Abdullah İbn-i Selâm’ın Gelişi
Abdullah İbn Selâm, iyi bir Yahudi âlimiydi. Nesebi, Hz. Yûsuf ve dolayısıyla da Hz. Yakub’a (aleyhimü’s-selam) kadar dayanıyordu. İsrailoğulları arasında neş’et etmiş ve medeniyete beşiklik yapmaya hazırlanan Medine civarındaki üç büyük Yahudi kabilesinden birisi olan Benî Kaynukâ arasında dünyaya gelmişti.
Babası Selâm da, dedesi Hâris de iyi bir Yahudi âlimiydi; dolayısıyla o da iyi bir din adamı olarak yetişmiş, şân ve şöhretini Hicaz’da duymayan kalmamıştı. Gelecek son Nebi ile ilgili sohbetlere o da katılmış, aynı nasihatleri artık, Abdullah İbn Selâm da yapar olmuştu. Zira, elinden düşürmediği Tevrat, aynı konulara parmak basıyor ve O’nun geleceğinin müjdelerini veriyordu. Bekleyip durdukları âhir zaman Peygamberinin Mekke’de dünyaya teşrifinden haberleri olmasa da hep Mekke’yi işaret ediyorlar ve geliş zamanının daraldığını söylüyorlardı. Hatta, Mekke’de neş’et ettikten sonra O’nun Medine’ye hicret edeceğini söylüyorlardı ve zaman zaman yaşadıkları mağlubiyetlerde bunu, düşmanlarına karşı bir koz olarak kullanır olmuşlardı.
Şimdi ise Abdullah İbn Selâm, kitaplarda özelliklerini okuyup sohbetlerine konu ettiği Zât’ın muhatabı olmak üzereydi. Belli ki kader O’nu, diğer arkadaşlarından daha önce İnsanlığın İftihar Vesilesi’yle karşılaştıracaktı.
Abdullah İbn Selâm da, Efendimiz’in geleceğini iştiyakla gözleyenlerden birisiydi. Aslına bakılacak olursa o, O’nun sıfatlarını, ismini, genel durumunu ve Medine’ye ne zaman geleceğini de biliyordu.
Resûlullah’ın Kuba’ya geliş haberi kendisine ulaştığında, ağacın tepesine çıkmış hurma topluyor; halası Hâlide Binti Hâris de, o ağacın altında oturuyordu. Haberi duyar duymaz, avâzı çıktığı kadar tekbir getirmeye başlamıştı. Kadın, durup dururken bu kadar yüksek sesle tekbir getirmesine şaşıracak ve:
– Allah cezanı versin!.. Şayet, İmrân oğlu Mûsâ’nın geldiğini duymuş olsaydın, vallahi bundan daha gür bir sesle tekbir getirmezdin, diye çıkışacaktı.
– Ey halacığım! Allah’a yemin olsun ki bu, Mûsâ’nın kardeşidir. O’nun dini üzerinedir. O, ne ile gönderilmişse Muhammed de aynı vazifeyle mükelleftir, diyerek halasına da tanıtmaya çalıştı O’nu. Onun, bu sözlerine karşılık:
– Ey kardeşimin oğlu! Bu yoksa, bizim geleceği günü beklediğimiz kıyamet öncesi zuhûr edecek son Nebi mi, diye sordu halası. Bunda şüphe olamazdı ve tereddütsüz:
– Evet, cevabını yapıştırdı Abdullah İbn Selâm. Heyecanlanmıştı halası da!.. Ne diyeceğini şaşırmış bir hâli vardı ve:
– Bu, O öyleyse, diyordu hâlâ. Arkasından da ekleyecekti:
– Öyleyse niye duruyoruz?
Zaten, Abdullah İbn Selâm da aynı şeyi düşünüyordu; zira, geçen her an ziyan demekti ve doğruca Kuba’ya gitti. Huzuruna girdiğinde karşısında, yine o nur yüzlü Nebi vardı. Gayr-ı ihtiyari dudakları hareket etmişti, şöyle diyordu:
– Vallahi de bu yüzde yalan yok!
Ashabıyla oturmuş sohbet ediyordu. Kulağına çarpan ilk cümleleri şunlardı:
– Aranızda selamı yayın, yemek yedirin, akrabalarınızı ziyarete devam edin, insanlar gece uykuya daldıklarında namaz kılın ve emniyetle cennete girin!1
Cennet yolunun buraklarıydı bütün bunlar… O’nun sözlerindeki büyüye ve çehresindeki derinliğe vurulmuştu Abdullah İbn Selâm. Çünkü O’nda gördüğü simâ ancak bir peygamberde olabilirdi. Ne gizlemeye ne de gizlenmeye ihtiyaç vardı. Medine, medeni bir şehirdi ve İbn Selam, alenî olarak kelime-i şehadet getirmeye başladı:
– Ben şehadet ederim ki Sen, Allah’ın Hak Resûlüsün ve şüphesiz ki Sen, Hak ile geldin!
Müslüman olduktan sonra Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), daha önceleri Husayn olan adını Abdullah diye değiştirecek ve bundan böyle de o, hep Abdullah İbn Selâm diye anılır olacaktı.2