Bir İhanetin Anatomisi: Recî’ Olayı
Uhud’da Müslümanların yaşadığı büyük sarsıntıdan cesaret alan çevredeki putperest kabileler, yeni planlar yapmaya başlamıştı. Bununla Mekke müşriklerinin daha da gözüne girmek ve onlara yakınlaşmak istiyorlardı. Attıkları adımlarla, plan ve projeleriyle hakkın yanında değil gücün tarafında olduklarını/olacaklarını ortaya koymaya başlamışlardı. Adeta ihanet yarışına girmişlerdi. İşte bu yarışta ilk kurdukları pusu ve arkadan vurma eylemi Recî’ vakasıdır. Hassan İbn-i Sâbit de, ihanet olarak nitelendirdiği bu olayı şiire dökerken: “Eğer karaktersizce ihanet etmek seni mutlu ederse Recî‘ e gel ve Lihyan yurdunu sor…” der.
Sağdan Yaklaşan İnsî Şeytanlar
Hicretin dördüncü yılı, Safer ayının başlarıydı. Uhud’un üzerinden dört ay kadar geçmişti. “Adel” ve “Kârre” kabileleri Medine’ye gelip Resûlullah’ın huzuruna çıktılar ve muallim talep ettiler: “Ya Resûlallah! Bizim aramızda İslam yayılmaya başladı. Bize ashabından bir grup göndersen de bize Kur’an okutup İslam’ı öğretseler ve İslam’ı daha iyi anlamamıza yardımcı olsalar.” Bu talep üzerine Peygamberimiz ashabı arasından seçtiği on kişiyi onlara muallim olarak gönderdi.1 Aynı zamanda bir görevleri de Medine aleyhine bölgede olup bitenleri gözlemlemekti.2 Heyette yer alanlardan bazıları şunlardı: Mersed İbn-i Ebî Mersed el-Ğanevî, Halid İbn-i Ebi’l-Bükeyr el-Leysî, Asım İbn-i Sabit, Hubeyb İbn-i Adiyy, Zeyd İbn-i Desinne, Abdullah İbn-i Târık ve Muattıb İbn-i Ubeyd idi.3
Heyet Yola Çıkıyor
Allah Resûlü (sallalalhu aleyhi ve sellem), seçtiği bu ekibin başına emir olarak Mersed İbn Ebi’l-Mersed’i tayin etti. Heyet, temkinli hareket ediyor; geceleri yol kat edip gündüzleri de istirahat ediyorlardı. Derken bir seher vakti Hicaz tarafında Reci‘ kuyusunun yanına ulaştılar ve burada bir müddet konakladılar. Sabahleyin koyunlarını otlatmak üzere oraya gelen Hüzeylli bir kadın çevrede bulduğu acve hurması çekirdeklerinden yakınlarda Medineli bir grubun olduğunu anladı ve kabilesine haber verdi. Heyet bir dağa çıkıp gizlenmişlerdi. Ancak izlerini süren Lihyanoğullarından yüz kadar okçu hemen onları kuşatma altına aldı.4
Müslümanlar, Hüzeyl kabilesine seslenip yardım istedilerse de onlar buna yanaşmadılar. Zira Lihyanoğulları onları maşa olarak kullanmış ve bu pusuyu zaten onlara kurdurmuşlardı. Artık yapacak bir şey yoktu. Ya teslim olacaklardı ya da kanlarının son damlasına kadar mücadele edeceklerdi.
