Nifakta Doruk Nokta: İfk Hadisesi

447

Kasvâ’nın Kaybolması ve Yeniden Ortaya Çıkan Nifak

Dinlenmek için mola verdikleri bu yerde konuşma fırsatı yakalayan münafıklar, her türlü malzemeyi kendi lehlerine değerlendirmeyi deniyorlardı ve o ana kadar kesintisiz yolculuğun ne kadar isabetli olduğunu gösteren gelişmelerdi bunlar. Zira Allah Resûlü’nün devesi Kasvâ bu sırada kaybolmuş ve fırsat avına yatan bu adamlar, devenin kaybolmasını da dillerine dolayarak Allah Resûlü’ne dil uzatma yarışına girişmişlerdi. Kasvâ’yı aramak için etrafa dağılan ashâb-ı kirâmı gören Zeyd İbnü’l-Lusayt:

– Bu adamlar öyle dört bir yana niye gidiyorlar, diye soruyordu. Yanında bulunanlar:

– Resûlullah’ın devesi Kasvâ kayboldu, diye cevapladılar. Bunun üzerine istihzâî bir tavırla:

– Onun şu anda nerede olduğunu da Allah haber verse ya, dedi. Duruşunda bile tahrik vardı; adam fırsat bulmuş, bulduğu ilk fırsatta fitne kazanını ateşlemeye çalışıyordu. Bunun üzerine yanındakiler:

– Allah senin canını alsın ey Allah düşmanı! Senin yaptığın açıkça nifaktır, diye sert çıktılar. Üseyd İbn Hudayr, bir adım daha öne çıkacak ve elindeki mızrağı da göstererek şunları söyleyecekti:

– Ey Allah düşmanı! Allah’a yemin olsun ki şâyet ben, Allah Resûlü’nün uygun göreceğini biraz sezebilseydim, şuracıkta senin husyelerini mızrakla çıkarıp parçalar ve işini bitiriverirdim. Madem içinde bu nifak var; öyleyse bizimle birlikte ne işin var?

– Dünya malını elde etmek için geldim, diye cevapladı. Perdeyi yırtmış gözüküyordu ve pervasızca hareket ettiği her hâlinden belliydi. Çenesi düşmüştü bir kere ve sıkılmadan şöyle devam etti:

– Hayatıma yemin ederim ki Muhammed, devenin hâlinden daha büyük konularda bize haberler veriyor; O bize semanın haberlerini getirip duruyor!

Ağzından çıkanları kulağı duymuyordu sanki ve etrafında bulunan ashâb-ı kirâm hazretleri, adamın üzerine doğru hiddetle yürümeye başladılar:

– Artık senin kurtuluşun imkânsız; seninle biz aynı gölgelikte bulunamayız! Zaten içindeki bu nifakı daha önceden bilmiş olsaydık, bizimle bir an bile oturup duramazdın, diyorlardı.

Söylediklerinin pahalıya mâl olacağını anlayan Zeyd, ok gibi yerinden fırlayıp kaçmaya başladı. Kendini ele vermiş ve hayatını riske atmıştı. Kaçmanın fayda vermeyeceğini de biliyordu; nereye gidebilirdi? Geldi ve Resûlullah’ın şefkat kollarına sığınmayı denedi; Allah Resûlü’nün ashâbından kaçmış, Resûlullah’a sığınıyordu!

İşte bu sırada Cibril-i Emîn gelmiş ve olup bitenlerin haberini Allah Resûlü’ne getirmişti. Münafık Zeyd de huzurunda olduğu hâlde Efendiler Efendisi insanlara şöyle seslenmeye başladı:

– Münafıklardan bir adam, Resûlullah’ın devesi kayboldu diye alaya alıyor ve “Onun şu anda nerede olduğunu Allah haber verse ya! Hayatıma yemin ederim ki Muhammed, devenin hâlinden daha büyük konularda bize haberler veriyor; O bize semanın haberlerini getirip duruyor” deyip duruyor. Gaybı, Allah’tan başka kimse bilemez! Ancak şu anda Allah (celle celâluhû), devenin nerede olduğunu Bana haber veriyor; şu anda o, şu vadideki bir ağaca yuları bağlanmış vaziyette duruyor. O tarafa gidip onu bulun!

