Benî Kurayza kuşatması ve yaşananlar

420

Artık kuşatma başlamıştı; o günün akşam vaktinde Sa’d İbn Ubâde, büyük bir incelik göstererek mü’minlerin yiyecek ihtiyaçlarını karşılamak için yük yük hurma gönderecekti. Bunun üzerine Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem):

– Hurma, ne güzel bir yiyecektir, buyuracak ve böyle kritik noktalarda ashâbına sahip çıkanları takdir edecekti.

Ertesi sabahın ilk saatlerinden itibaren de Benî Kurayza’ya hücum başlamıştı; okçuları belli yerlere yerleştirmiş ve kuşatma için de ashâbını saflara ayırmıştı. Artık karşılıklı ok atışları, o günün akşamına kadar devam edecekti.

Günler günleri kovalıyordu; kaleleri içinde yiyecek ve içecek stokları bulunduğu için kendilerini güvende hissediyor ve bir türlü teslim olmak istemiyorlardı.

Bir noktadan sonra ise artık ümitleri kesilmiş ve tükenme noktasına gelmişlerdi; direnseler de yapabilecekleri bir şey kalmamıştı. Bu gidişle tükenip gideceklerdi; onun için içeriden seslenmeye başladılar:

– Bırakın bizi, sizinle konuşmak istiyoruz!

Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de olumlu cevap verdi:

– Çok geçmeden aralarından Nebbâş İbn Kays dışarı çıktı ve Efendimiz’e doğru yürümeye başladı:

– Benî Nadîr’e yaptığın gibi bize de, mal ve mülkümüzü alarak çoluk çocuğumuzla birlikte buraları terk edip gitme imkânı ver; buna karşılık olarak da, kanlarımızı bize bağışla ve kadınlarımızla çocuklarımızı da alıp buralardan gitmemize müsaade et; silahlar dışında develerin taşıyabileceği kadar yükü alıp da gidelim, diyorlardı.

Benî Nadîr’den sonra köprünün altından çok sular akmıştı;önceki iki kabilenin başına gelenler gözlerinin önünde cereyan ettiği hâlde ikinci kez anlaşmayı ihlâl etmiş, otorite olarak kabullendikleri mercie savaş ilan ederek din düşmanlarıyla ittifaka girişmişlerdi! Hâlbuki onlar, Benî Nadîr’le aynı cürmü işlemelerine rağmen ikinci kez affedilerek Medine’yi müşterek savunma konusunda Efendimiz’le yeni bir anlaşma yapmışlardı. Efendimiz’in onlara yaptığı iyilik bunlarla da sınırlı değildi; O Medine’ye gelinceye kadar bir Benî Kurayzalı, asla bir Benî Nadîrliye denk kabul edilmiyordu. Öyle ki; Benî Nadîr’den birisini öldüren Benî Kurayzalıya kısas uygulanırken aynı durumdaki Benî Nadîrli, sadece maddi müeyyide ödeyerek öldürülmekten kurtulmuş oluyordu. İşte Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), asırlardan beri devam eden anlayış gereği sosyal statülerindeki düşüklük sebebiyle sürekli ezilen bir topluluk iken onların elinden tutmuş ve Benî Kurayza’nın da diğerleriyle eş statüde olduğunu ilan etmişti.

Şimdi tutmuş onlar, pazarlarını düşmanın olduğu yere taşıyarak ve atlarıyla askerlerine yiyecek temin ediyor ve böylelikle Ahzâb ordusuna lojistik destek veriyorlardı! İçeriden ve en kritik anda ortaya çıkan bir ihanetti bu! Huyeyy İbn Ahtab’a kucak açmış ve savaş suçlusu bir insanı aralarına alarak hep beraber meşru yönetime meydan okuma yarışına girişmişlerdi. Ayrıca, hendeğin öbür tarafında bekleyenlere mektup yazıyor ve son kez vurucu bir darbeyle yüklenip neticeye gitme konusunda Ahzâb ordusunu cesaretlendiriyorlardı. Bu arada bir kısmı, zaten mü’minlere arkadan saldırmış, hatta kadınlarla çoluk çocuğun üzerine yürüyüp Hendek’te mücadele verenleri, aileleri açısından zaafa uğratmak istemişlerdi. Kılıçlarını çekmiş, sadaklarına yönelerek mü’minleri de arkadan ok yağmuruna tutmuşlardı. Bu arada ağızlarını da açmış, hakaretin her türlüsüne başvurur olmuşlardı. Bunların hepsi, açıktan meşru yönetime isyan ettiklerini gösteren hareketlerdi ve onlar, bütün bunları hür iradeleriyle yapıyorlardı.

