine verme vazifesi vermişti. Bu ne büyüklüktü ki, canına kastedenlerin mallarını bile zâyi etmiyor; canı gibi sevdiği yeğeninin hayatını tehlikeye atma pahasına da olsa, emanete riayet etmeyi bir borç biliyor; can düşmanlarının mallarını kendilerine ulaştırmasını istiyordu.
Elbette ki bu kadar tedbir, fazla değildi. Onun için Efendiler Efendisi de, bütün bu olanları tasdik ediyor ve hiçbirini gereksiz bulmuyordu. Zira O (sallallahu aleyhi ve sellem), ümmetine rahmet olsun diye gönderilmişti. Aksi halde O (sallallahu aleyhi ve sellem), bunları yerine getirmeden de, Allah’ın kendisini koruyacağını biliyordu. Zira Allah (celle celâluhû), insanlardan gelebilecek tehlikelere karşı kendisini koruyacağını bildirmiş ve O da, bunu namazlarında Kur’ân ayeti olarak okuyup duruyordu.[4] Demek ki mesele daha farklıydı; işin özü Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), diğer insanların kendisine bakarak hizaya girdikleri imam konumunda bir rehber, bir modeldi. Hz. Ömer gibi çıkıp da hicrete başlamış olsaydı, ümmetinin tamamı aynı yolda yürümek zorunda kalırdı. Böyle bir hamle ise, insanları, altından kalkamayacakları imtihanların kucağına atmak anlamına gelirdi. Öyleyse O, ümmetinin en ağır-aksak yürüyenini de hesap edecek ve işlerini, kışın şartlarına göre planlayacaktı. Onun için, tedbirde kusur etmiyor ve sebeplere riayet konusunda ümmetine en tesirli dersi veriyordu.
Beri tarafta Kureyş, kendilerince kesin sonuca ulaşmak üzereydi; aralarından seçtikleri Ebû Cehil, Hakem İbn Ebi’l-Âs, Ukbe İbn Ebî Muayt, Nadr İbn Hâris, Ümeyye İbn Halef, Zem’a İbn Esed, Tuayme İbn Adiy, Ebû Leheb, Übeyy İbn Halef ile Nübeyh ve Münebbih İbn Haccâc kardeşler bir araya gelmiş ve Resûl-i Kibriyâ Hazretlerinin evini sarmışlardı. Böylelikle her bir kabileden birer temsilci devreye girmiş ve diğerleri de, bir kenara çekilmiş, zafer naraları atmak için sabırsızlıkla bekliyorlardı. Gözü dönmüş bu talihsizler, Efendimiz’in evini kuşatmış, son vuruşu yapmak için artık dakikaları sayıyorlardı. Hatta Ebû Cehil, Allah davasına çağırırken Efendimiz’in kullandığı kelimeleri diline dolayarak kendince bunları alay konusu yapıyor ve istihzâî bir tavırla etrafındakilere şunları söylüyordu:
– Hani Muhammed, kendisine tâbi olduğunuzda Arap ve Acem meliklerine hâkim olacağınızı söylüyordu? Hani, O’na uymazsanız, hayatınız tehlikeye girecek ve kelleleriniz gidecekti? Öldükten sonra da, yeniden ayağa kalkacak ve cehennemin alevleri içinde cayır cayır yanacaktınız![5]
Artık, meseleyi gürültüsüz çözecekleri (!) anı bekliyorlardı. Ancak Allah (celle celâluhû), her şeye hakimdi ve bütün bu olup bitenleri de biliyordu. Semavât ve arzın mülkü O’nun yed-i kudretindeydi ve O, istediğini dilediği zaman yapar, kimse de buna bir şey diyemezdi. Böyle olunca, Kureyş’in kurduğu tuzak ve hazırladığı ölüm komandosunun hiçbir önemi yoktu ve olamazdı! Sonuç da, öyle olacaktı.