Bir avuç insandılar fakat teslim olup esir düşmek de istemiyorlardı. Kendilerini korumak için hemen kılıçlarını çektiler ve beklemeye koyuldular. Karşı taraf onlara şöyle bir teklifte bulundu: “Biz, sizinle savaşmak ve sizi öldürmek istemiyoruz. Sadece sizi, Mekkelilere teslim edecek ve onlardan para alacağız. Size başka bir zarar vermek de istemiyoruz. Gelin teslim olun. Sizi asla öldürmeyeceğimize de Allah’ı şahit kılalım.” Sahabîler kendi aralarında bu teklifi müzakere ettiler. Fakat farklı düşünüyorlardı. Hubeyb, Zeyd ve Abdullah, bunlarla mücadele edilemeyeceğini dolayısıyla güvenip esir düşmenin daha isabetli olacağını söylüyordu. Diğerleri ise müşriklerin sözüne ve ahdine güvenilemeyeceğini ifade ediyor ve onların korumasına ve emanlarına ihtiyaçlarının olmadığını belirtiyordu. İçlerinden Asım İbn-i Sâbit ise, “Zaten ben daha önce hiçbir müşrikin emanını asla kabul etmeyeceğime dair nezirde bulunmuştum. Dolayısıyla böyle bir teklifi kabul etmem mümkün değildir!” dedi, arkadaşlarına cesaret vermek ve kendilerini tuzağa düşürenlerin içlerine korku salmak için şiirin gücünü de kullanarak şöyle seslendi:
“Ben iyi bir okçuyum ve güçlüyüm!
Yayım ise sapasağlam, kirişi de çok güçlüdür.
Attığım oklar adeta yayımın üzerinden kayıp uçuverir.
Korkum hiç yok zira ölüm hak hayat ise fanidir.
Allah’ın takdir ettiği gelip bizi bulacaktır,
İnsan sonunda zaten O’na varacaktır…”5
Hz. Âsım, Uhud savaşında Sülafe Bint-i Sa’d’ın iki oğlunu (Haris ve Müsafi’) öldürmüştü. Kadın da oğullarını öldüren Âsım’ın kafatasıyla içki içmeyi adamıştı. Kendisine onun kafatasını getirecek kimseye de yüz deve vereceğini vaad etmişti. Lihyanoğullarının hedefi Âsım öldürüp bu ödüle ulaşmaktı ve Hz. Âsım, teslim olduğunda başına gelecekleri çok iyi biliyordu. Kafası kesilecek ve Sülafe’ye götürülecekti.
Hz. Âsım, bu cümlelerin ardından, “Allah’ım! Bizim durumumuzdan Peygamberimiz’i haberdar eyle!” diye dua etti. Kendilerini esir alıp öldürülmek üzere Mekkelilere satmak isteyen bu güruhu ok yağmuruna tuttu. Okları tükenince mızrağıyla üzerlerine hücum etti. O da kırılınca eline kılıcını aldı ve yüz yüze vuruşmaya başladı. Tabiatıyla o kadar haydutun hakkından gelmesi mümkün değildi. Eline kılıcını aldığında Allah’a şöyle yalvardı: “Allah’ım! Günün başlangıcında ben dinini korudum, sonunda da Sen benim bedenimi bu düşmanlardan koru.” Ve Hz. Âsım (radıyallahu anh), çok geçmeden şehit düştü.6
Âsım’ın Duası Kabul Oluyor!
Lihyanoğulları ödüle çok yaklaşmıştı. Âsım’ın cesedinin bulunduğu yere doğru ilerlemeye başlamışlardı ki Allah (celle celaluhu), onun duasını kabul buyurdu ve üzerlerine arıları gönderdi. Arılardan dolayı Hz. Âsım’ın cesedine yaklaşamıyorlardı. Bunun üzerine, “Bu gece burada kalsın, sabah gelip alırız. Nasıl olsa gece arılar gider.” deyip ayrıldılar. Allah, geceleyin -o gün semada herhangi bir bulut vs. de görülmediği halde- vadiye bir sel gönderdi ve Hz. Âsım’ın cesedini alıp götürdü. Ertesi sabah erken saatlerde geldiklerinde onu bulamadılar. Böylece Allah, ne hayatında ne de vefatından sonra hiçbir müşriki, onun bedenine dokundurmadı.7
Güvenip Teslim Olan Üç Sahabi ve Akibetleri
