Efendimiz’in (sas) Mazlum Ashâbına Sahip Çıkması

882

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bütün varlığı, Cenâb-ı Hakk’ın güzel isimlerinin, sonsuz sıfatlarının ve eşsiz sanatının bir tecellisi olarak görüyordu. Her şeyin ve herkesin hakkına saygı duyuyor, huzur ve saadeti için çırpınıyor ve ayrım yapmaksızın problemlerine çözüm üretiyordu. İç içe, huzur ve barış içerisinde adil bir ortamda yaşamaları için örnek bir hayat, ahlak ve hukuk felsefesi, hareket metodolojisi ve hikmetli bir bakış açısı inşa etmeye çalışıyordu. İnsanoğlu başta olmakla herkesin varlık hiyerarşisindeki yerini, görevini ve birbirleri karşısındaki sınırlarını net ve kalın çizgilerle ortaya koyuyordu. Böylece kimse kimsenin sınırlarını ihlal etmeyecek, hakkına girmeyecek, hayatına tehdit oluşturmayacak, birbirinden ve birbirinin ürettiklerinden adil bir şekilde istifade ederek emniyet, güven ve huzur içerisinde varlığını devam ettirecekti.

O’nun bu hassasiyetine ve aksiyonuna rağmen muhataplarının çoğu, atalarından aldıkları -akıl, mantık ve muhakeme ile bağdaşmayan- kültürel kodlar; hırs, hased, tama, kin ve kibir gibi yaygın kötü hasletler; cehalet, fakirlik, tefrika ve bencillik gibi sosyal problemler; kan davası, ırkçılık, düşmanlık ve sömürü gibi “tarihi” miraslar; hükmetme, hak hukuk tanımama, güç sarhoşluğu, ayrımcılık, şöhret, servet ve şehvet gibi idarî hastalıklar yüzünden karşısına dikiliyordu. Gücü de elinde bulunduran bu insanlar, hayatı bir cidal olarak görüyor; zayıf ve savunmasız insanlara (kölelere, fakirlere, yolculara, kadınlara…), güçsüz Müslümanlara ve diğer canlılara kötülük, zulüm ve haksızlık yapmaktan çekinmiyor hatta zulmü hayatta kalmanın bir gereği olarak görüyorlardı! Buna karşılık O, hak ihlalleri, kötülük, zulüm ve suçlar karşısında asla sessiz kalmıyor; insanî, ahlakî, hukukî ve İslamî çizgiyi koruyarak herkesi ve her şeyi kuşatan bir adalet sisteminin tesisi için hemen harekete geçiyordu. 

Bu çerçevede ashâbına yapılanlar, haksızlık, ihanet ve suç ise hesabını sorma, zulüm ise bitirme, hata ise uyarma, cehalet ise bilgilendirme, problem ise çözme adına korkmadan ve yılmadan her türlü gayreti ortaya koyuyordu. Yukardaki zikrettiğimiz hassasiyetlerine ilave insanlık başta olmakla alemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz’in (aleyhissalâtu vesselâm), özellikle kendisine gönül veren yol arkadaşlarına karşı ayrı bir duyarlılığı vardı: “Size kendi aranızdan öyle bir Peygamber geldi ki zahmete uğramanız O’na ağır gelir. Kalbi üstünüze titrer, müminlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir.”1 Bu manada hem Mekke hem de Medine döneminde çok sayıda hadise ile karşı karşıya kalmış ve hemen hepsinde bir şekilde onlara sahip çıkmıştı. İşte birkaç örnek:

“Benim için hanımını koru ve ona zulmetme!”