Onun için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bu teklifi kabul etmedi. Kendi aralarında meseleyi iyice kararlaştırdıkları anlaşılıyordu ve hemen ikinci teklifi devreye soktular:

– Öyleyse, kanlarımıza dokunma; kadınlarımızla çoluk çocuğumuzu bize bırak ve develerin taşıyabileceği malları almadan gidelim!

Bu da kabul görmemişti. Resûlullah’ın vereceği hükme razı olmaktan başka çareleri kalmamıştı. Başka bir çıkış yolu kalmadığını gören Nebbâş, kaleye çaresiz geri  döndü.

Nebbâş gelip de aralarında geçen konuşmaları kendilerine anlatınca Ka’b İbn Esed, kavmine şöyle seslenmeye başladı:

– Ey Benî Kurayza cemaati! Vallahi de, başımıza nelerin geldiğini hepiniz görüyorsunuz; ben size üç tane seçenek sunacağım; siz bunlardan dilediğinizi kabul etmekte hürsünüz.

– Peki onlar nedir, diye sordular. Şunları söylemeye başladı tecrübeli lider:

– Bu adama tâbi olup O’nu tasdik edelim; Allah’a yemin olsunki, zaten O’nun Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğu açığa çıktı; kitabınızda özelliklerini gördüğünüz nebi O. Böylelikle sizler, kanlarınızı, mallarınızı ve kadınlarınızı koruma altına almış olursunuz! Allah’a yemin olsun ki sizler, Muhammed’in peygamber olduğunu bilip duruyorsunuz; O’na tâbi olmaktan bizi alıkoyan şey, O’nun Benî İsrâil’den değil de Allah’ın dilediği yerden, Arap’lardan gönderilmiş olmasına olan hasetten başkası değildir. Şüphesiz ki ben, O’nunla aramızdaki anlaşma ve ahitleşmeyi de ihlâl etme taraftarı değildim; bütün bela, musibet ve uğursuzluğu başımıza, şurada oturan uğursuz adam (Huyeyy İbn Ahtab) getirdi!1 Hem sizler,buraya geldiği zaman İbn Cevvâs’ın size söylediklerini hatırlıyor musunuz? O:

– Ben, Şam gibi envaiçeşit içki, mayalı ekmek ve hurma ürünlerini bırakıp da su, hurma ve arpadan başka bir şeyi olmayan bu beldeye niye geldim, biliyor musunuz, diye sormuştu. O zaman ona:

– Peki niye geldin, diye sormuşlardı. Şöyle cevaplamıştı:

– Şüphesiz bu şehirde bir Nebi çıkacaktır; şâyet O çıkar da ben de O’na sağ yetişirsem, O’na tâbi olur ve yardımcısı olurum! Ancak O,benden sonra ortaya çıkarsa, sakın ola ki sizler O’ndan bigâne kalmayın; gidin ve O’na tâbi olup dostlarıyla yardımcıları olun; işte o zaman sizler, öncekiyle sonrakine birden ve iki kitaba inanan bahtiyarlardan olursunuz! Benden de O’na selam söyleyin ve benim O’nu tasdik ettiğimin haberini verin O’na.

Haydi gelin, şimdi bizler de O’na tâbi olup o’nu tasdik edelim!

İşlerine gelmemişti ve:

– Bizler, asla Tevrât’ın hükümlerini terk edemeyiz; onu bir başkasıyla değiştiremeyiz, diye homurdanmaya başladılar. Bunun üzerine Ka’b, ikinci teklifini dillendirmeye başladı:

– Madem bu teklifi kabullenmiyorsunuz, öyleyse gelin çocuklarımızla hanımlarımızı öldürelim ve kılıçlarımızı çekmiş yiğitler olarak Muhammed’le ashâbının karşısına çıkalım; böylelikle Allah (celle celâluhû), Muhammed’le aramızda hükmünü verinceye kadar biz, arkamızda endişe edecek bir husus bırakmamış oluruz; helâk olursak birlikte helâk olur ve arkamızda üzüleceğimiz bir nesil bırakmayız. Şâyet düzlüğe çıkıp da galip gelirsek, o zaman nasıl olsa başka kadınlar bulur, onlardan daha çok çoluk çocuk sahibi oluruz!

Ka’b’ın çıkmazda olduğunu onlar da görüyorlardı. Normal şartlarda bunları söyleyecek adam değildi o. Belli ki gidişat, tahmin ettiklerinin de ötesinde idi. Anlaşılan, yaptıkları ihanetin karşılığı olarak ölümden başka seçenekleri yoktu ve Ka’b da, gelecek musibeti en azıyla atlatabilmek için alternatifler üretiyordu. Ancak ne ilk ne de ikinci alternatif, kabullenebilecekleri cinsten değildi. Onun için:

– Şu zavallıları nasıl öldürürüz! Hem, onların olmadığı yerde yaşamanın ne anlamı var, diye itiraz ettiler. İkinci öneri de kabul görmemişti. Bu sefer Ka’b, son teklifini açmaya başladı:

– Madem önceki teklifleri kabul etmediniz, bari bunu dinleyin; bu gece cumartesi gecesi ve Muhammed’le arkadaşları, kendilerini güvende hissedeceklerdir; gelin, Muhammed ve arkadaşlarına bu gece ansızın saldırı verelim!