Heyet içinde yine mücadeleyi tercih eden Hz. Mersed, Hz. Halid İbn-i Ebi’l-Bükeyr, Hz. Muattib ve diğer iki sahabî de bir süre vuruştuktan sonra şehit düştü. Geriye kalan Hz. Hubeyb, Hz. Abdullah ve Hz. Zeyd ise ellerindeki silahlarını vererek teslim oldu.8 Esirleri alıp yola çıkan müşrikler onları Mekkelilere satacaktı. Merru’z- Zehran’a kadar geldiklerinde Hz. Abdullah, “Siz bize eziyet etmemek üzere söz vermiştiniz. Şimdi ise ellerimiz bağlı bize işkence ediyorsunuz. Bu sizin ilk gadriniz. Vallahi bundan sonra ben sizinle beraber gelmem. Sizin esiriniz olmaktansa şehit arkadaşlarımı örnek alırım.” dedi; bağlı olduğu ipi çözdü, büyük bir maharetle onlardan kılıcını aldı ve mücadeleye girişti. Kimse yanına yaklaşamıyordu. Fakat uzaktan attıkları ok ve taşlarla onu şehit edip düştüğü yere gömdüler.9
Müşriklerin ellerinde Hz. Hubeyb ve Zeyd İbn Desinne kalmıştı. Onları da sıkıca bağlayıp tekrar Mekke’nin yolunu tuttular. Vardıklarında Hubeyb’i, seksen miskal altına (ya da bir rivayete göre elli deveye) Huceyr İbn-i Ebî İhâb’a sattılar.10 Hubeyb’i alan Huceyr de onu, Bedir savaşında öldürdüğü kardeşinin intikamını alması için yeğeni Ukbe İbn-i Haris’e teslim etti.
Hz. Hubeyb’in Hapis Günleri
Hz. Hubeyb’in şehit edilmek üzere bekletildiği günlerde evinde hapis tutulduğu hanenin sahibi kadın şunları anlatır: “Allah’a yemin ederim ki, ben hayatımda Hubeyb’den daha iyi bir esir görmedim. Vallahi ben onu zincire bağlı olduğu ve Mekke’de hiçbir meyvenin bulunmadığı bir gün taze üzüm yerken gördüm. Bu, Allah’ın ona bir ikramıydı. O, devamlı Kur’ân okur, geceleri namaz kılardı. Bilhassa okuduğu Kur’ân’ı dinleyen kadınlar duygulanır ve ağlarlardı. Bir defasında ona, “Ey Hubeyb! Bir ihtiyacın var mı?” diye sormuştum. “Hayır! Bana tatlı su getirmenden, putlar adına kesilen hayvanların etlerini yedirmemenden bir de öldürülmek için götürüleceğim zamanı önceden haber vermenden başka bir isteğim yok!” demişti.11
Bir müddet sonra kendisine öldürüleceği gün haber verildiğinde, temizlik yapmak için bir ustura istemiş kadın da kendisine oğluyla göndermişti. Ancak biraz sonra aklına “Eyvah, ben ne yaptım! Adamın eline intikamını alabileceği bir şey verdim. Ya şimdi evladımı rehin tutup, ‘cana karşılık can’ deyip onu öldürürse!” diye düşünüp hemen koşup gelmişti. Hubeyb ise çocuğun elinden usturayı alırken “Hayatına yemin ederim ki annen, seni bu usturayla benim yanıma gönderirken sana gadredeceğimden korkmadı mı?” diye sormuş ve onu sevmek için dizine oturtmuş onunla konuşmaya başlamıştı.
Bu tabloyu gören kadın, çocuğa bir kötülük yapmasından ciddi endişe etmiş ve donup kalmıştı. Kadının bakış ve duruşundan korku ve endişesini anlayan Hz. Hubeyb “Onu öldüreceğimi mi zannediyorsun? Hayır asla böyle bir şey yapmayacağım. Korkma!” demiş ve ona, bir Müslüman’ın canını kurtarmak için bile olsa kendisine duyulan güvene asla ihanet etmeyeceğini ders vermişti. Kadın da Hubeyb’e “Zaten ben de sana güvendim ve onu Allah’ın emaneti olarak gönderdim.” demiş ve rahatlamıştı. Ancak Hubeyb, fırsat bulmuşken kadına bir ders daha vermek istemiş ve ona şu hakikati ifade etmişti: “Endişe etme, asla ona zarar veremem. Zira bizim dinimizde güveni istismar etmek/gadretmek, helal değildir.”12
Hubeyb’in Şehit Edilişi
Hubeyb’in katletilmesine doğru giden süreci takip eden bu kadın, şehit edildiği günü de şöyle anlatır: “İdam günü geldiğinde vallahi onun bundan herhangi bir korkuya ve telaşa kapıldığını görmedim. Hâris’in oğulları onu öldürmek için harem sınırlarının dışında Ten’im’e (تنعيم) götürdüklerinde, Ten’im adeta bir bayram kutlaması var gibi kalabalıktı. Mekke halkından kadın, çocuk vs. toplayabildiklerini oraya getirmiş alacakları intikamı herkesle paylaşmayı planlamışlardı. Hubeyb kendisini tutanlara: ‘Müsaade ederseniz iki rekât namaz kılmak istiyorum.’ dedi. Onlar da izin verdi.