Normal şartlarda Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), yatsı namazını kıldıktan sonra bir miktar yatar, Kâbe’den el-ayak çekilince de kalkıp buraya gelir ve huzur içinde Rabbine ibadet ederdi. Ancak bu gece durum farklıydı; durumdan haberdar olur olmaz, Hz. Ali’yi yanına çağırmış ve:
– Şu yeşil örtüye bürün ve gel de yatağımda sen yat! Hiç endişe etme; yat ve uyu; çünkü sana, zerre kadar zarar veremeyecekler, diye sesleniyordu.
Derken, Efendiler Efendisi, Yâ-Sîn suresinin ilk dokuz ayetini okuyarak evinden dışarı adım attı. Kapının önünde, fırsat kollayan Kureyş nöbet tutuyordu. Bu esnada:
– Onların hem önlerinden hem de arkalarından birer engel koyduk ve gözlerinin önüne de bir perde çektik; artık onlar, hiçbir şey göremezler, mânâsındaki ayeti okuyordu.
Bu arada, eline aldığı kum, toprak benzeri malzemeyi, kendisini öldürmek üzere evini kuşatanların üzerine saçıverdi. Bu hareketine paralel olarak da şöyle diyordu:
– Şu yüzler kararıp gözler görmez olsun!
Attığı toprak, orada bulunanların her birine isabet etmişti ve adeta kör olmuşlardı. Olacak ya, aralarından yürüyordu; ama hiçbirisi de Allah Resûlü’nü görmüyordu. Evet, onlar, kendilerini imana davet etmekten başka hiçbir suçu olmayan Allah’ın en sevgili kulunu yakalayıp öldürmek, yurt ve yuvasından mahrum ederek hayatına son vermek üzere tuzak kurmuşlardı; ama O’nu peygamber olarak gönderen ve âlemlere rahmet vesilesi kılan Allah (celle celâluhû)’ın da bir planı vardı. Ve yine görülüyordu ki, küfür ne kadar köpürürse köpürsün, Allah’ın iradesinin önüne asla geçilemeyecek ve her zaman olduğu gibi yine, O’nun dediği olacaktı.[6]
Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), çoktan uzaklaşmıştı. Bir müddet sonra, kapısının önünde kendisine tuzak kurup da sessizce bekleyenlerin yanına bir başkası geldi ve onları bu halde görünce:
– Sizler burada niye bekliyorsunuz, diye sordu. Tereddütsüz cevap verdiler:
– Muhammed’i.
Adam, hiddetlenmişti. O’nu öldürmek için seçtikleri en seçkin insanlar, kapısının önünde munis birer kediye dönmüş; üzerlerine saçılan toprağın bile farkına varamamışlardı. Muhammedü’l-Emîn, arkadaşıyla birlikte yol alırken bunlar, miskin miskin kapısında oturuyor ve kendilerince O’nu öldürmenin planını yapıyorlardı! Resmen bu, açık bir aptallıktı! Onları azarlarken:
– Vallahi de yazıklar olsun size! Sizi gidi beceriksizler! Vallahi de O, başınıza toprak saçmış ve aranızdan da sıyrılıp çoktan uzaklaşmış durumda, diyordu.
– Vallahi de biz O’nu görmedik, diyorlardı. Büyük bir çöküntü içindeydiler! Sanki görme özellikleri alınmış ve etraflarına baktıkları hâlde Allah Resûlü’nü görememişlerdi. Ellerini başlarına götürüp birbirlerine bakıştılar; gerçekten de adamın söyledikleri doğruydu. Hemen, üstlerindeki toz-toprağı silkeleyip temizlemeye başladılar.
Çok geçmeden mesele, Kureyş arasında da duyulmuş, ölüm müjdesini bekleyen diğer ileri gelenler, Efendimiz’in hicret ettiğininin haberiyle yıkılmışlardı; bütün ağa takımı birden hane-i saadete hücum etmişti. Kapıyı aralayıp da içeri girdiklerinde, bir anlık nefes aldılar; zira, yatak boş değildi! Dışarıda kendilerini ayıplayıp kızan adamlarına inat, fısıltıyla:
– İşte Muhammed, şu örtünün altında, diyerek bunca endişenin yersiz olduğunu söylemeye başlamışlardı. Ancak bu da uzun sürmedi; çünkü, bu kadar insanın içeri girmesiyle ayağa fırlayan Hz. Ali, meydan okurcasına karşılarında duruyordu. İkinci büyük şoktu bu onlar için… Hiddet ve hışımla:
– Muhammed nerede, diye sormaya başladılar.