Fırsatları kendi lehine çevirme gayreti içine giren Zeyd’e ağzının payını vermek için ashâb, bir çırpıda Resûlullah’ın işaret ettiği vadiye doğru koşmaya başladı. Çok geçmeden, aynen tarif edildiği gibi deveyi, bir ağaca yularıyla dolanmış vaziyette bulup geri getirdiler. Yularından tutup da kendilerine doğru deveyle birlikte geldiklerini görünce münafık Zeyd’in kolu kanadı kırılmış, yüzünde renk kalmamıştı. Açıktan kendi adıyla hitap edilip de perde yırtılmamış olsa bile o, Resûlullah nezdindeki konumunun sıfırlandığının farkındaydı ve çok geçmeden oradan ayrılarak daha önce birlikte oturduğu arkadaşlarının yanına gitti. Eşyaları dağınık vaziyette sağa sola savrulmuştu. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu; belli ki kendisine çok kızgınlardı. Aralarına katılıp da oturmak istediğinde:

– Bize yaklaşma, diye tepki verdiler. Şimdi arkadaşlarını da kaybetmişti. Ancak öğrenmek istediği bir şey vardı ve:

– Sizinle mutlaka konuşmam gerek, diye başladı söze. Allah adına bana doğruyu söyleyin; sizden birisi gidip de Muhammed’e benim söylediklerimi anlattı mı?

– Hayır, diye cevapladılar güçlükle. ‘Vallahi de hayır! Biz yerimizden bile kalkmadık!

Zeyd’in şaşkınlığı bir kat daha artmıştı ve:

– Ben burada ne konuşmuşsam o topluluk arasında hepsinin bilindiğini gördüm; aynısını Resûlullah da söyledi, diye taaccübünü bildirdi. Daha sonra da Allah Resûlü’yle aralarında geçen hadiseyi anlattı onlara bir bir… Ardından da:

– Muhammed konusunda ben hep şüphe içindeydim; şimdi şehadet ediyorum ki Muhammed, Allah’ın Resûlü’dür. Sanki ilk defa bugün Müslüman olmuş gibiyim!

Efendimiz’in şefkat kucağı, bir insana daha kemal manada imanın kapılarını açtırmıştı. Perdeyi yırtmamış ve insanlar içinde Zeyd’in hatalarını açıktan yüzüne vurmamıştı. Şimdi ise bu davranışın semeresi alınıyordu.

Onun bu değişimine şahit olanlardan bazıları:

– Git de Resûlullah’a durumu anlat; sana istiğfar etsin, dediler. O da kalktı ve huzura gelerek durumu Allah Resûlü’ne anlattı; biraz önce hakkında olumsuz beyanlarda bulunduğu Resûlullah’tan emân diliyor, hatasını itiraf edip istiğfar talep ediyordu.

Nifakta Doruk Nokta: İfk Hadisesi

Medine dışına yapılan uzun soluklu yolculuklarda Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ezvâc-ı tâhirât arasında kura çeker ve kendisine kuranın çıktığı annemizle birlikte yola revan olur, yol boyunca ihtiyaçlarını görmesini arzu ederdi. Benî Mustalık için Medine’den hareket etmeden önce de kura çekmiş ve bu kura, Hz. Âişe Validemize çıkmıştı.

Âişe Validemizin zayıf bir bünyesi vardı; deve üzerinde insanların rahat yolculuk yapabilmeleri için hazırlanan ve hevdeç denilen üstü kapalı mekâna bindirilir, daha sonra da üç beş kişinin yardımıyla hevdeç yukarı kaldırılarak devenin üzerine bağlanır ve mola yerine kadar Hz. âişe burada yoluna devam ederdi. Ordu konakladığında, içinde onun bulunduğu hevdeç de çözülerek devenin sırtından indirilir ve bundan sonra Âişe Validemiz dışarı çıkarak Efendimiz’in ihtiyaçlarını gidermek için hazırlık yapardı. O gün de öyle olmuştu.

Neredeyse bir aya yakındır devam eden Benî Mustalık Hadisesi sonuçlanmıştı. Ordu da, nifakın estirdiği kasırgayla birlikte geri dönüyordu. Bir kere perde yırtılmıştı ve yüzden sıyrılan hayâ perdesinin altında yatan esas görüntüler ortaya çıkmış; o güne kadar fırsat kollayan münafıklar, sanki Allah Resûlü’ne dil uzatma yarışına girmişlerdi.

Medine’ye bir hayli yaklaşmışlardı; bir miktar dinlenmesi için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), yeniden orduya istirahat emri verdi. Tabii olarak Âişe Validemizin bindiği deve de durdurulmuş, hevdeci çözülerek yere indirilmişti. Buraya kadar her şey normaldi.

İnsanlar yeteri kadar dinlenip de hareket için seslenildiği sırada Âişe Annemiz, ihtiyacını gidermek için uzaklaştığı yerde, kız kardeşinden emaneten aldığı gerdanlığı aramakla meşguldü. Beri tarafta ise ashâb, Hz. Aişe’yi  içinde zannederek hevdeci kaldırmış ve devenin üzerine bağlayarak çoktan yola çıkmışlardı.