Yine homurdanmaya başladılar; bulundukları yerden şu sesler yükseliyordu:

– Cumartesi günümüze saygısızlık ederek bizden öncekilerin bugünde yapmadıkları fiilleri mi yapacağız yani? Daha önce buna teşebbüs edenlerin başına nelerin geldiğini, şekillerinin değişerek maymuna döndüklerini sen bizden daha iyi bilirsin!

Sanki her türlü teklife kapalı gözüküyorlardı. Ka’b da şaşkındı; ne diyeceğini bilemiyordu. İşin doğrusu ilk defa hepsini aynı konuda ısrarlı ve kararlı görüyordu; onun için şu tepkiyi verdi:

– Sanırım içinizden hiçbiriniz, anasından doğduğu günden bu yana hiçbir zaman bu kadar kararlı olmamış ve bu denli de ihtiyatlı davranmamıştır!

Sözünde Samimi Olanlar

Meclisteki kasvet havası artarak devam ediyordu; akla gelebilecek her türlü ihtimal mantık dışı bulunuyor ve bir türlü çıkış yolu bulunamıyordu. Derken Benî Kurayza ve Benî Nadîr’e mensup olmayan ve onlardan daha yerleşik bulunan Hüzeyl kabilesinden Sa’ye’nin oğulları Üseyd ve Sa’lebe kardeşlerle bunların amca oğlu Esed İbn Ubeyd ileri atılarak şunları söylemeye başladılar:

– Ey Benî Kurayza cemaati! Allah’a yemin olsun ki, O’nun Resûlullah olduğunu sizler de biliyorsunuz; O’nun sıfatı elimizdeki kitaplarımızda vardır! O’ndan, hem bizim hem de Benî Nadîr’in âlimleri hep bahsede gelmişlerdir! (Huyeyy İbn Ahtab’ı göstererek) İşte bu da, Cübeyr İbn Heyyebân ile birlikte onların başında gelir! Bizim aramızdaki en doğru adamdır o ve vefat etmeden önce bize, O’nun sıfatlarını bütün açıklığıyla bahsedip anlatmıştı.

Bu sözler de hoşlarına gitmemişti:

– Biz, Tevrât’ı bırakamayız, diyorlardı. İş iyice inada binmişti; her şeye rağmen adamlar, göz göre göre ve iradî olarak ölümü tercih ediyor, sonuçlarını bilerek, her şeyleri olarak gördükleri dünyaları adına son adımlarını atıyorlardı.2

Bu sırada devreye Amr İbn Su’dâ girdi; şöyle sesleniyordu onlara:

– Ey Yahudi topluluğu! Sizler, hiç yok yere Muhammed’le aranızdaki anlaşmayı feshettiniz ve böylelikle aranızda sözleşme adına bir şey kalmadı! Ancak ben, daha önce de buna katılmadığım gibi bundan sonra da sizin bu anlamsız zulmünüzde size ortak olmayacağım! Şâyet siz, Muhammed’e tâbi olmayacaksanız, en azından Yahudi olarak kalın ve O’na cizye vermeyi kabul edin; gerçi bunu O’nun kabul edip etmeyeceğinden de emin değilim!

– Bizler, Arapların kelle başı bizden cizye almalarına razı olamayız; bizim için ölüm bundan daha hayırlıdır, diyorlardı. Bu teklif de kabul görmemişti; Benî Kurayza üzerine öyle bir inat hâkim olmuştu ki, önlerine Cennet’e uzanan bir merdiven konulsa bu inatlarının tesiriyle o merdiveni bile kullanmaktan uzak duracak, merdiveni de onu oraya yerleştireni de istiskal edeceklerdi. Bunu gören ve Benî Kurayza’dan ümidini kesen Amr:

– Öyleyse ben sizlerden berîyim, diyecek ve meclisi terk ederek kendi yolunu kendi iradesine göre belirleyecek bir adım atacaktı. Sa’ye’nin iki oğlu ve Esed İbn Ubeyd ile birlikte kaleden dışarı çıkarken,orada nöbet bekleyen Muhammed İbn Mesleme:

– Kim o, diye seslenecek, o da:

– Amr İbn Su’dâ, diye cevap verecekti. Tanıdığı bir isimdi ve faziletiyle düşüncelerindeki enginliği biliyordu. Aynı zamanda bu saatte aralarından çıkıp da gelebildiklerine göre bu adamlar, hayır istikametinde irade beyanında bulunmuş ve imana birer kapı aralamışlardı. Bunu üzerine Muhammed İbn Mesleme, önce ona “geç” dedi ve ardından da ellerini açarak şöyle dua etmeye başladı:

– Allah’ım! Kerem sahibi insanların yoluna çıkan engelleri ortadan kaldırma erdeminden beni mahrum etme!

