Sevde Validemizle İzdivaç

217

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in yaşı elliyi geçmişti ve buna rağmen her geçen gün yükü daha da ağırlaşıyordu. Üstelik, kerim zevcesi Hz. Hatice de vefat etmiş, kızlarıyla yalnız kalakalmıştı. O’nun bu halini uzaktan seyreden ve yaşadıklarını hesap ederek alternatif çözüm arayan Osman İbn Maz’ûn’un hanımı Hz. Havle Binti Hakîm, yanına gelecek ve hanesinde kendisine destek olacak bir kadınla evlenmesi gerektiği konusunda ısrar edecekti. Alternatifini de kendisi sunuyordu: Sevde Binti Zem’a ile Âişe Binti Ebî Bekir.

Teklif makul gözüküyordu; bir tarafta müşriklerin onca baskı ve zulümleri, diğer yanda Hz. Hatice’nin boynu bükük emanetleri duruyordu.

Her ikisi de yakından tanıdığı isimlerdi. Efendiler Efendisi’ni derin bir sükût almıştı ve bu sükûtu ‘evet’ olarak algılayan Hz. Havle, hemen harekete geçecek ve üstüne düşeni yerine getirebilmek için her iki adayı da ziyarete başlayacaktı. İlk adım olarak, niyetlerini yoklamayı hedefliyordu.

İlk Önce Sevde Binti Zem’a’nın yanına geldi. Hz. Sevde, kocası Sekrân İbn Amr ile birlikte Habeşistan’a hicret etmiş ve Hz. Sekrân’ın burada vefat etmesiyle birlikte Mekke’ye geri gelmişti. Yaşını başını almış, ağırbaşlı, olgun, oturaklı ve güvenilir bir kadındı. Çile ve mihnetlerle dolu bir hayat yaşamış, her şeye rağmen inançlarından hiç taviz vermemişti. Ahirete ait meyveleri dünya hayatında tüketmeye talip değildi ve başına gelebilecek her türlü sıkıntıya karşı sabırla mukabelede bulunup dayanmaya kararlıydı.

Şimdi ise, hiç beklemediği bir anda, mü’minlerin annesi konumuna yükselme fırsatı geliyordu ayağına. Aynı zamanda böyle bir teklif, dul ve kimsesiz kalan Hz. Sevde’ye de sahip çıkılması anlamına geliyordu. Buna mukabil o da, bu en sıkıntılı günlerinde Efendimiz’in yalnızlığını paylaşmış olacaktı. Gerçi, kocasının acısı hâlâ yüreğinde duruyordu; ancak bu teklif, her türlü acıyı dindirecek ve bütün sıkıntılarını unutturacak mahiyetteydi. Şakası yoktu; her türlü kıymetin uğrunda feda edildiği Allah Resûlü’yle aynı yastığa baş koymanın teklifiydi bu! Böyle bir teklife ‘evet’ dememek olur muydu hiç? Ancak, bu kararı tek başına veremezdi. Önce Hz. Havle’yi, olurunu alması için yaşlı babasına gönderdi.

Adamın yanına gelen Hz. Havle, cahiliyye döneminde yaygın olan selam türüyle yaşlı babaya selam verdi:

– Kim o, diye tepki veriyordu ihtiyar.

– Havle Binti Hakîm, diye cevapladı Hz. Havle ve aralarında şu konuşma geçti:

– Ne istiyorsun? Niye geldin?

– Beni, Abdullah’ın oğlu Muhammed gönderdi; Sevde’yi kendisine istiyor.

– Kerem sahibi bir denklik! Peki, senin arkadaşın buna ne diyor?

– Olumlu bakıyor!

– Onu bana çağır!

Aynı zamanda bu, babanın da olurunun alındığı anlamına geliyordu. Hemen Sevde Binti Zem’a’nın yanına gidildi ve babasının huzuruna gelmesi söylendi. Bir müddet sonra Sevde, babasının huzurundaydı. Babası sordu:

– Bu kadın, seni Abdullah’ın oğlu Muhammed’in talep ettiğini söylüyor. Bilirim ki O, kerem sahibi bir denktir. Seni O’nunla evlendirmemi sen de istiyor musun?

Bu, cevabı daha baştan belli olan bir soruydu ve Hz. Sevde hiç beklemeden:

– Evet, diyecek ve böylelikle Efendimiz de aile meclisine davet edilerek bir nikâh gerçekleşmiş olacaktı.

Aradan birkaç gün geçince, evlilik sürecinde Mekke’de olmayan kardeş Abdullah İbn Zem’a da dönmüş ve hadise­den haberdar olmuştu; kendi iradesi dışında kız kardeşi Muham­medü’l-Emîn’le nikahlanmıştı! Bir türlü kabullenmek istemiyor, üstüne başına toprak saçarak tepkisini dile getiriyordu.1

Beri tarafta ise, Hz. Sekrân’ın kardeşi ve her defasında bir akrabasını Efendimiz’e kaptıran (!) Süheyl İbn Amr, bu evliliğe şiddetle karşı çıkıyor; ailesinden bir ferdin daha gidip Allah Resûlü’yle aynı mekânı paylaşması karşısında, her zamanki gibi şiirinin dilini de kullanarak tepkisini dile getiriyordu. Çünkü bu güne kadar, kardeşleri Selît, Hâtıb ve Sekrân’ın yanı sıra; kızı Ümmü Gülsüm ile damadı Ebû Sebre de gidip Resûlullah’a teslim olmuştu. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi bir de oğlu Abdullah gidip Müslüman olmuştu. Tam onu kurtardım (!) derken bu sefer de küçük oğlu Ebû Cendel’i elinden kaçırmak üzereydi. Her geçen gün, etrafındaki dayanak noktaları teker teker kayıp gidiyor ve bu gidiş de, Süheyl’i fazlasıyla tedirgin ediyordu.