Hubeyb namazdan sonra toplanan halka ‘Allah’a yemin ederim ki, ölümden korktuğumu zannetmeyeceğinizi bilsem, bu namazı daha da uzun kılardım.’ dedi.” Böylece Hz. Hubeyb, idam edilmeden önce iki rekât namaz kılma adetinin başlamasına öncülük yapan kimse oldu. Namazın ardından Hubeyb’i getirdikleri kuru bir hurma ağacının gövdesine bağlayıp çarmıha gerdiler. O esnada Hz. Hubeyb Rabbine şöyle yakardı: “Allah’ım! Şüphesiz biz senin Resûlü’nün getirdiği hakikatleri tebliğ için yola çıktık ve onları tebliğ ettik. Sen de bize yapılanları Resûlü’ne ulaştır. Bir de bize bu ihaneti gerçekleştirenlerin ve bu zulmü yapanların her birini tek tek helak et/birer birer canlarını al, hiçbirini sağ bırakma!”13
Bu bedduayı işiten müşrikler korkmaya başlamış ve içlerinden bazıları hemen kendini yere atmışlardı. Zira batıl inançlarına göre bedduaya maruz kalan kimse kendisini hemen yere atar toprağa yapışırsa yapılan beddua onu tutmazdı. Nitekim bu hadisenin şahitlerinden -fetihten sonra müslüman olan- Muaviye İbn-i Ebi Süfyan, “Babam, Hubeyb’in bedduasından korktuğu için beni hemen yere itmişti.”14 der. Yine orada bulunanlardan Hakîm İbn-i Hizam, çok ciddi korkmuş ve hemen bir ağacın arkasına gizlenmişti.15 Huveytib İbn Abdiluzza ise, Hubeyb bedduaya başlayınca kulaklarını parmaklarıyla tıkamış bedduası beni de bulur diye oradan uzaklaşmıştı.16 Yıllar sonra Müslüman olduğu halde Hubeyb’in bedduasını bir türlü aklından çıkaramayan Saîd İbn-i Âmir İbn Hızyem el-Cumehî de o anı hatırladığında her zaman baygınlık geçirirdi.17
Hz. Hubeyb şehadet şerbetini içmeye hazırdı. Ölüme doğru mütebessim bir çehreyle yürürken tek arzusu Allah’ın hoşnutluğunu kazanmış olmaktı. O, bu duygularını son anda şöyle seslendirdi: “Müslüman olarak öldürüldükten sonra, nasıl delik-deşik edildiğimin, hangi yanım üzerine düşerek ruhumu teslim ettiğimin asla önemi yok! Yeter ki Allah yolunda öldürüleyim de fani cesedim nere düşerse düşsün. Değil mi ki bu çektiklerim Allah yolundadır. Beni paramparça da etseler, O, her bir parçamı mübarek kılar, feyzine ulaştırır.”18
Hz. Hubeyb ötelere şehit olarak yürümeyi, zillet içerisinde müşriklere boyun eğmeye tercih etmişti. Çarmıha gerilmiş bir vaziyette eli-kolu bağlı ölümünü bekleyen Hz. Hubeyb, son anlarını da iyi değerlendirmeye çalışıyor ve yürekten Rabbine yalvarıyordu. Derken o esnada Mekke’nin reisi Ebû Süfyân kendisine şöyle seslendi: “Hayatının kurtulması karşılığında şu anda Muhammed’in senin yerinde olmasını ister misin?” O, bu soru karşısında hiç tereddüt göstermeden “Hayır asla! Değil onun benim yerimde olması, O’nun ayağına bir dikenin batmasına bile razı olmam!” diye haykırdı ve ötelere giderken son bir kez daha zalimlere, ashabının O’nu ne kadar çok sevdiğini gösterdi. Herkes de bu dersi almıştı ki Ebu Süfyan, “Ben, dünyada Muhammed kadar arkadaşları tarafından sevilen başka hiçbir kimseye rastlamadım.”19 diye yaşadığı şaşkınlığını belirtmeden kendini alıkoyamadı. Muhatapları ise Hz. Hubeyb’in bu duruşundan büyük bir ders ibret alacaklarına gülüp geçmişlerdi.20
