Diyaloğun meyvesi ve hâl dili adına yeni bir üslup
Derken Hudeybiye’ye Allah Resûlü’nün bulunduğu yere, aralarında Amr İbn Sâlim, Hırâş İbn Ümeyye, Hârice İbn Kürz ve Yezîd İbn Ümeyye gibi isimlerin bulunduğu bir heyetle birlikte Büdeyl İbn Verkâ çıkageldi; hepsi de Huzâa kabilesine mensuptu. Huzâa ise, Müslüman olsun veya olmasın her zaman Allah Resûlü’ne sırdaş olan bir kabileydi; insanlık ortak paydasında aralarında bir diyalog söz konusu idi. Tihâme bölgesinde olup biten her şeyi Allah Resûlü’ne bildirir, böylelikle bir nevi istihbarat görevini yerine getirirlerdi. Şimdi ise, en kritik bir noktada bu diyalog semere vermiş, durumdan vazife çıkaran Huzâa hey’eti Allah Resûlü’nün imdadına koşmuştu.
Selam verdikten sonra Büdeyl söze başladı:
– Biz, Senin kavmin olan Ka’b İbn Lüeyy ve Âmir İbn Lüeyy kabilelerinin yanından geliyoruz, diyordu. Onlar, Ahâbîş olarak bilinen çevre kabileleriyle kendilerine bağlı bulunan daha başka kabileleri Sana karşı harekete geçirmişler; beraberlerine yavrulu develerle çoluk ve çocuklarını da alarak Hudeybiye sularının olduğu yere gelip yerleşmişler! Allah adına yeminler vererek, önde gelenlerini kurban vermedikçe Seninle Beytullah arasından çekilmeyeceklerini söylüyorlar!
Büyük bir dikkat ve sabırla Büdeyl’in sözlerini dinledi Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem). Gelenler, Kureyş’in haberini getirdikleri gibi aynı zamanda Resûlullah’ın bilgilerini de onlara taşıyacaklardı. Aynı zamanda bu, sulh çizgisinde Kureyş’le ilk defa bir araya gelmenin bir işaretiydi. Onun için esas maksat, olanca netliğiyle ortaya konulmalı ve Müslüman olmanın onurunu da koruyarak bir anlaşma zemini bulunmalıydı:
– Biz kimseyle savaşmak için gelmedik, diye başladı sözlerine Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem). Biz, sadece Beytullah’ı tavaf etmek için yola çıktık; kim bizi ona yürümekten alıkoymak isterse onunla savaşırız! Zaten her fırsatta kılıca sarılıp savaşmak Kureyş’i büyük bir zarara uğratmış, onları perişan etmiştir! Şâyet dilerlerse onlara, kendilerini emniyette görebilecekleri bir süre veririm ve onlar da insanlarla aramıza girmekten –ki diğer insanlar onlardan daha çoktur– geri dururlar; şâyet o insanlar Bana galip gelirlerse –ki zaten onların da istediği budur– ne âlâ. Eğer Benim davam o insanlara üstünlük sağlarsa o zaman da onlar, dilerlerse diğer insanların da tercih ettiği dini seçerek İslâm’a girerler, isterlerse kılıca sarılıp Benimle savaşırlar; hem bu süre içinde dinlenmiş de olurlar! Şâyet bütün bunlara olumsuz yaklaşırlarsa, işte o zaman şu başım gövdemden ayrılıncaya kadar bu davam uğruna bütün cehdimi ortaya koyacağım; muhakkak ki Allah (celle celâluhû) da, hükmünü icra edecektir!
Resûl-ü Kibriyâ’yı büyük bir dikkatle dinledikten sonra:
– Söylediklerini aynen Kureyş’e ileteceğim, diyen Büdeyl ve arkadaşları Allah Resûlü’nün yanından ayrılıp doğruca Kureyş’in yanına gittiler. Onların kendilerine doğru geldiklerini görenler:
– Büdeyl ve arkadaşları geliyor; büyük ihtimalle ağzınızı yoklayıp sizden istihbarat toplamak maksadıyla aranıza geliyorlar! Sakın ola onlara bir tek kelime bile sormayın, diyorlardı. Bir anda ortalık buz gibi oluvermişti! Durumun nezaketini fark eden Büdeyl, onların suskunluğuna karşılık çaresiz söze başladı:
– Bizler, Muhammed’in yanından geliyoruz, dedi. Onların haberlerini size vermemizi istemez misiniz?