İbn Su’dâ’nın hedefinde Mescid-i Nebevî vardı; geldi oraya ve sabaha kadar burada kaldı. Ertesi sabah herkes onu, yine burada bulacağını düşünüyordu; ancak o, çoktan oradan çıkmış ve bir meçhule doğru yelken açmıştı. Durum gelip de Allah Resûlü’ne anlatılınca:

– O öyle bir adam ki Allah (celle celâluhû), vefasından dolayı onu kurtardı, buyuracaktı.

Ölümlerine Kendileri Ferman Kesmişlerdi

Konuşmalarındaki ana muhteva, haklarında verilecek hükmün idam olacağını gösterir mahiyetteydi; her fırsatta sözü ölüme getiriyor ve bir türlü kurtuluş ümidi göremiyorlardı. Meseleyi alıp veriyor, vicdanlarında tartıyor ve o ana kadar yaptıklarını ortaya döküp bir sonuca gitmeye çalışıyorlardı ama bunların sonunda, ölümden başka bir seçenek göremiyorlardı. Zira ölümü fazlasıyla hak edecek işlere imza atmışlardı.

Aralarında Hakem adında birisi vardı; hem hanımı onu hem de o hanımını çok seviyordu. Muhasaranın devam ettiği saatlerde yan yana gelirler ve uzun uzadıya oturup ağlaşırlardı! Hanımı Nübâte ona:

– Yazık olacak; beni bırakıp da gideceksin, diyor ve hicranla kocasının yüzüne bakıp feryat ediyordu. Bunu gören ve bu işin sonunun ölümden başka bir şey olmadığına kesin kanaat getiren Ha­kem’in aklına,hanımını da beraberinde götüreceği bir plan geldi. Hanımının esir olarak arkada kalmasına gönlü razı olmuyordu; kendisi öldürüleceğine göre hanımı da ölmeliydi! Bunun, durup dururken olmayacağını da bildiği için bir senaryo üretmişti. Bunu uygulamak için girişimlerde bulunuyorlardı. Yanına çağırdığı Nübâte’ye şunları tembihliyordu:

– Tevrât’a yemin olsun ki, dediğin gibi olacak! Ne diyorsun; sen bir kadınsın! En iyisi mi sen, şu değirmen taşını onların üzerine doğru yuvarlayıver! Zaten bundan sonra biz, onlardan hiç kimseyi öldüremeyiz! Sen bir kadınsın ve şâyet Muhammed, bize bugün galip gelirse, kadınlara dokunmaz ve onları öldürmez!

Kocasının sözünden çıkmayan bir kadındı Nübâte; kocasının olmadığı yerde onun için de hayatın bir anlamı yoktu ve Zebîr İbn Bâtâ’nın kalesinin üzerine çıkarak orada bulunan bir değirmen taşını, kalenin gölgesinde dinlenen mü’minlerin bulunduğu yere doğru yuvarlayıverdi.

Yukarıdan üzerlerine büyük bir taşın yuvarlanıp geldiğini gören ashâb-ı kirâm, sağa sola kaçışmak istese de taş, aralarından Hallâd İbn Süveyd’in başına çarpacak ve onu şehit edecekti!

Yazar: Dr. Reşit Haylamaz/EFENDİMİZ isimli kitabından alınmıştır.

Dipnot:

  1. Onları savaşa tahrik edip de anlaşmayı bozmaları için ısrar eden Huyeyy İbn Ahtab, Ka’b İbn Esed’e verdiği sözünün altında kalmamak için ayrılıp gidememiş ve Benî Kurayza’nın kalelerinde kalmıştı. Bkz. İbn Hişâm, Sîre, 4/195; Taberî, Tarih, 2/99
  2. O gece, muhataplarının her türlü teklife kapalı,katı tutumunu gören Üseyd ve Sa’lebe kardeşlerle Esed İbn Ubeyd, onlardan ayrılacak ve Efendimiz’in huzuruna gelerek Müslüman olduklarını ikrar edeceklerdi. Böylelikle onlar, Benî Kurayza’nın başına gelenlerden kendileriyle çoluk çocuklarını da korumuş olacaklardı. Bkz. İbn Abdilberr, İstîâb, 1/96; İbnHacer, el-İsâbe, 1/52 (100)
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.