Bu cevapla daha da bilenen serseri güruh ona mızraklarla saldırmak üzereydi ki Hubeyb yüzünü Medine istikametine döndü ve “Allah’ım! Burada düşman yüzlerinden başka bir yüz göremiyorum. Resûlü’ne elçi olarak gönderecek bir kimse de yok. O’na son kez selamımı sen ulaştır!” diye yakarıp Allah Resûlü’ne selam gönderdi.21 Selamdan sonra da kelime-i tevhid getirmeye başlayan Hubeyb son nefesine kadar tevhidi seslendirmeye devam etti.22
Allah Resûlü, Hz. Hubeyb’in Selamını Alıyor
Tam bu esnada ashabıyla birlikte oturan Allah Resûlü ayağa kalktı ve (وعليه السلام) “Ona selam olsun!” buyurdu. Bu selamın ne olduğunu merak eden ashâb-ı kiram “Ey Allah’ın Resûlü! Kimin selamına karşılık verdiniz?” diye sorunca, “Kardeşiniz Hubeyb’in selamına. Cibril, şimdi bana onun selamını getirdi!” buyurdu ve onlara, tutsak sahabîlerin o anda şehit edildiği haberini verdi.23 Bu olay, Allah Resûlünü ve ashabını çok üzmüştü. Fakat biraz sonra Cebrail (aleyhisselam)’ın getirdiği ve Efendimiz’in seslendirdiği vahiy, Hz. Hubeyb’in ötelerde nasıl karşılandığına dair büyük bir müjde olarak kalplere inşirah salmıştı: “Ey itmi’nana ermiş nefis! Sen O’ndan O da senden razı olarak dön Rabb’ine. Katıl kullarımın arasına ve gir cennetime!”24 Hz. Hubeyb, ötelere yürürken duaları kabul olmuş, şiirinde ifade ettiği gibi vücudu paramparça edilse de büyük bir feyze ve dereceye ulaşmıştı.
Zeyd İbn-i Desinne de Şehit Ediliyor!
Zeyd İbn-i Desinne’ye gelince onu da Safvan İbn-i Ümeyye elli deveye satın aldı ve Bedir’de öldürülen babasına karşılık öldürttü. Hz. Zeyd de esaret günlerini Kur’ân okuyarak ve oruç tutarak geçirirdi. Putlar adına kesildiği şüphesiyle et yemeklerini yemekten sakınır daha çok sütle beslenirdi. Hz. Zeyd de Hz. Hubeyb (radıyallahu anh) ile birlikte aynı gün Ten’im’e çıkarılmıştı. Hatta burada karşılaşmışlar ve birbirlerine sabır tavsiyesinde bulunmuşlardı. Zeyd de müsaade isteyip iki rekât nafile namaz kılmış ondan sonra da çarmıha gerilmişti.25
Öldürülmeden önce Hubeyb’e sordukları gibi ona da, “Şu an, sen evinde ailenle beraber olsaydın. Senin yerine de Muhammed bu idam sehpasında bulunsaydı ve biz de onun boynunu vursaydık. Bunu ister miydin?” diye sormuşlardı. Hz. Zeyd de Hz. Hubeyb gibi hiç tereddüt etmeden: “Hayır! Vallahi, böyle bir şeyi asla arzu etmem. Bırakın Resûlûllah’ın burada boynunun vurulmasını istemek, ben evimde otururken O’nun ayağına bir dikenin bile batıp O’nu rahatsız etmesine gönlüm razı olmaz!” diye karşılık vermişti.