Âişe Validemiz geri geldiğinde orada kimse kalmamıştı; etrafına seslenmeye başladı ama ortada, ne sesini duyacak birisi ne de cevap veren bir ses vardı. İşin garip tarafı da, kaybettiği gerdanlık oracıkta duruyordu.

Başka bir alternatifi yoktu; sıkıca örtüsüne bürünerek olduğu yere çömeldi ve farkına vardıkları zaman kendisini almaya gelecek olan ashâb-ı kirâmı beklemeye başladı.

Çok geçmemişti ki, Safvân İbnü’l-Muattal çıkageldi; o da askerden geri kalmış ve Efendimiz’le birlikte hareket etme fırsatını kaçırmıştı. Kendisi gibi geride kalan bir karartının varlığını hissedince yanına doğru ilerlemeye başladı; örtüsüne bürünüp de olduğu yerde çömelip bekleyen, mü’minlerin annesi Âişe Validemizden başkası değildi. Görür görmez:

– İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn, diye seslenmeye başladı. ‘Resûlullah’ın ailesi de burada kalmış!

Kendisinin geride kalmış olmasını anlıyordu ama nasıl olur da Allah Resûlü’nün hanımı ve mü’minlerin de annesi Âişe Validemiz arkada yalnız bırakılabilirdi! Aklı bir türlü almıyordu. Onun için:

– Allah sana merhamet etsin, dedi önce ve ardından da:

– Seni buralarda kim bırakıp da gitti ki, diyerek devesini yaklaştırdı. Ashâb-ı kirâm hazretleri için mü’minlerin annesi, kendi annelerinden de öte bir anneydi;1 Âişe Validemiz, onun da annesiydi.

Safvân İbnü’l-Muattal’ın gelişi, Âişe Validemiz için de sevinç vesilesi olmuştu; zira yalnız ve tek başına buralarda uzun uzun beklemek zorunda kalmayacak ve henüz hareket etmiş olan orduya kısa sürede yetişerek bu sıkıntıdan kurtulmuş olacaktı.

Hz. Safvân, deve üzerine Âişe Annemizin rahatça binebilmesi için kendisi de geri çekilmiş:

– Buyurun! Deveye binin, diyordu.

Derken Hz. Safvân devenin yularını tuttuğu, Âişe Validemiz de devenin üzerinde olduğu hâlde yol almaya başladılar. Bir an önce orduya yetişebilmek için oldukça hızlı ilerliyorlardı.

Asker ilerliyordu; onlar da ilerliyordu! Henüz mola verip de hevdecin içine muttali olamadıkları için hâlâ Âişe validemizin yokluğundan haberdar değillerdi. Tam mola vermişlerdi ki, yedeğinde bir deve ve devenin üzerinde de Hz. Âişe Validemiz olduğu hâlde Hz. Safvân çıkageldi.

İşte bu, içinde nifak barındıran fırsat avcılarının arayıp da bulamadığı bir manzaraydı; göz göze geldiler ve mü’minlerin annesi Âişe vâlidemize iftira atmaya başladılar. İffet âbidesi Âişe Validemize zina isnad ediyor ve böylelikle Resûlullah’a dolaylı yoldan saldırmayı planlıyorlar; fiskos yaparak bunu gizliden gizliye yaygınlaştırmaya çalışıyor, böylelikle mü’minler arasında yeni bir iftirak daha çıkarmak istiyorlardı. Herkes kendi karakterinin gereğini yerine getiriyordu. Sistemli bir iftiraydı bu ve Medine’ye gelinceye kadar münafıklardan duymayan kalmamalı, her tarafta aynı anda konuşularak Müslümanlar şüpheye düşürülmeliydi!

Âişe Validemizin Hastalığı

Benî Mustalık için yola çıkalı tam yirmi sekiz gün olmuştu. Yorucu ve problemlerle dolu bir yolculuk olsa da, neticede şer adına ortaya çıkan bir çıban daha ortadan kaldırılmış, insanlığın emniyeti adına önemli adımlar atılarak geri dönülmüştü.

Medine’ye dönüp de sefer hâli sona erince, bir aylık meşakkate zayıf bedeni tahammül edemeyen Âişe Validemiz rahatsızlanmış ve istirahate çekilmişti. Olup bitenlerden ve hakkında çıkarılan söylentilerden haberi yoktu. Hâlbuki beri tarafta münafıklar, sistemli kampanyalarını olanca hızıyla devam ettirip duruyorlardı. İftiralarının haberini Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Ebû Bekir ailesi de duymuş, derin bir hüzne bürünmüşlerdi. Resûlullah’ın namusuna dil uzatılıyor ve insanlığın iffet timsali Âişe Annemize iftira atılıyordu!