– O konuda herhangi bir bilgim yok, cevabını verdi Hz. Ali. Yine kaybeden onlar olmuştu; aldıkları cevapla daha da sinirlenmiş, etrafa tehditler yağdırıyorlardı. Hz. Ali’yi de bırakmak istemiyorlardı; önce bir miktar itip kakıştırdılar ve ardından da tutup Kâbe’ye kadar getirdiler. Belki, yolcuların yerlerini söyler ve kendilerine bir ip ucu verir, diye bir müddet onu hapsettiler.[7] Ancak, ne kadar zorlasalar da istedikleri cevabı alamayacaklarını anlamışlardı. Hem, Hz. Ali’yi serbest bırakmamak kendi aleyhlerindeydi; çünkü o, kendilerine ait emanet malları dağıtmak için geride kalmış ve şimdi de bu emanetleri sahiplerine geri verecekti.
Ümmetin firavunu Ebû Cehil, bu lakabı ne kadar hak ettiğini gösterircesine şöyle ilan ediyordu:
– Muhammed’i, ölü ya da diri getirene yüz deve benden![8]
Tam, yakaladık, derken ellerinden kaçırdıkları Efendimiz ve Hz. Ebû Bekir’i tamamen kaybetmek üzerelerdi. Belli ki, sadece kendileri bu işin üstesinden gelemeyeceklerdi; onun için Ebû Cehil’in bu yaklaşımına herkes sahip çıkacak ve başlarına konulan bedel, her ikisi için de, ölü ya da diri getirene yüzer deve olarak resmiyet kazanacaktı.[9]
Aynı zamanda Ebû Cehil, aklını kullanmasını bilmese de zeki bir insandı. Hiç vakit geçirmeden Hz. Ebû Bekir’in evine geldi. Kapıyı açan, Hz. Ebû Bekir’in kızı Esmâ idi. Babasının nerede olduğunu sordu önce. Bilmediğini söylüyordu Hz. Esmâ. Ebû Cehil’e göre, onun bilmemesine imkân yoktu ve aldığı cevapla küplere binen Ebû Cehil, Hz. Esmâ’nın yüzüne öyle bir tokat indirdi ki, şiddetinden Hz. Esma’nın kulağındaki küpe kopup yere düşecekti. Halbuki, o günkü toplumun genel teamüllerine göre, onun gibi genç ve aynı zamanda hamile bir kadına böyle bir hareket, normal şartlarda da ayıp karşılanırdı. Ama bu, Ebû Cehil’di. Hz. Esmâ bu olayın etkisinden yıllarca kurtulamayacak ve kendisine hatırlatıldığında ise Ebû Cehil için:
– Pis ve haddi aşmış bir adam, diyecekti.[10]
Dipnotlar:
[1] Bkz. Buhârî, Sahîh, 3/1087 (2817). Bu tavrını sonradan duyduğunda Allah Resûlü (s.a.s.) kendisine iltifat edecek ve “Senin o iki kuşağına bedel Allah, cennette iki kuşak verecektir.” buyuracaktı.
[2] Buhârî, Sahîh, 3/1419 (3692)
[3] Bkz. İbn Hişâm, Sîre, 3/12
[4] Bkz. İbn Kesîr, Tefsîr, 4/683; Kâdı İyâz, Şifâ, 1/258
[5] İbn Hişâm, Sîre, 3/8; Taberî, Tarih, 1/567
[6] Bkz. Enfâl, 8/30
[7] Bkz. Taberî, Tarih, 1/568
[8] Bkz. el-Hindi, Kenzu’l-Ummâl, 12/779 (35744)
[9] Bkz. Taberî, Tarih, 1/570
[10] Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, 2/56; İbn Hişâm, Sîre, 3/14