Hubeyb ile ittifak etmişler gibi aynı cevabı duyan Ebu Süfyan, biraz önce yaşadığı şoku ikinci defa yaşamış ve “Bakın, ben size dememiş miydim! Vallahi, Muhammed’in arkadaşlarının, O’nu sevdiği kadar hiç kimsenin birbirlerini bu derece sevdiğini görmedim” diyerek hayretini bir kez daha dile getirmişti.26 Bu arada kendisine Müslümanlıktan vazgeçtiği takdirde canının bağışlanacağı teklifini yapan müşriklere, “Siz, bana ne teklif ettiğinizin farkında mısınız? Müslüman olarak şehit edilmek, dinimden dönerek yaşamamdan bin defa daha evladır!”27 cevabını vermiş ve ötelere doğru gözünü kırpmadan giderken bir müminin nazarında imanın ne kadar büyük bir hazine olduğu mesajını onların ruhuna duyurmaya çalışmıştı. Yine de onu dininden döndürmek için yalandan ok yağmuruna tutmuş ve metanetini sınamak istemişlerdi. Fakat o üzerine gelen okları seyrettikçe Allah yolunda şehit edilmekten vazgeçmemiş bilakis iman ve teslimiyetini katlamıştı.28
Allah Resûlü, Şehitlerine Sahip Çıkıyor
Hz. Hubeyb’in nâşı hem gelen-geçen tarafından görülsün hem insanlar ibret alsın ve bir daha iman etmeye kalkışmasın hem de kuşlar ve vahşi hayvanlar tarafından parçalansın diye çarmıha gerili bir vaziyette bırakılmıştı. Bunu haber alan Efendimiz, ashabına “Kim Hubeyb’i çarmıhtan indirip defnederse ona cennet var!” buyurdu. Bunun üzerine Zübeyr İbn-i Avvâm “Ben yapabilirim Ey Allah’ın Resûlü!” dedi ve Mikdad İbn-i Esved’i yanına arkadaş olarak almak istedi. Peygamber Efendimiz de onaylayınca vakit kaybetmeden yola çıktılar. Geceleri yol alıyor gündüzleri ise kimseye görülmemek için gizlenip istirahat ediyorlardı. Derken bir gece vakti Ten’im’e varmışlardı. Kırk kişilik nöbetçi grubunun hepsi sarhoşluktan kaynaklanan derin bir uykudaydı.
Çarmıha tırmanıp Hubeyb’i indirdiler ve sırtlanıp sessizce oradan uzaklaştılar. Aradan kırk gün geçmiş olmasına rağmen Hubeyb’in cesedi bozulmamıştı. Yaraları hala kanıyordu. Cesedi dikkatli bir şekilde atına yükleyen Hz. Zübeyr sessizce oradan uzaklaştı. Sabahleyin uyanan nöbetçiler Hz. Hubeyb’in nâşını çarmıhta göremeyince hemen Mekke’ye haber saldılar. Yetmiş kişilik bir takip ekibi kuran Müşrikler çok geçmeden Hz. Zübeyr ve Hz. Mikdad’a yaklaştılar. Hz Mikdad daha hızlı hareket edebilmesi için cesedi yere bırakmak zorunda kaldı.29 Ancak onu bırakmasıyla yerin yutması bir oldu. Bu yüzden Hubeyb’in bir adı da “Belîğu’l-Arz” (Yerin yuttuğu kimse) olarak kaldı.30
Müşrikler ise kendilerine yaklaşmaya başlayınca Hz. Zübeyr onlara şöyle seslendi: “Ey Kureyşliler! Sizi bizim üzerimize yürümeye cesaretlendiren şey nedir?” dedi ve yüzündeki örtüyü açarak “İşte ben Zübeyr İbn-i Avvam’ım. Anam Safiyye Bint-i Abdilmuttalib, yanımda ki arkadaşım da herhangi birisi değil Mikdad İbn-i Esved’dir. Yani karşınızda, yavrusunu müdafaa etmek için her an saldırmaya hazır iki aslan var. İsterseniz vuruşalım, isterseniz birbirimize yol verip ayrılalım.” Bu iki aslana gözü kesmeyen Mekkeliler oradan dönmeye karar verdi. Hz. Zübeyr ve Hz. Mikdad da vazifelerini tamamlamış olarak Medine’ye geri döndü. Onlar Allah Resûlünün yanına vardıklarında ise Cebrail (aleyhisselam), Efendimize onları göstererek “Ey Allah’ın elçisi! Şüphesiz melekler, bu iki sahabini takdir edip onlarla övünüyorlar.” buyurdu.31
