Ebû Kuhâfe’nin Tepkileri
Bunca olayın bir de, baba Ebû Kuhâfe’ye bakan yanı vardı; yaşlı adam, evine geldiğinde oğlunun yokluğunu fark etmiş ve nerede olduğunu sormuştu. Aldığı cevapların bütünü, oğlunun gittiğini söylüyordu. Bu işin şakası yoktu; Mekke, ticaret, çoluk-çocuk, akraba ve eski arkadaşlar, anne ve baba bırakılmış ve bu yaştan sonra, yeni bir mekân vatan olarak seçilmişti. Henüz imanla tanışmamış bir gönlün bunu anlamasına imkân olamazdı. Zira, bir kalbe iman girmişse, imanının gücü nispetinde sahibine inanılması güç işler yaptırırdı ve bunları, ondan mahrum olanlar asla anlayamazdı. Gerekirse O’nun için ana-babadan geçilir, aşılmaz sanılan badireler aşılır ve evlâd ü iyalden de vazgeçilirdi.
Şüphesiz, Resûlü Kibriyâ ile Medine’ye hicret söz konusu olduğunda, Ebû Bekir’in aklına ana-baba ve çoluk-çocuk belki de hiç gelmemiş; yıllar sonra Tebûk’e hazırlanırken diyeceği gibi onları Allah ve Resûlü’ne bırakmıştı.
Beri tarafta Ebû Kuhâfe, oğlunun gitmesini aklına sığıştıramıyor ve karşılaştığı herkese şunu soruyordu:
– Bunu da yaptı mı? Evlâd ü iyalini burada, arkada bırakıp gerçekten de çekip gitti mi?1
Evet, gitmişti… Hem de arkasına bile bakmadan!.. Zaten Ebû Kuhâfe’nin oğlu Abdullah İbn Osman’ı Ebû Bekir kılan da, onun bu fedakârlık ve feragatı değil miydi?..
Torunu Esmâ’yı soru yağmuruna tutan Ebû Kuhâfe, oğlunun servetini merak ediyor ve endişesini dile getirerek soruyordu:
– Allah’a yemin olsun ki o, büyük ihtimalle servetini de götürdü, değil mi?
Esmâ, temkinle cevapladı:
– Hayır ey babacığım! Şüphesiz o bize, çok büyük imkânlar bıraktı.
Hatta, Ebû Kuhâfe’nin gözleri, yaşlılığın da tesiriyle az görmekteydi ve bu durumu da değerlendirmek isteyen Esmâ, küçük küçük taşları bir araya toplayarak üzerini bir örtü ile örtecekti. Arkasından da, elinden tuttuğu dedesini, babasının kendilerine servet bıraktığı konusunda ikna etmeye çalışacak, elini taşların üzerinde gezdiren Ebû Kuhâfe de böylelikle tatmin olacaktı.2