Mekke’de olduğu gibi Medine’de de insanların kendi hür iradeleriyle yaptıkları tercihlere tahammülü olmayan birileri vardı. Kimsenin Müslüman olmasını hazmedemiyor ve kendilerine en yakın insanlar bile olsa onları kararlarından döndürmek için işkence yapıyorlardı. Onlardan birisi de Kays İbn-i Hatîm idi. Hanımı Havvâ Bint-i Yezîd, Medine’nin ilk Müslüman kadınlarındandı. Muhtemel baskılara rağmen İslam’ı kabul etmiş, samimi bir şekilde yaşamaya başlamıştı. Fakat kocası Kays, bu durumu kabullenememiş; ona baskı ve şiddet uygulamaya başlamıştı. Hz. Havvâ’nın hali ve yaşadıkları, Mekke’de bulunan Rahmet Peygamberi’ne kadar ulaşmıştı. Cenâb-ı Hakk’ın beyan buyurduğu üzere O, müminlerin yaşadığı sıkıntılar karşısında büyük acı çekiyor, kalbi tir tir oluyor ve onların dertlerine derman olma adına rahmet ve şefkat kanatlarını sonuna kadar açıyordu. 

Efendimiz’e (aleyhissalâtu vesselâm) Kays İbn-i Hatîm’in panayır için Mekke’ye geldiği ve Zülmecâz’da olduğu haberi ulaşmıştı. Derhal Kays ile görüşmek üzere Zülmecâz’a gelmişti. Onu bulunca öncelikle mesajını anlatmış ve künyesiyle hitap ederek “Ey Ebû Yezîd! Seni Allah’a inanmaya çağırıyorum!” buyurmuş ve İslam’a davet etmişti. Duyduklarının hak olduğunu anlasa da inadından vazgeçmeyen Kays, “Anlattığın ve davet ettiğin şey ne güzel! Ancak savaş beni bu çağrıdan alıkoydu.” cevabını vermiş ve Müslüman olmaya yanaşmamıştı. Bunun üzerine Efendimiz, görüşmesine sebep olan asıl meseleyi açmış ve “Ey Ebû Yezîd! Bana ulaşan bilgiye göre sen, şirki bırakmasından bu yana eşin Havvâ’ya kötü davranıyormuşsun. Allah’tan kork! Benim için onu koru ve ona zulmetme.” buyurmuştu. Allah’ın Resûlü, bir müşrikten Müslüman olan hanımını rahat bırakmasını ve ona iyi muamele etmesini rica ediyordu. Efendimiz’e dönen Kays, “Peki, ona değer verecek ve istediğini yapacağım. Ona iyi davranacağım.” demişti. 

İşini bitirip Medine’ye dönen Kays, hanımını çağırmış ve “Ey Havvâ, peygamberin Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm) ile karşılaştım. Benden, seni korumamı istedi. Allah’a yemin olsun ki, ona verdiğim sözü yerine getireceğim. İstediğini yapabilirsin. Vallahi benden sana asla zarar gelmeyecektir.” demiş ve o günden sonra bir daha hanımına kötü davranmamıştı. Bunun üzerine Hz. Havvâ (radıyallahu anhâ), insanlardan gizlediği Müslümanlığını açığa vurmuş ve kocası da ona karışmamıştı. Diğer müşrikler, “Ey Ebû Yezîd! Eşin, Muhammed’in dinine tabi oldu.” diyerek kendisini tahrik etseler de o, “Ben, Muhammed’e, ona kötülük etmemeye, onun hatırına kendisini korumaya söz verdim.” karşılığını vermiş ve duruşunu değiştirmemişti.2 

İşkence Altında Tutulanların Kurtarılması 

Mekkeliler, İslam’ı ve Müslümanları hazmedememişlerdi. Bitirmek için hem Kur’ân’a hem Allah Resûlü’ne hem de inananlara sözlü ve fiili saldırılarda bulunuyorlardı. Hakaret ediyor, işkence ile şirke geri döndürmeye çalışıyor hatta dininde sebat edenleri şehit ediyorlardı. Kendisi de bin bir sıkıntıya maruz kalan Allah Resûlü, onları teselli ve teskin ediyor, sabırlı olmalarını, en temel hak ve hürriyetlerini huzur içerisinde yaşayabilecekleri yerlere hicret etmelerini tavsiye ediyordu. Buna karşılık Mekkeliler, zulümlerinden geri durmuyor hicreti engellemek için zayıf gördükleri Müslümanları hapse atıyorlardı. Kur’ân’da “Müstaz’af” olarak isimlendirilen bu kimseler, zincirlere bağlanıp bir hücreye atılıyor ve her türlü baskıya maruz bırakılıyordu. Bu hallerinden dolayı da hicret etme imkânı bulamıyorlardı.