Buz gibi hava hâlâ dağılmamıştı; üstüne üstlük İkrime İbn Ebî Cehil ve Hakem İbn Âs ileri atılmış ve burunlarından soluyarak:
– O’nun hakkında bize vereceğin herhangi bir bilgiye hiç ihtiyacımız yok, demişlerdi. Ancak O’na, aramızda tek bir adam bile kalmayıncaya kadar mücadele edip bu yıl O’nun Mekke’ye girmesine izin vermeyeceğimizin haberini verebilirsin!
Böylelikle onlar, çıktıkları yolda sonuna kadar kararlı olduklarını göstermek istiyor ve her türlü alternatife kapalı olduklarını da ifade etmiş oluyorlardı. Ancak hepsi aynı düşünceye sahip değildi; Urve İbn Mes’ûd ileri atıldı:
– Büdeyl’in anlatacaklarını dinlemek lazım; şâyet hoşunuza giderse kabul eder, hoşlanmazsanız reddedersiniz, diyordu. Bunun üzerine Safvân İbn Ümeyye ve Hâris İbn Hişâm Büdeyl’e dönerek:
– Anlat bakalım; görüp de işittiğiniz şeyler nelerdi, diye sordular.
Nihâyet konuşma fırsatı vermişlerdi; öyleyse bu fırsatı en iyi şekilde kullanmak gerekiyordu:
– Sizler Muhammed konusunda acele edip fevrî karar veriyorsunuz, diye söze başladı Büdeyl. Çünkü O, savaşmak maksadıyla değil, umre yapmak için yola çıkmıştır!
Büdeyl, Resûlullah’tan duyduklarını teker teker anlatınca meclisin havasında yeniden bir değişiklik meydana gelmişti; Bedir, Uhud ve Hendek’in acıları hâlâ zihinlerdeki tazeliğini korurken çıkılan bu yeni yolda, savaştan başka bir alternatif daha sanki kendini gösterir olmuştu! Onun için tecrübeli Urve yeniden ileri atıldı:
– Ey Kureyş, diyordu. “Sizler hiç benden kuşkulanıp şüphelenir misiniz?”
– Hayır, diyorlardı. Belli ki bu sözüne bir hüküm bina edecekti Urve. Ardından, aralarında şöyle bir konuşma geçti:
– Sizler benim babam yerinde değil misiniz?
– Evet, öyle!
– Ben de sizin oğlunuz gibi değil miyim?
– Evet, bu da doğru!
– Hani bir gün benim, bizzat kendim, çocuklarım ve bana itaat edenlerle birlikte size yardım etmek için koşup da Ukâz’daki insanları sizden nasıl uzaklaştırdığımı hatırlıyor olmalısınız!1
– Evet, doğru; öyle yapmıştın! Aramızda kimse senin samimiyetinden asla şüphe duymaz!
– Öyleyse bugün ben size bir tavsiyede bulunayım; bilirsiniz, sizi çok severim; iyiliğinize olacak hiçbir şeyi sizden gizlemem! Büdeyl size, aslında çok isabetli ve akıllıca bir planla gelmiştir; bunu ancak, aklı başında olmayan cahiller gözardı eder! Onları kabul edin! Beni de, bütün bunların doğru olup olmadığını araştırmak için gönderin ki size işin gerçek yüzünü bildireyim. O’nun yanında neler olup bittiğine bir bakayım ve sizin bir casusunuz olarak gidip O’ndan size yepyeni haberler getireyim!
Hâl Dili Adına Yeni Bir Üslup
– Bana müsaade edin; bir de ben gidip bakayım, diyerek Kureyş’ten müsaade istedi.
– Olur, bir de sen git, diyorlardı. O da kalktı ve Resûlullah’ın bulunduğu yere doğru ilerlemeye başladı.
Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), muhataplarını çok iyi tanıyordu ve ufkuna Huleys’in doğduğunu görünce ashâbına dönerek:
– Şu gelen, filân kavimden falandır ve o, Allah’a saygılı ve kurbanlık develeri de önemseyen biridir; onun için kurbanlıkları öne çıkarın, buyurdu.