Münafıklar Dedi-kodu Üreterek Fitne Çıkarmaya Çalışıyor
Recî’ ashabı şehit edilince münafıklardan bazıları, İslam toplumunu içeriden de vurma, bölme ve parçalama adına bunu bir fırsat olarak değerlendirmek istedi. Zira böyle bir acının üzerine insanları yönlendirmek çok da kolay olurdu. Bunun için hemen şu görüşü seslendirmeye başladılar: “Tuzağa düşürülüp öldürülen bu kimselere yazık oldu. Ne ailelerinin yanında kalıp onlara sahip çıkabildiler ne de Peygamberin verdiği görevi ifa edebildiler. Hepsi boş bir hayal uğruna ölüp gittiler.”32
Kendilerince suret-i haktan gözükerek geliştirdikleri bu söylemle kamuoyunu yönlendirmeye çalışıyorlardı. Başlattıkları bu algı operasyonuyla toplumda böyle bir düşünceyi hâkim kılmak, bununla Peygamber Efendimiz’e duyulan güveni sarsmak, Müslümanlar ve diğer halk üzerindeki tesirini kırmak istiyorlardı. Onlar bu dedikodularına devam ederken gelen vahiy ise, hem onların art niyetlerini ortaya koyuyor hem de maksatlı söylemlerinin radyoaktif tesirlerini ortadan kaldırıyordu:
“İnsanlardan öylesi var ki, dünya hayatıyla ilgili söyledikleri/yaldızlı sözleri zahiren size hoş gelebilir fakat siz söze aldanmayın! (Zira asıl olan söz değil ameldir/davranıştır.) Üstelik bu kimse (Müslüman topluma zarar vermek için çeşit çeşit planlar kurgulamakta olduğu halde) kalbinde ne kadar iyi niyetler taşıdığına dair bir de (utanmadan/sıkılmadan) Allah’ı da şahit tutmaya kalkar. (Böyle bir kişinin, Allah’ı şahit göstermesine de kanmayın!) zira o, gerçekte azılı bir düşmandır. (Dikkatli olun! Bir de bu tip hem sizden görünüp hem de size destek olmadığı gibi) yanınızdan ayrıldığında (ya da eline güç geçirip) işbaşına geçtiği zaman hemen yeryüzünde/ülkesinde (hem sözlü hem de fiilî) bozgunculuğa girişir, ekini ve nesli (yani yaptığı zulüm ve yolsuzluklarla iktisadî, hukukî, ahlakî ve içtimaî düzeni) bozmaya çalışır. Halbuki Allah, fitne ve fesadı sevmez. Kaldı ki onlara ‘Allahtan korkun!’ (maddî-manevî bu ihanet ve tahribatlarınızdan vazgeçin) denildiğinde, kibirleri/kendilerini beğenmişlikleri onları daha fazla günaha ve topluma zarar vermeye sevk eder. Böylelerine cehennem yeterlidir; ne kötü bir yataktır o!”33
Kur’ân, bu ayetlerle, Recî’ şehitleri üzerinden, İslam toplumu içinde fitne, fesat ve şüphe tohumları ekmek için ileri-geri konuşan münafıkların planlarını boşa çıkardıktan sonra sözü, müminlere ve kendini Hakk’a adayan şehitlere getirdi: “(Aman ha! Bu münafık güruhun dedikodularına kendinizi kaptırmayın!) Zira insanlardan öyleleri vardır ki Allah’ın rızasını arayıp kazanmak maksadıyla nefsini, maddi-manevi her şeyini feda eder, (zulme ve hıyanete karşı tek başına da kalsa direnir ve her türlü baskı ve barbarlığa karşı göğüs gerer.) (Bilin ki) Allah, kullarına karşı çok şefkat (Raûf) sahibidir.”34 Dolayısıyla inen ayetler hem Recî’ şehitleri üzerinden fitne ve fesat çıkarmaya çalışan güruhun sesini kesti hem de kendini fitneye ve bozgunculuğa adayanlarla ıslaha ve inşaya adayanların söz, bakış ve duruşlarının aynı olamayacağını belirterek son noktayı koymuş oldu.