Onların arasında asılsız bir haber üzerine Habeşistan’dan dönünce içeri atılan Seleme İbn-i Hişâm,3 Medine’ye hicret ettikten sonra Ebû Cehil tarafından annesi bahane edilip geri getirilen Ayyâş İbn-i Rebîa,4 Bedir’de esir alındıktan sonra Müslüman olan ve Mekke’ye dönünce zincirlenip içeriye atılan Velid İbn-i Velid gibi ileri gelen ailelere mensup kişiler de vardı. Özellikle bu üç Müslümana diğer müminleri de korkutmak ve sindirmek için daha fazla baskı uyguluyor ve işkence ediyorlardı. Meselâ Ebû Cehil, elini ayağını bağladığı Hz. Ayyaş’a ve Hz. Seleme’ye İslam’dan dönmesi için her gün sopayla dayak atıyor, aç ve susuz bırakıyordu.5 Onların yaşadığı bu sıkıntılar, ashâbının ayağına bir diken batınca kalbi titreyen Efendimiz’i (aleyhissalâtu vesselâm), çok derinden üzüyordu.  

Kur’ân bu insanları kurtarmak için gerektiğinde Müslümanların savaşmasını istiyordu: “Size ne oluyor ki Allah yolunda ve çaresizlik içinde bırakılan: “Ey büyük Rabbimiz! Ahalisi zalim olan şu memleketten bizi kurtarıp çıkar. Tarafından bir sahip gönder, katından bir yardımcı yolla!” diye yalvarıp yakaran bir kısım erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda düşmanla çarpışmıyorsunuz?”6 Fakat ne Mekke döneminde ne de hicretin ilk yıllarında onlara sahip çıkma ve hürriyetlerine kavuşturma adına Müslümanların yeterli gücü ve imkânı yoktu. 

Efendimiz, sabah namazının farzının ikinci rekatında rükûdan doğrulduktan sonra, “Allahım! Velîd İbn-i Velîd, Seleme İbn-i Hişâm, Ayyâş İbn-i Ebî Rebîa ve kurtulma adına hiçbir çaresi olmayan ve hicret için hiçbir yol bulamayan zayıf, mazlum Müslümanları kurtar!” şeklinde isimlerini zikrederek onlar için kunut duasında üç yıl kesintisiz bir şekilde Allah’a yalvarıp yakarmıştı.7 Bir müddet sonra aralarından Hz. Velîd, bir fırsatını bulup hapisten kurtulmuş, hicret edip Medine’ye gelmiş ve Efendimiz’e özellikle Hz. Ayyâş ile Hz. Seleme’nin çok ağır işkencelere maruz kaldığını haber vermişti.8 

Bu arada Medine’de çok şey değişmişti. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Velid’i, bu insanları hapisten ve zulümden kurtarma operasyonu için gizlice Mekke’ye göndermişti. Nasıl hareket etmesi gerektiğini, Mekke’ye varınca kimlerden yardım alabileceğini tek tek anlatmıştı. Efendimiz’in çizdiği plan dahilinde harekete geçen Hz. Velid, Mekke’ye gelmiş, O’nun bahsettiği bir demircinin rehberliğinde uzun yıllardır hapis yatan bu insanları kurtarmış ve Medine’ye getirmişti. Mekkeliler sabah durumu fark edip yakalamak için Usfân’a kadar ilerleseler de onların izlerini bulamayıp geri dönmüşlerdi. Zira onlar yakalanmamak için Efendimiz’in hicret ederken kullandığı güzergahı kullanmış ve yaya olarak hareket etmişlerdi. Günlerce durup dinlenmeksizin yürüyen Hz. Velid’in ayakları, Medine’ye geldiğinde kanlar içerisindeydi…9

İhanete Uğrayanların Hesabının Sorulması

Zalimlerin zulmüne maruz kalan ashâbına sahip çıkma, onları koruma ve kurtarma adına devreye giren Allah Resûlü, aynı zamanda tuzağa çekilip şehit edilen, baskın yapılıp malı mülkü yağmalanan ve yolu kesilip gadre uğratılan Müslümanların hesabını sorma adına da elinden geleni yapıyordu. Uhud’dan dört ay sonra Medine’ye iki heyet gelmişti. İslam’ı kendi bölgelerinde anlatması için yetişmiş insanlar istiyorlardı. Bunun bir tuzak olabileceğinden endişelenen Allah Resûlü, açıkça bunu belirtmiş ve onlardan bu konuda gerekli her türlü teminatı almıştı. Ardından da 10 kişilik bir grubu bir heyetle (Adel ve Kâre heyeti) 70 kişilik bir grubu da diğer heyetle göndermişti. 