Gerçi ne Allah Resûlü, ne de Ebû Bekir ailesi, böyle bir iftiranın varlığını Âişe Validemize hiç açmadı. Ancak basiret ve feraset sahibi Hz. Âişe, ortada bir sıkıntının varlığını hissetmişti. Allah Resûlü’nün hareketlerindeki farklılığı anlamaya çalışıyordu. Zira hastaydı ama daha önceki hastalıklarında olduğu gibi Resûlullah kendisine o kadar yakın durmuyordu.

Nihâyet Âişe Validemiz izin alarak anne ve babasının yanına gidecek, yirmi gün boyunca burada tedavi görecekti. Hakkında koparılan fırtınaları da bir vesileyle bu sırada duymuştu.

Konuyu annesine açacaktı; meğer o da haberdardı olanlardan! Gelişmelerden haberi vardı ama onun gibi birisinin benzeri iftiralara maruz kalabileceğini bilen bir kadındı ve kızını teselli etmeye çalıştı. Ancak iftiranın boyutu, teselli ile meselenin geçiştirilemeyeceği kadar büyüktü; gözüne uyku girmez olmuştu Âişe Validemizin!

Her ne kadar söylenilenlere inanmasa da, Efendiler Efendisi meseleyi ashâbıyla istişare ederek onların da fikrini almak istiyor, böylelikle toplumun nabzını tutmayı arzu ediyordu. Sevindirici olan, her şeye rağmen çıkarılmak istenen fitnelere ashâbın da inanmaması ve iftiranın toplumda tutmamış olmasıydı.

Buna rağmen sıkıntılı günler yaşanıyor, herkesi tatmin edecek kesin hüküm için Allah’u Teâlâ’nın vahyi bekleniyordu. Gözlerin Efendiler Efendisinde olduğu, kulakların O’nun Rabb’inden gelecek haberi beklediği birgün, Efendiler Efendisi yüzünde hüznün yerini alan tebessüm, müjdeli haberi vermek üzere Ebû Bekir ailesinin yanına gitti. Önce Âişe Validemize seslendi:

– Müjdeler olsun ey Âişe! Allah (celle celâluhû), senin temiz ve berî olduğunu bildiren bir âyet indirdi!

Bütün sıkıntılar geride kalmış ve Âişe Validemizin beraati bizzat Âlemlerin Rabbi tarafından verilmişti! Nûr sûresinin bir kısım âyetleri gelmişti; çıktı dışarıya ve gelen âyetleri ashâbıyla da paylaştı Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem). Âyetler, bu iftirayı çıkaranların küçük bir grup olduğunu ortaya koyuyor ve aslında bu türlü olumsuzlukların da netice itibariyle hayırlara vesile olacağını anlatıyordu. Aynı zamanda âyetler, böyle bir durumla karşı karşıya kalınca mü’minlerin:

– Hâ­şa, bu bes­bel­li bir if­ti­ra­dan baş­ka bir şey de­ğil­dir, de­me­leri gerektiğini söylüyor ve olumsuzluklar karşısında tavır belirlemenin lüzumunu ortaya koyuyordu.2

Âyetler gelip de safları netleştirince ve aynı zamanda hangi gruba nasıl muamele yapılması gerektiğini bütün açıklığıyla ortaya koyunca Allah Resûlü, münafıkların propagandasına kapılarak aynı şeyleri söyleyen ashâbdan bazılarını cezalandırdı. Zira mü’min, elde geçerli bir delil ve olaya şahit olan insanların olmadığı yerde önüne konulan bu türlü tuzaklara kapılmamalı ve iffetli kimselere dil uzatmamalıydı. Zaten konuyla ilgili olarak gelen âyetlerde bu husus zikredilmiş, böyle yanlış bir rüzgâra kapılanların, yaptıklarının yanlarına kalmaması ve mutlaka cezalandırılmaları gerektiğini ifade etmişti. Resûlullah da bu emri uyguluyordu. Aksi hâlde herkes, bir diğeri hakkında bir şeyler üretir ve toplum içindeki ahenk bozulurdu.

Fitnenin merkezinde bulunan ve durumu ahirete bırakılan Abdullah İbn Übeyy İbn Selûl ise, bütün olup bitenlere rağmen aynı pişkinlikle yoluna devam ediyordu. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), fitneyi çıkaranları çok iyi bildiği hâlde o gün bunları cezalandırmamış, onlara Âdil-i Mutlak olana havale etmişti. Çünkü gelen âyette onlar için Allah (celle celâluhû), ahirette büyük bir azap hazırladığını anlatıyor, o işin Zâtına bırakılması gerektiğini ifade ediyordu.

Yazar: Dr. Reşit Haylamaz/EFENDİMİZ isimli kitabından alınmıştır.

Dipnot:

  1. Bkz. Ahzâb, 33/6
  2. Bkz. Nûr, 24/11 vd.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.