Not: Reci’ hadisesinin siyer felsefesine bakan boyutu ve mü’minlerin bu hadiseden çıkarabileceği dersler, müstakil bir makale olarak sunulacaktır.
Yazar: Dr. Selim Koç
Dipnot:
- Bkz. Vâkıdî, Meğâzî, I/301; Buhârî, Megâzî 28; İbn-i Sa’d, Tabakât, II/42
- Buhârî, Meğazî 28
- Bkz. İbn-i Hişâm, Sîre, III/100; Vâkıdî, Meğâzî, I/302
- Diyarbekrî, Târîhu’l-Hamîs, I/247
- İbn-i Hişâm, Sîre, III/100-101
- İbn-i Hişâm, Sîre, III/100-101; Vâkıdî, Meğâzî, I/301; Buhârî, Cihad 170
- İbn-i Hişâm, Sîre, III/101; Vâkıdî, Meğâzî, I/302
- İbn-i Hişâm, Sîre, III/102; İbn-i Sa’d, Tabakât, II/42
- Vâkıdî, Meğâzî, I/302; İbn-i Sa’d, Tabakât, II/42; Buhârî, Cihad 170
- Vâkıdî, Meğazî, I/302; Buhârî, Cihad 170
- Şâmî, Sübülü’l-Hüda, VI/68
- Bkz. Buhârî, Meğâzî 10; İbn-i Kesîr, Sîre, VI/1162; Şâmî, Sübülü’l-Hüda, VI/69
- İbn-i Hişâm, Sîre, III/103
- İbn-i Hişam, Sîre, III/103; İbn-i Kesîr, Sîre, VI/1163
- Bkz. Diyarbekrî, Târîhu’l-Hamîs, II/251
- Bkz. Diyarbekrî, Târîhu’l-Hamîs, II/251
- Bkz. İbn-i Hişâm, III/103; İbn-i Kesîr, Sîre, VI/1163
- Bkz. Buhârî, Meğâzî 10, 28
- Vâkıdî, Meğâzî, I/360; İbn-i Sa’d, Tabakât, II/56
- İbn-i Kesîr, Sîre, VI/1163; İbn-i Sa’d, Tabakât III/103
- Diyarbekrî, Târîhu’l-Hamîs, II/251
- Diyarbekrî, Târîhu’l-Hamîs, II/253
- Bkz. Vâkıdî, Meğâzi, I/354-363. Bir rivayette Hz. Zeyd de selam göndermiş ve Allah Resûlü her ikisinin de selamına cevaben “İkinize de selam olsun” buyurmuştur. Bkz. İbn-i Kesîr, Sîre, VI/1163; Diyarbekrî, Târîhu’l-Hamîs, II/253
- Bkz. Kurtûbî, Fecr Sûresi 27-30. ayetlerin tefsiri.
- Bkz. Vâkıdî, Meğâzî, I/303
- İbn-i Hişâm, III/102; İbn-i Sa’d, Tabakât, II/43; İbn-i Kesîr, Sîre, VI/1161
- Vâkıdî, Meğâzî, I/361-362
- İbn-i Kesîr, Sîre, VI/1163
- Diyarbekrî, Târîhu’l-Hamîs, II/254
- Bkz. İbn-i Kesîr, Sîre, VI/1164
- Diyarbekrî, Târîhu’l-Hamîs, II/254
- İbn-i Hişâm, Sîre, III/104; İbn-i Kesîr, Sîre, VI/1164
- Bakara Sûresi, 204-206
- Bakara Sûresi, 2/207