Ancak bu çabalar bir sonuç vermeyecek ve Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), yine Süheyl’in kardeşi Hâtıb İbn Amr’ın vekaletiyle, Mekke günlerinin birinde bir Ramazan akşamı Hz. Sevde validemizle evlenecekti. Böylelikle Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Hatice validemizden sonra ilk defa başka bir kadınla hayatını birleştirmiş oluyordu.2

Bu arada Hz. Havle, Hz. Ebû Bekir’in evine de gelmiş ve hanımı Ümmü Rûmân’a da şunları söylemişti:

– Ey Ümmü Rûmân! Allah’ın sana olan bereket ve ihsanı neden bu kadar bol ki?

– Neden ki o, diye karşılık verecekti Ümmü Rûmân. Çünkü henüz, konudan habersizdi. Hz. Havle de zaten bunu bekliyordu ve ekledi:

– Beni size Resûlullah gönderdi; kızınız Âişe ile nikâhlanmak istiyor.

Ümmü Rûmân için bundan daha büyük bir bahtiyarlık olamazdı; ancak, bir tereddüdü vardı:

– Bu, O’nun için uygun mu ki? Şüphesiz o, O’nun kardeşinin kızı!

İki insan birbirine bu kadar yakın olunca demek ki, sanki aralarında bu türlü bir izdivacın da olmayacağı şeklinde bir anlayış gelişmişti. Böyle bir tepki karşısında Hz. Havle de tereddüt geçirmiş ve Resûlullah’ın yanına dönüp, olup bitenleri anlatmıştı. Buyurdular ki:

– Git ve ona, “Ben senin kardeşinim, sen de Benim kardeşimsin; ancak bir şartla ki bu, İslâm kardeşliğidir ve senin kızınla benim nikâhlanmamda bir engel yoktur.” de!

Hz. Havle, yeniden Hz. Ebû Bekir’in evine gelecek ve kendisine denilenleri yapacaktı. Bunun üzerine Ümmü Rûmân:

– Mut’ım İbn Adiyy, onu oğlu Cübeyr için istiyordu; son durum nedir bilmiyorum! Vallahi de Ebû Bekir, birisine söz verdiği zaman asla sözünden dönmez, dedi. Bunun için, Ebû Bekir’in gelişini beklemekten başka çare yoktu.

Nihayet o da gelmiş ve meseleye muttâli olmuştu. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile akraba olmak ne büyük onur­du! Ancak, yarım ağız da olsa, Mut’ım ile aralarında bir konuşma geçmişti. Önce işin burası netleştirilmeli ve diğer adımlar bundan sonra atılmalıydı. Hiç vakit geçirmeden doğruca Mut’ım’ın evine geldi. Ebû Bekir’in geldiğini görünce hanımı Ümmü Sabîy, ileri atıldı:

– Ey Ebû Kuhâfe’nin oğlu! Seninle dünür olunca mutlaka bizim arkadaşı da sen, kendi dinine davet eder ve kabul ettirirsin herhalde, diyordu.

Açıktan bir alay söz konusuydu kadının cümlelerinde. Aynı zamanda bu, seninle biz, bu din farklılığı olduğu sürece asla dünür olamayız anlamına geliyordu. Hz. Ebû Bekir, Mut’ım’a yöneldi:
– Onun dediklerine sen de katılıyor musun, diye sordu.

– Hayır, o kendi fikrini söylüyor, diyordu Mut’ım.

Aralarında bir müddet daha konuşunca ortaya çıkan sonuç, İbn Adiyy ailesinin Âişe konusundaki düşüncelerinin henüz netleşmediği istikametindeydi. Demek ki ortada, ne verilmiş bir söz, ne de bunun için bir talep vardı.

Efendimiz’le bu kadar yakınlıktan sonra şimdi, bir de akraba olma imkânı duruyordu önünde. Hz. Ebû Bekir’in, rüyalarında bile göremeyeceği bir husustu bu; en yakınında olmayı bir de böyle bir akrabalık bağıyla güçlendirecek ve bundan böyle O’ndan hiç ayrılmayacaktı. Çıktı Mut’ım’in yanından ve doğruca evine geldi. Onun gelişini bekleyen Hz. Havle’ye müjdeli haberi verecekti. Ve böylelikle, Ebû Bekir ailesi için yeni bir süreç daha başlamış oluyordu.3 Bu, bir sözlenme mânâsı taşıyordu ve bu evlenme, ancak Medine’ye hicretten yedi ay sonra gerçekleşecekti.


Dipnot:

  1. Daha sonra Abdullah İbn Zem’a da Müslüman olacak ve o gün yaptığı bu hareketten dolayı her fırsatta duyduğu üzüntüyü dile getirecekti. Bkz. Taberânî, Mu’cemu’l-Kebîr, 24/30 (80)
  2. İbn Sa’d, Tabakât, 8/53. Yıllar sonra Hz. Sevde, Efendimiz (s.a.s.)’in kendisini boşayacağı zannıyla, “Ne olur, beni boşama ve yanından ayırma! Önemli değil, Seninle olan günümü de Âişe’ye tahsis et.” diyecek ve Allah Resûlü’nden ayrılmaktansa nikahı bâki kalmak şartıyla, O’nunla birlikte yaşama hakkını tamamen Hz. Âişe validemize devredecek ve bu evlilik, bundan böyle sadece görünürde; ama ilâ yevmilkıyâme devam edecekti. Bkz. İbnü’l-Esîr, Üsüdü’l-Ğâbe, 7/157, 158
  3. Bkz. Hâkim, Müstedrek, 2/181 (2704)
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.