Reci’ kuyusu civarında 10 kişilik grubu pusuya düşüren Lihyân kabilesi, sekiz sahabîyi şehit etmiş ve iki sahabîyi esir alıp Mekkelilere satmışlardı. Diğer grub ise Ri’l, Zekvân ve Usayye kabileleri tarafından pusuya düşürülmüş ve 69 sahabî, Maûne kuyusu civarında şehit edilmişti. Karşılaştığı hiçbir hadise Allah Resûlü’nü bu iki hadise kadar üzmemişti. Neredeyse kırk gün bu kabileler için kesintisiz beddua etmişti. O ashâbını çok seviyor ve herbirine ayrı bir değer veriyordu. Onları korumak için Bedir ve Uhud’da varlık yokluk mücadelesi vermişti. Beddua ile yetinmeyen Efendimiz, bu ihanetlerin hesabını sormak için ilgili kabilelerin bölgelerine sefer düzenlemiş ve defalarca seriyyeler göndermişti.10 O, inananların en temel hak ve hürriyetlerini koruma ve yapılan haksızlıkların hesabını sorma adına insanların en önde gideniydi. O’nun bu konudaki sayısız hassasiyetlerinin bir örneği de Mute savaşına sebep olan hadiseydi.

Bir kişi için bir ordu!

Mekkelilerle yapılan Hudeybiye anlaşmasıyla bölgede kısmî bir rahatlık elde eden Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm), bir taraftan Müslümanlara duydukları düşmanlığın, akıl ve muhakemelerine kilit vurduğu kabilelerin çıkarttığı problemleri çözmeye çalışırken diğer taraftan evrensel Kur’ân mesajını insanlığa duyurma adına bilinen ülkelerin devlet başkanlarına İslam’a davet mektupları gönderiyordu. Bu çerçevede Hâris İbn-i Umeyr el-Ezdî’yi yanına çağırmış ve davet mesajını içeren mektubu ulaştırması için Şam’a, Busra emirine göndermişti. Verilen vazifeyi yerine getirmek için harekete geçen Hz. Hâris’in, Mu’te de yolu kesilmiş ve esir alınıp Kayser’in Belka emiri Şurahbil İbn-i Amr el-Gassânî’nin huzuruna çıkartılmış “Ben, Allah Resûlü’nün elçisiyim!” demesine rağmen Şurahbil’in emri ile şehit edilmişti.11

Hz. Hâris’in şehadet haberi davet mektubunu taşıdığı Allah Resûlü’nü (aleyhissalâtu vesselâm) hüzne gark etmişti. Bu, kabul edilebilir bir durum değildi. Zira elçiye zeval olmaz prensibi o günde geçerliydi. Müslümanları toplayan ve bu hazin haberi onlarla paylaşan Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm), hadiseye nerede ve kim tarafından karar verilip uygulandığını bildirmiş; acilen bu cinayetin hesabının sorulması adına sefere çıkılacağını haber verip ve herkesin Cürüf’te toplanması talep etmişti. Emri haber alan üç bin kişi silahlarını kuşanmış bir halde bekliyordu. Cürüf’e gelen Allah Resûlü, onların başına komutan olarak Hz. Zeyd İbn-i Harise’yi atamış, elçisine yapılan bu zulmün hesabını sormak ve Müslümanların sahipsiz olmadığını göstermek için orduyu Mute’ye göndermişti.12

Sonuç

Yüzlercesi arasından sadece bu birkaç örnekten de anlaşılacağı üzere Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm), çok duyarlı bir insandı. Zulüm ve haksızlıklara sessiz kalmıyordu. Ashâbına reva görülen kötülükler karşısında büyük hüzün yaşıyor hem onların dertlerine deva olma hem de yapılanların hesabını sorma adına bütün imkanları seferber ediyordu. Bir taraftan dua ederken diğer taraftan bazen kendisi bizzat harekete geçerek bazen de ashâbını harekete geçirerek onları yaşadıkları zulümden kurtarmaya ve hakkı tutup kaldırmaya çalışıyordu.