Yine denilenler yapılmış ve anında kurbanlık develer, telbiye ve tekbirlerle Huleys’in geldiği tarafa doğru sürülmüştü.
Yanlarına yaklaşıp da boyunlarında kurbanlık olduklarını gösteren işaretleri ve on beş gün gibi uzun bir süredir bağlanıp da hapsedilmekten dolayı tüylerinin döküldüğünü, inleyerek perişan ve dağınık hâlde develerin kendilerine doğru geldiğini gören Huleys, farkına bile varmadan:
– Sübhanallah, diye çığlık kopardı. “Bu insanların Beytullah’a gitmelerine engel olmak hiç de doğru değil; Lahm, Cüzâm, Kinde ve Hımyer halkı gelip de haccedebildikleri hâlde Abdulmuttalib’in oğluna engel olmaya Allah razı olmaz! Bu insanların, Beytullah’a girmelerine engel olunamaz! Kâbe’nin Rabbi’ne yemin olsun ki Kureyş helâk olmuştur; baksanıza, adamlar sadece umre için geliyorlar!”
Gördükleri karşısında kendini tutamayıp da bunları dile getiren Huleys’i uzaktan takip eden Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) de:
– Evet, aynen dediğin gibi ey Kinâneoğullarının kardeşi, diye mukabelede bulunuyordu.
Huleys, ilerleyip Resûlullah ile konuşmaya bile gerek duymadan geri dönüyordu. Kureyş’in yanına gelir gelmez de:
– Ey Kureyş, diye seslendi onlara. Sesinin tonunda, “Bu kadarı da olmaz” dercesine bir tını vardı. İnsaflı ve kadirşinas bir tutumla şöyle devam etti:
– Ben öyle şeyler gördüm ki, onları yolundan alıkoymanın imkânı yoktur; kurbanlık develer, uzun zamandır bağlanıp hapsedildiği için tüylerini yemişler ve uzun zamandır Beytullah’ı tavaf için ihrama girmiş oldukları için de insanlara haşerat musallat olmuş! Vallahi de sizinle biz, ne hakkını verip de ona olan hürmetlerini sunmak için Kâbe’ye gelenleri Beytullah’ı tavaftan alıkoymak ne de kurbanlıkların yerine ulaştırılıp da orada salınmasına engel çıkarmak maksadıyla anlaşma yapmıştık!
Allah’a yemin olsun ki, ya O’nunla geliş gayesi arasına girmekten vazgeçersiniz ya da ben Ahâbîş kabilelerinin tamamını yanıma alarak dağıtır ve geri dönerim!
Huleys’in söyledikleri de Kureyşlilerin hoşlarına gitmemişti:
– Hele bir dur, diyorlardı. “Kendi aramızda, bizim de hoşumuza gidecek bir konuda ittifak edeceğimiz âna kadar biraz bekle! Hem sen, bâdiyede yaşayan bir adamsın; bu türlü şeylerden anlamazsın! Muhammed tarafından gördüklerinin hepsi de bir tuzaktır!”
Küfür aynı küfürdü; onun zemininde mantık ve muhakeme olmadığı gibi muhatabını mesnetsiz karalama da, onun için her zaman başvurulan bir yoldu ve Kureyş bugün onu yapıyordu. Ancak, ardı ardına yaşanan bu gelişmeler de, adım adım takip ediliyordu. Bu sefer, insanların anlatılanlardan etkilendiğini gören ve daha farklı bir sonuç bekleyen Mikrez İbn Hafs ileri atıldı ve:
– Bırakın, bir de ben gideyim, dedi. Ona da ‘olur’ demişlerdi. Bu sefer de Mikrez’in gelişini gören Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Bu adam hain ve facir birisidir, diyerek ashâbını uyaracak ve benzeri konumda bulunanların muhataplarını ne kadar yakından tanımaları gerektiği hususunda fiilen ashâbına ders verecekti. Zira Mikrez, Bedir Savaşı’nın devam ettiği sıralarda Benî Bekir kabilesinin efendisi Âmir İbn Yezîd’in üzerine ani bir baskın yapıp onu öldürmüş ve ondan sonra da hep bu türlü hıyanetleriyle tanınır olmuştu.
Yazar: Dr. Reşit Haylamaz/EFENDİMİZ isimli kitabından alınmıştır.