Bunu yaparken de “Ey iman edenler! Haktan yana olup vargücünüzle ve bütün işlerinizde adaleti gerçekleştirin ve adalet nümunesi şahitler olun! Bir topluluğa karşı, içinizde beslediğiniz kin ve öfke, sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Âdil davranın, takvâya en uygun hareket budur. Allah’a karşı gelmekten sakının! Çünkü Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.” 13 ayetini dikkate alıyor; yürürlükteki hukuk kurallarını gözetiyor; adaletten asla ayrılmıyor ve kimseye zulüm etmeden kendi insanının haklarını koruyordu. 

O’nun bu duruşuna şahit olan ashâbının bir lider olarak kendisine olan güven ve itimadı, hep canlı kalıyor; onlar da hem O’nu koruma hem de dava arkadaşlarına sahip çıkma, kurtarma, haklarının ve hesaplarının peşine düşme noktasında canlarını seve seve ortaya koyuyorlardı. Bazen çaresiz de kalsalar, kendilerini yalnız ve sahipsiz hissetmiyor; sabırla Efendimiz’den ve diğer dostlarından kendilerine uzanacak yardım elini bekliyorlardı. O, çevresine, merhamet, adalet ve emniyet ekiyor ve karşılık olarak da hep güven, samimi sevgi, hizmet ve hasbîlik biçiyordu.

Dipnot:

  1. Tevbe Sûresi 9/128
  2. Meşhur sahâbî Sâbit İbn-i Kays’ın da annesi olan Hz. Havvâ, hicretten sonra Efendimiz’e beyat eden Ensar kadınlarından birisiydi. İbn-i Sa’d, Tabakât 10/251, 252
  3. Bkz. İbn-i Sa’d, Tabakât 4/103
  4. Bkz. İbn-i Sa’d, Tabakât 4/102
  5. Bkz. İbn-i Sa’d, Tabakât 4/102, 103
  6. Nisâ Sûresi 4/75
  7. Buhârî, Eẕân 128, Cihâd 98, Daʿavât 58; Müslim, Mesâcid 294-295; İbn-i Sa’d, Tabakât 4/103
  8. İbn-i Sa’d, Tabakât 4/105
  9. Kurtarma operasyonunun detayları için bkz. İbn-i Sa’d, Tabakât 4/105
  10. Bkz. İbn-i Hişam, Sîre 485
  11. Vâkıdî, Megâzî 2/205
  12. Vâkıdî, Megâzî 2/206
  13. Mâide Sûresi 5/8
2 Yorumlar
  1. […] O’na ağır gelir. Kalbi üstünüze titrer, müminlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir.”1 Bu manada hem Mekke hem de Medine’de döneminde çok sayıda hadise ile karşı karşıya […]

  2. […] İşini bitirip Medine’ye dönen Kays, hanımını çağırmış ve “Ey Havvâ, peygamberin Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm) ile karşılaştım. Benden, seni korumamı istedi. Allah’a yemin olsun ki, ona verdiğim sözü yerine getireceğim. İstediğini yapabilirsin. Vallahi benden sana asla zarar gelmeyecektir.” demiş ve o günden sonra bir daha hanımına kötü davranmamıştı. Bunun üzerine Hz. Havvâ (radıyallahu anhâ), insanlardan gizlediği Müslümanlığını açığa vurmuş ve kocası da ona karışmamıştı. Diğer müşrikler, “Ey Ebû Yezîd! Eşin, Muhammed’in dinine tabi oldu.” diyerek kendisini tahrik etseler de o, “Ben, Muhammed’e, ona kötülük etmemeye, onun hatırına kendisini korumaya söz verdim.” karşılığını vermiş ve duruşunu değiştirmemişti.2 […]

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.